ENES CANSEVER- HAFTANIN YORUM
Tarih
‘tekerrür eder’ diye sıkça söylenen bir söz var. Gerçekten tarih mi tekrar
ediyor, yoksa hatalar mı? Dilimize pelesenk şu tekerrür sözünün tamamı Koca
şairimiz Mehmed Akif’e ait.
Şairimiz
de tehcire maruz kalmış, hışmın kurbanı olmuş, Mısır’da sürgün hayatı
yaşamıştır.Bugünkü mazlumlarla aynı kader yani. Tekerrürü ifade eden Şairane
deyişin dörtlüğü şöyle:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Tarihin
tekerrürü aynıyla olmasa dahi, birbiriyle örtüşen hadiseleriyle öylesine
benzeşir ki, kahrolur insan.
Bugün,
Türkiye’deki zulüm, baskı ve işkencelerden kaçan 10 binlerce Anadolu evladının da
Akif gibi; dünyanın çeşitli ülkelerinde sürgün hayatını yaşıyor olması, bugünkü
muktedirlerin geçmişten devraldığı ve iştahla tekrar edegelen bir ayıp değil
mi?
Bu
utanç ne zamana kadar tekrar edecek?
Batılı bir filozof der ki: Tarihten ders alamayanlar onu
tekrar etmeye mahkumdur. Doğru söze ne demeli?
Baksanıza
Allah aşkına, ülkemizin içte ve dışta düştüğü, düşürüldüğü derbederliğe?
Saldırıların
şiddetlendiği, ölümlerin ve tecavüzlerin kol gezdiği ve alkışlandığı utanç
tablosu…
İnsanların
kaçırıldığı, faili meçhullere kurban gittiği, 90’lı yıllarda Güneydoğu’daki
karanlık dönemleri aratmayan, daha acımasız bir boyut söz konusu…
Çocukların,
bebekli kadınların, yaşlıların, zindanlarda, hapishanelerde, tek kişilik
hücrelerde, işkenceye tabi tutulduğu bir sürecin gölgesinde tekrarlayıp duran
ve dünden bugünlere taşınan karanlık yüzler, karanlık olaylar…
Sultan
II. Abdülhamit, tekrar eden olayın tarih değil, hatalar olduğunu söylüyor.
Yanlışlardan
ders çıkarmak yerine, hırs ve inat uğruna bugün yapılanlar Abdülhamit Han’ı
doğruluyor ne yazık ki…
İktidar
hırsı ve bu yolda her türlü entrikayı mubah gören bir anlayış…
Bugün
Türkiye’nin dâhilinde ve haricinde yaşanan acılar, trajediler; uzak ve yakın
tarihte yaşanmış, bugün iştahla önümüze konan acı yaşanmışlıklarından ne farkı
var?
97
yıl önce İstiklal Marşı’nı yazan Akif, hayatının son demlerinde “Allah bu
millete bir daha bu marşı yazdırmasın” diye dua ederken, kendi ikbal ve
istikbali için, bu mazlum ve mağdur millete yeniden, yeni yeni “İstiklal
marşları” yazdırma şehvetiyle yanıp tutuşanlar var.
Bu
milletin kaderi mi, bu acıyı yudumlamak? Geçmişi, hep tekrarlardan mı oluşacak,
bu mağdur ve mazlum coğrafyanın?
Dün,
Çanakkale Zaferi’nin 103. yıl dönümü kutlandı, büyük coşkuyla.
Bir
asır önce, Çanakkale’de Türküyle, Kürdüyle sırt sırta yedi düvele karşı, muhteşem
bir savaş verildi.
Peki,
Türkiye bayrağının gölgesinde, Afrin’in sokaklarında, kadın, erkek, çoluk ve
çocuğun gözyaşı içinde evlerini terk ederek, ölüm kalım savaşı verenlerin
trajik tablosunu neyle izah edecek, zulümde zirve yapanlar?
Afrin’e
giren Özgür Suriye Ordusu’na, Çanakkale’den tekbirlerle ve fetih marşlarıyla
destek verenler, Afrinli Kürtlerin malını, mülkünü, evini parkını talan
etmelerini, Çanakkale’nin hangi ruhuyla izliyorlar acaba?
Osmanlı’nın
hangi merhamet duygusuyla açıklayacaklar?
