Diken.com’un yazarı Murat Sevinç, Havuz’un tetikçi Yazarı Cem küçük’ün, geçen gün TGRT kanalında, Hizmet Harketi mensuplarına karşı işkence taktiklerini önermesini ağır bir dille gündeme taşıdı. Yazar Sevinç, tetikçi Küçük için; ” Neyse ki bu güne dek bir kez dahi okumadığım ve dinlemediğim, ancak
çeşitli haber sitelerinde maruz kaldığım bir tetikçi.
Sürekli birilerini
hedef göstermesiyle meşhur.” şeklinde ifadeleri kullandı. Cem Küçük ve Fuat Uğur’un, ‘meczup’ olarak
değerlendirilmesinin, vahim bir yanlış olduğunu belirterek;” Meczup filan değiller; çok iyi
biliyorlar ne yaptıklarını. Meczup ithamını yöneltmek, karşı karşıya
olunan felaketi hafifletip sulandırıyor, hepsi bu.”dedi.
İşte Murat Sevinç’in o yazısı:
Islak havluyla boğmak masraflı ve zahmetli olur, cop vs. düşünülebilir!
İyi kötü düzenli yazmaya çalışanlardan biri olarak zaman zaman neden
yazdığımı düşünüyorum. Ne yazmam gerektiğini. Hangi konuya öncelik
verilebileceğini. Zamanlamayı. Kimin üzerinde ne etkisi olacağını…
Bir kısmının yanıtı daha kolay olsa da özellikle iki soru için bunu söylemek güç: İlki, ‘Benim gibi düşünmeyen biri okuduğunda nefret/kızgınlık dışında bir duygu yaşıyor mudur?’ İkincisi, ‘Bu konuda da yazmalı mı?’
İlk sorunun/kaygının yanıtını bilemiyorum. Belki farklı mahallelerden
birileri de kafa karışıklığı yaşıyordur. Belki de zaten yalnızca aynı
yönde düşünenler anlamlı buluyordur.
İkinci sorunun nedeni, büyük ölçüde memleketin geldiği nokta. Anayasal ilkeler askıya alınmışken, sürekli olarak “Anayasa’ya aykırı davranılıyor” demenin
kime ne faydası var? Buna mukabil, yazılmadığında da sanırım durumu
daha ağırlaştırma ve olağanlaştırma dışında bir getirisi yok. İşte
burada, belki yanlış belki doğru, gayriihtiyari şöyle düşünüyor insan:
Eğer yazmıyor olmak berbat bir durumun kanıksanmasına katkı sunuyorsa, o
zaman yazmalı. Yazmak, o esnada verili durumda herhangi bir değişikliğe
neden olmuyorsa da hiç olmazsa ‘alışma’yı engelleyebilir. ‘Engelleme’ demeyeyim de, belki yaşadığımızın olağan olmadığı duygusunu güçlendirebilir.
Örneğin, artık OHAL ve OHAL KHK’leriyle yönetiliyoruz ve ne kadar
sıradan gelmeye başladı bu durum. Oysa OHAL 15 Temmuz teşebbüsü
nedeniyle ilan edilmişti. Ama artık bir hükümet yetkilisi çıkıp
rahatlıkla “Şu şu konulara dair bir KHK çıkarılacak” dediğinde yadırgayan kalmadı. Hukuk sisteminin ne halde olduğunun eşsiz bir kanıtı.
Türkiye’nin istisnasız tüm hukuk fakültelerinde ve hukuk dersi verilen diğerlerinde, OHAL’in ‘konusu, süresi, içeriği’ ve ‘süresi içinde çıkarılabilecek KHK’lerin niteliği’ anlatılır. Şu anda, birinci sınıfta anlatılan OHAL ile hiç ilgisi olmayan bir ‘anormallik’
yaşıyoruz. Herkesin kanıksadığı bir anormallik. Çıkarılan OHAL
KHK’lerinin OHAL’in konusu, süresi, amacı ile ne ilgisi var? Neredeyse
tamamı hukuk-anayasa dışı. Tepki?
Başta anayasa olmak üzere, kurulu hukuk düzeni o düzenin araçları
kullanılarak askıya alındığında, artık hukuksal değil, fiili durumdan
söz edebiliriz. Hukuk normunun yerini ‘karar’ alır. O kararı veren(ler), kendisini herhangi bir mevzuat parçasıyla bağlı saymak zorunda hissetmez. Hukuksal eylemin yerini ‘karar’
aldığında, toplumu oluşturan karmaşık ağın muhtelif bileşenlerinin
bundan etkilenmemesi ve aynı hukuk dışılığın bir parçası olmaması,
ihtimal dışıdır.
