Şu an hizmeti ve hizmet mensuplarını hasım ve düşman gibi kabul edip, hizmet kurumları başta olmak üzere, insanların mal, can ve namuslarına kadar her şeye göz dikip ellerinden alanlar, -devletin ve milletin eğitim, sağlık ve yardım kurumlarıyla itibarını yükseltme gayreti içinde çırpınan- hak dostlarına karşı adeta savaş açmışlardır.
Bundan dolayı, hizmet gönüllüleri doğruluğuna ve hakkaniyetine inandıkları, faydasından başka hiç kimseye zararı bulunmayan temsil ettikleri hizmetleri adına meşru haklarını, kendilerine yakışır bir tavır ve ahlak üzere hukuk çerçevesi içinde savunmakta ve müdâfaa etmektedirler.
Allah’a ve Resulullah’a verilen sözleri yerine getirebilme azim ve kararlılığı içinde olanlar; maddi manevi her türlü sıkıntılara rağmen diklenmeden ve inatlaşmadan, hakta sebat edip dik durmak ve geriye adım atmamak zorundadırlar. Vahdet-i ruhiyeye sımsıkı sarılarak, asla ye’se düşmeden telaşa kapılmamalıdırlar.
Gemi batarken direkleri boyamakla meşgul olunmamalıdır. Allah’ın izni ve inayetiyle pes etmeden, yaratılış gayesine uygun hakikatleri, içinde bulunulan ağır şartlara rağmen, yeryüzünde muhtaç olan bütün Allah kullarına, şefkat, merhamet ve kavl-i leyyin‘le ulaştırmaya gayret edilmeli, böylece dünya barışı ve huzuruna katkıda bulunulmalıdır.
Dünyada en büyük sermaye insan ve iman gerçeğidir. İnsanın ve imanın olmadığı bir dünya hiçbir işe yaramayacaktır. Onun için, onları kaybetmemek olmazsa olmaz en önemli vazife telakki edilmelidir. Bunun reçetesi de kafaları ilimle aydınlatma, kalpleri de iman ve ahlâkla donatmak suretiyle, yeryüzünde huzuru, güveni temsil edecek ıslahçı bir nesil yetiştirmek olmalıdır.
Milletler maddi-mânevi değerlerini, yetiştirecekleri şuurlu nesillerle devam ettirirler. Geleceklerini, maddi-mânevi değerlerini teminat altına almak isteyenler, yarının büyükleri olacak çocuklarına ve gençlerine sahip çıkmalıdırlar. Öğrenip öğretmeyi, îman ve âmâl-i sâlihayı ihmal edenler, neticede bin nedâmet ve pişmanlık duyarlar ama, ezilmekten ve üzülmekten başka ellerinden bir şey gelmez.
Bütün olup bitenler karşısında zamanında fırsatlar değerlendirildiyse, o zaman insan vicdânen müsterih olabilir. Netice de, kaderin takdirine râzı olarak sabredilir. Bunun yanında, mevcut imkanlar değerlendirilerek vazifeye devam edilir. Böyle davranmak Allah‘a karşı saygının ifadesidir.
Ehl-i iman, dünyaya âhiret gözlüğüyle bakar, ölümle sona erecek bu fâni âleme gönlünü kaptırmaz, Allah’ın rızasından başka hiçbir şeye râzı olmaz ve olmamalı da.
İhlas ve samimiyetle ‘İman ve Kur’an adına yapılan hizmetleri kim yaparsa yapsın önünü açan ve muvaffak kılan Allah‘dır (cc). Binaenaleyh, yapılan bu hizmetler hiçbir zaman şahıslara bina edilmez ve edilmemelidir.
Bunu fark edemeyip anlayamayanlar veya inat ve hasetlerine mağlup olanlar, Allah’ın iradesine karşı çıkmış, içtihatlarında yanılmışlardır.
Böylesine yüce ve kutsî bir mefkûreye gönül vermiş yiğitlere karşı; ne hak, ne hukuk, ne adalet, ne çocuk, ne kadın, ne hasta, ne ihtiyar, ne suçlu, ne suçsuz dinlemeden zulmedenlerin hasmı Allah’dır. Unutulmamalıdır ki, inansın inanmasın her insan için, bu dünyanın ahireti de vardır..
İzzet ve onuruyla yaşayan masum insanlar, hususiyle rızkından arttırarak burs veren, kermes yaparak bir yetimin, bir garibin hayata tutunmasını sağlamaya çalışan, gençliğin istikbâlde topluma yararlı bir insan olmaları için çalışıp çırpınan kadınlar, yanlarında koşturan yavrular kelepçelenerek hapishanelere doldurulmakta, hayvanlara yapılmayacak muamelelere maruz bırakılmaktadırlar.
İster istemez bu durum, insana tarihin kirli sayfalarında yer alan ve nefretle anılan, Roma’nın gaddar kâfir ve zâlimlerinin, inananları imanlarından dolayı arenalarda, aç bırakılan aslanlara yem olarak atmalarını, kahkahalar atarak zevkle bu vahşeti seyretmelerini hatırlatıyor.
Aynı zamanda, Mekke’de suçları sadece ‘Allah Bir‘ demek olan ve bundan dolayı zincirlere vurulan, boykotlarla yıllarca aç bırakılan, darağaçlarına çekilen, canlarına, mallarına el konulan, doğup büyüdükleri beldelerinden zorla çıkarılarak işkencelere maruz bırakılan Sahabe Efendilerimiz‘i (r.anhüm) hatırlatıyor.