Çanakkale
törenlerinde verilen “Afrin Müjdesi” talan edilen evler, yerini yuvasını
gözyaşları arasında terk eden, kadın ve çocukların trajedisi miydi?
Şayet
efsane değilse, (ki değildir) kendi yarasına ot tıkayarak, Avustralyalı “düşman”
askerlerin yarasını gömleğinin parçasıyla saranların, onlara kendi suyundan
verecek kadar, mert ve yiğitçe savaşanların destanı değil midir Çanakkale?
Hır
yıl tabir yerindeyse, Müslümanların Mekke’ye gidişi gibi, binlerce Anzaklı’nın,
Conkbayır’ ziyaretgaha
çevirmenin altındaki sır nedir?
Hiç
olmazsa bundan ders çıkarmamız gerekmiyor mu?
Onun
için Çanakkale, nostalji ve hamasetle gölgelenirse, Anadolu topraklarındaki
“Çanakkale ruhu” dinamitlenir.
Milletimiz,
Çanakkale’de sadece savaşmadı, dünyaya güzel bir ders verdi.
İster
Zerdüşt, ister berduş deyin, başka bir milletin değerlerini ayaklar altına
alarak, anıtlarını yakıp, yıkarak özgürlükten söz edemezsiniz.
Acı,
gözyaşı ve zülüm üzerine bina edilmeye çalışılan huzur ve barış, hiçbir zaman
ebedi olamaz…
Binlerce
yıl önce Kawa’nın mücadele ettiği ve başardığı zalim Dehak’ın zulmünü yeniden
bu coğrafyanın insanlarına, bizden sonraki nesillere miras olarak bırakmayı,
tarih de insanlık da af etmeyecektir. Bu topraklar ve bu coğrafyanın insanları
barışın, özgürlüğün, her türlüsüne layıklar.
Bunu
yapanlar, 2 bin beş yüz yıl önceki zalim Dehak’lar gibi lanetle anılacaklardır.Hitlerin
muamelesiyle hep yad edilecek, Saddam gibi nefret listelerinde yer alacaktır.
Hatadan ders çıkarma adına, herkesin ders
alacağı bir öyküyle noktalayalım yazımızı.
Sultan
II. Abdülhamit, Yıldız sarayının penceresinden dışarı bakıyormuş.
Odasında
ise “el pençe divan” duran veziri pencereye çağırıp, dışarda yaşanan manzarayı
işaret etmiş.
Vatandaşın
biri, su bidonu yüklü, devesini dereden atlatmağa çalışıyor.
Elindeki
sopayla yediği dayağa rağmen hayvan, karşıya geçmeye direnmiş.
Sonunda
sahibinin elinden kurtulan deve, daha uygun bir başka yerden atlayıp geçmiş
dereyi…
Olay
karşısında üzüntüsünü dile getiren Sultan Abdulhamit: “Şu deve okuma yazma
bilseydi, vezir yapardım.
Baksana
yaptığı yanlışı bir daha yapmıyor. Geçen gün sucunun geçmeğe zorladığı yerde
tökezledi ve düştü.
Yediği
dayağa rağmen, bir daha oradan geçmek istemiyor” der.
Sahi,
daha dün değil miydi, Saddam’ın Bağdat meydanlarındaki heykelinin yıkılışı?
Dünkü
Irak bize ders olmadı mı?
Suriye’de
yaşayan farklı inanç ve kültürlere sahip insanların trajedisinden hala alacak
bir ders yok mu?
15
yıl önce, diktatör Saddam’ın heykelinin boynuna ilmiği geçiren ABD askeri ile
Afrin meydanında Kawa’nın heykelini yıkanların arkasındaki irade arasında, bir
fark görüyor musunuz?
Cevabı
size ve vicdanınıza havale ediyorum…
Kürtlerin,
Fars mitolojisindeki Demirci Kawa Efsanesi’ne dayandırdığı Nevruz ateşi, yarın
(21 Mart-Nevruz Bayramı), Avrasya coğrafyasında yakılacak.
Mezopotamya
coğrafyasının cehenneme döndüğü bir dönemde, 3 aylar gibi mübarek bir zaman diliminde,
Nevruz ateşinin, barış ve huzur getirmesini
temenni ediyorum.… e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au