Bir kaç yıl öncesine dek iktidar ve sempatizanları nezdinde son
derece muteber olan Cemaat ile iyi ilişkiler içinde yürütülen ‘yargılama
faaliyeti’ esnasında, uzun süre tutuklu kalan ve ağır cezalara
çarptırılan sanıklar, adil yargılama faaliyeti ile değil, siyasal bir
karar ile yüz yüzeydi. Nitekim 17/25 Aralık sonrasında bir anda
özgürlüklerine kavuşmaları da, bu kez aksi yönde verilen ‘karar’ ile oldu. Olup bitenin hukuk ve adil yargılama ilkeleri ile uzak yakın ilgisi yoktu. Çünkü yargılama, ancak ‘adil yargılama ilkeleri’ne riayet edildiğinde ‘yargılama’
adını hak eder. Aksi, soytarılıktır. Adil olmayan yargılama faaliyeti
eninde sonunda çöker. Dün çökmüştü, yarın da çökecek. Ta ki adil yargı
ilkelerine uygun kararlar verilene dek, bu böyle devam edecek. Karmaşık
hiç bir yanı yok anlayacağınız.
Bu günden bir iki örnek: Demirtaş ve diğer vekiller neden tutuklu?
Hangi suçlamayla? İddianame? Cumhuriyet yazarları ve diğer yazarlara
yöneltilen suçlamalar için öne sürülen deliller nedir? Ne yapmışlar,
nasıl bir katkı sunmuşlar darbe girişimine? Osman Kavala hangi deliller
ile tutuluyor? Sevgili Tunca Öğreten neden bir yıl yattı ve neden çıktı?
Kadri Gürsel neden tutuklandı ve neden tahliye edildi? Peki diğerleri
neden serbest değil? En, en, en, en basit soruları yöneltin kendinize.
Nedenini bilmediğinizi fark edeceksiniz.
Hukuk kuralından, ‘norm’dan türeyen ‘karar’ ile
normla ilgisi olmayan karar arasındaki farkın çok güzel bir örneğini son
günlerde daha sık işitmeye başladık. Gerek iktidar sahiplerinin gerekse
destekçisi konumundaki sıradan yurttaşın ağzından. “Bence” diye konuşmaya başladı insanlar. “Bence” suçlu. “Biz” suçsuz olduğunu düşünmüyoruz. “Bence” belgeler sahte. “Bence” tutukluluk gerekli. “Bence” darbeyi şunlar şunlar yaptı.
Gelişmiş bir demokraside yönetenlerden biri çıkıp bir diğeri için“Bence terörist” dese beyaz gömleği giydirip kliniğe yatırırlar. Buna mukabil Türkiye nicedir ve artan ölçüde ‘bence yargı’ düzenine geçmiş durumda. Örneğin Balyoz davasında, üretilen bir takım delillerle yaratılıyordu ‘Bence bunlar darbeci’ duygusu. Artık delil üretmeye de gerek duyulmuyor. Arada böyle bir ilerleme yaşandı!
Bu durumda,“Bence” Selahattin Demirtaş bir süre daha kalmalı cezaevinde, sonra da çıkmalı “bence”; yani iki yıl yeter “bana” kalırsa. ‘Bence’ AKP’li siyasetçi ve seçmenler dışında Türkiye’de yaşayan hemen herkes bir biçimde FETÖ ile ilişkili, “bana” öyle geliyor. FÖTÖ değilse de diğerleriyle, “bence.” Yani “Ben” böyle düşünüyorum ve “benim” böyle düşünmem yeter de artar, ‘bence yargı’ sisteminde.
Hâl böyleyken, iktidarla maddi ve manevi varlıklarını (haklı olarak) ‘bir’ gören yandaşların da kendilerini herhangi bir hukuk kuralıyla bağlı saymasına gerek kalmıyor. Aksi yönde bir ‘karar’
verilmediği sürece ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar yalan söylerlerse
söylesinler, kimi hedef gösterirlerse göstersinler başlarına bir şey
gelmeyeceğinin farkındalar. Çünkü ‘ilke’ değil, hangi normun ne biçimde uygulanacağına yönelik verilecek ‘karar’, önemli artık!
Yazının başında, yanıtını her zaman aynı rahatlıkta veremediğim ‘Bunu da yazmak gerekli mi?’ sorusundan söz etmiştim. Bir TV ekranında, halihazırda yargılanan kimi isimleri ‘konuşturmak’ için çeşitli işkence yöntemleri önerdi biri.
Neyse ki bu güne dek bir kez dahi okumadığım ve dinlemediğim, ancak
çeşitli haber sitelerinde maruz kaldığım bir tetikçi. Sürekli birilerini
hedef göstermesiyle meşhur.