İman olmayınca veya iman iz’an haline gelmeyince insan ne kadar vahşileşiyor, canavarlaşıyor. Böylesine halife-i ruy-i zemin olarak Allah’ın yarattığı, harikulâde kabiliyetlerle donatılan bu insanlar; inat, hased, çekememezlik, gayz, kin ve nefret gibi duyguları müsbet manada kullanmadığı için, maalesef mazlumlara, mağdurlara hak etmedikleri cezaları çektiriyorlar.
Allah (cc) inadı, hakta sebat, hasedi de hakta yarışmak için vermiştir. Bütün güzelllikleri de, toplumun huzur, barış ve güvenini temin etmeye matuf, muvakkaten insana emanet etmiştir.
Kendisine emanet edilen bu değerler ve güzelliklerle, insanlığın yüzünü güldürmek ve İslam’ı yeryüzündeki liyakatı olan insanlara ‘Allah’tan geldiği şekliyle‘ kavl-i leyyinle, tatlı dil güleryüzle anlatıp tanıtmak ve sevdirmek, bu vesileyle saâdet-i dâreyni -iki dünya mutluluğunu- kazanmalarını sağlamaktır.
Kâbil’in Hâbil’e, onu öldürme pahasına en büyük düşmanlığı, Hâbil’in kurbanının Cenab-ı Hak tarafından kabul edilmesidir. Kıskançlıktan dolayı Kâbil kardeşi Hâbil’e, ‘seni öldüreceğim‘ demesine karşılık Hâbil‘in; ‘sen beni öldürsen de sana el kaldırmam‘ cevabını vermesi, gerçekten Allah’a hesap vereceği güne inananlarla, Rabb-ül âlemin olan Allah’a baş kaldıranları anlatmak için çok güzel bir örnektir.
Onun için bugün Hakk’a gönül vermiş ehl-i imanın, küfr-ü mutlaka asla el kaldırmadan, sokağa dökülüp taşkınlık yapmadan, temsil ettiği hizmetlerini yüceltmek ve bütün insanların kafalarını aydınlatıp kalblerini ahlâk ve güzelliklerle donatmak, sorumluluk ve mes’uliyet duygusuyla toplumun huzurunu ve güvenini sağlamak en büyük vazifesi olmalıdır.
Böylesine büyük bir sorumluluğu uhdesine almış, bir defaya mahsus olmak üzere şu misâfirhâne-i dünyaya gönderilen insanın, nerede ve nasıl öleceğini bilmediği bir hayatta hiç bir beklentisi olmadan, kendi mes’uliyetinin şuuru ve Allah’tan korkarak vazifesinin hakkını vermeye çalışmaktan başka hiç bir derdi ve düşüncesi olmamalıdır.
Kendilerini İslâm kimliği ile dini temsil ve koruma iddiasında bulunanlar, -yaptıkları ve söyledikleriyle hiç de samimi oldukları izlenimini vermemektedirler- inançlarında gerçekten samimi iseler; gelecek nesl-i âtiye kötü örnek olacak şekilde kendi ülkesi ve dünyanın farklı ülkelerinin de huzur ve güvenini bozmaları, ortalığı fesada vererek yakıp yıkmaları, dâvây-ı İslâm‘a sâhip çıkan ehl-i îmâna, her türlü yalan, isnad ve iftirada bulunarak zulmetmeleri onlara doğrusu hiç yakışmıyor..
Hz.Üstad, tecritte, hücresinde, çok soğuk hava şartlarında kapı pencere kapatılarak kimseyle görüştürülmediği dönemde talebelerine; ‘Hiç endişe etmeyiniz, biz inâyet altındayız ve bütün meşakkatlere karşı kemâl-i sabırla, belki şükürle mukabele etmeye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman rahmet ve sevabı netice verdiğinden, şükretmekle mükellefiz“ (14.Şua) tavsiyesinde bulunarak ümit vermekte ve hizmet ehline de aslî vazifesilerini hatırlatmaktadır.
Herkesce malumdur ki, bir karınca Firavun’u, bir sinek Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı; Allah’a intisabın -O’nun emriyle hareket etmenin ve O’na güvenmenin- neticesinde mağlup ediyor.
Binaenaleyh, ehl-i iman dâvâsında samimi ise, bir beklenti içinde değilse, Allah’ın rızası gayesi ise, O’na olan tevekkül ve teslimiyeti şüphe götürmüyorsa; kafirlerden, zalimlerden, münafıklardan, fâsit ve fâcirlerden hiç korkmadan, kendi vazifelerinde yoğunlaşarak küfür, dalâlet ve nifak yangınından nefislerini, nesillerini ve bütün insanları kurtarabilmek için dertlenmek ve çırpınmak zorundadırlar.
Evet dert varsa, derman yetişir. Dertlenmek sadece çırpınmak değildir. Vahdet-i ruhiye içinde çare üretmektir. İnsanlar yangında yanarken, dizlerini dövüp ağlamak değil, hortumunu alıp ateşi söndürmek için koşmaktır.
Mü’min, şartlar ne kadar ağır olursa olsun Allah’ın hakkında takdir edip izin verdiği bütün sıkıntılara karşı, neticesindeki güzelliklere talip olarak sabretmeli, dünyada da ahirette de kendisini utandıracak bir iş yapmamalıdır. İzzetiyle, onuruyla, namusuyla yaşamalı ve aynı vasıflarla dünyada ahiret hayatını kazanma gayreti içinde bulunmalıdır.