Şöyle buyurmuş: “Sallandır ayağından camdan aşağıya. Bak sana bir tane MOSSAD tekniği anlatayım. ‘Gideon’un Casusları’ kitabında
vardı. Ajan yapmak istiyor Filistinlilerden birisini veya Ürdünlü veya
Mısırlı, olmuyor mesela, kabul etmiyor. Gidiyor ailesinden birini tak
diye öldürüyor. Gene yapmıyor, gene öldürüyor. Ondan sonra mecburen… Kaç
tane böyle ajanı var… 17-25 operasyonunu yapanları konuşturmak için
sallandır ayağından camdan aşağıya. Havlu tekniği var, yüze havlu
atıyor, yukarıdan aşağıya suyu döküyor ağzına; boğuyor. Bir sürü şey
denersin.”
Ne yapmalı insan? Bu konuda yazmak gerekli mi hakikaten? Sanırım
gerekli. Aslında, sanki bir anayasa varmış gibi anayasaya aykırılıklar,
sanki yasalar önemliymiş gibi yasa dışılıklar yazılmalı. Aptalca,
enayice bir inatla yazılmalı. Bir kaç gerekçeyle. Not düşmek için.
İleride bu günler çalışıldığında yararlanabileceğimiz ‘notlar’ gerekli. Buna mukabil daha önemlisi, ‘olağanlaştırmamak’
için yazmalı. Şu devirde, Türkiye’de bir TV’de işkence yöntemleri
konuşup savunmak, olağanlaşmamalı. Berbat olan, insanlık dışı olan her
şeye alışmak zorunda değiliz. Alışmamalıyız. Toplumu, bir arada yaşamayı
vs. geçtim; bir süre sonra kendimizi insan gibi bile hissetmeyeceğiz bu
gidişle. İnsanlaşmak bir süreçtir ve toplumsallaşma ile mümkündür.
Başat insani hasletler yitiriliyor. Türkiye toplumumun bir kesimi
sırtını 2000’li yıllara döndü ve kollarını ilkel insana doğru açıp hızla
koşmaya başladı sanki.
Bakınız muhterem okuyucu; hangi gruba mensup olursa olsun, daha geçen
ay beş kişilik bir aile boğuldu Ege’de. Anne baba ve üç çocuk, bir
botla Yunanistan’a gitmeye çalışırken. Türkiye toplumu izliyor. Bunlar
altından kalkılamayacak ölçüde ağır şeyler. Bir TV kanalında, akıl almaz
biçimde işkence teknikleri konuşulmasının suç oluşundan söz etmiyorum
bile. 2017 yılında “İşkence suçtur” cümlesini kurmak dahi utanç verici. Tarafı olduğumuz sözleşmelere aykırılığı, dolayısıyla anayasaya aykırılığı…
Sorun, işkence teknikleri hakkında konuşulmasındaki pervasızlık.
Boşverin şimdi iktidar yandaşlarına dokunamayacak hakimleri, savcıları;
sorun, toplum çoğunluğunun bunu hiç dert etmemesi ve hatta çok
muhtemeldir ki onay veriyor oluşu. Bu gün Türkiye’de bir oylama yapılsa
herhalde ‘işkenceyle bilgi alma’ yöntemine büyük destek
çıkar. Felaket olan bu ve TV ekranlarını dolduran konuşan organizmalar,
sırtlarını söz konusu ortalamaya dayadıklarının farkında elbet.
Bir büyük sorun da, bunların ‘meczup’ olarak
değerlendirilmesi. Vahim bir yanlış bu. Meczup filan değiller; çok iyi
biliyorlar ne yaptıklarını. Meczup ithamını yöneltmek, karşı karşıya
olunan felaketi hafifletip sulandırıyor, hepsi bu.
Bir adım ötesi, canlı yayında işkence tekniklerini sergilemek
olabilir. Olamaz mı? Kim şaşırır? Tepki? Kim gösterecek, sizler mi?
Güldürmeyin…
Durum, sağlıklı bir zihne sahip olanlar, toplumun insancıl kesimleri açısından çok vahim. Hakikaten çok vahim.
Belki ‘kısmen’ moral olabilecek tek şey, şu gerçek:
Cemaat mensubu olup pis işlere girişenler, rakip gördüklerinin
onurlarına saldıranlar, ayak kaydırıp delil üretenler, sorumlusu
oldukları her rezillik ile bir yandan da kendi ‘iddianame’lerini yazıyordu. Bugün olduğu gibi.
Evet, kuşkunuz olmasın, kendi iddianamelerini yazıyorlar…
Not: İHD ve TİHV’nin, ‘işkence suçu’ hakkında bilgi veren suç duyurusunu buraya ekliyorum. Bu da kitap yazısı.