Türkiye İnsan
Hakları Vakfı Başkanı ve adli tıp uzmanı Şebnem Korur Fincancı, gözaltında
işkence sonucu hayatını kaybeden öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun ölümünün devlet
gözetiminde gerçekleştiğini belirtti. Fincancı bugün
Evrensel gazetesinde yayınlanan yazısında merhum Açıkkolu ile ilgili süreci de
özetledi.
Yazıdan ilgili bölüm:
Haftayı zaten öfkem burnumda geçirmiştim. Canım
yoldaşım Celalettin Can ile sevgili meslektaşım, mesleğimizin onuru Onur
Hamzaoğlu’nun tutuklanması, sevgili Onur’un gözaltı koşulları ve gözaltı
muayenelerinin acınası halini paylaştığı gözlemi yetmezmiş gibi İstanbul
Cumhuriyet Başsavcısının darbe girişiminin hemen ertesinde gözaltında ölen bir
öğretmenin, Gökhan Açıkkollu’nun işkence sonucu gelişen ölümüne “işkence sebebi
ile öldüğüne ilişkin tüm iddialar örgütsel propaganda amaçlı olup gerçeği
yansıtmamaktadır” açıklaması tuzu biberi oldu bu haftanın.
Bir ağır ceza mahkemesi gerekçesinin
oluşturulmasındaki nüktedanlık(!) ne kadar tüyler ürperticiyse, savcılığın
tıbbi delilleri yok sayarak işkence iddiasının gerçeği yansıtmadığını
söylemesi, bunu da örgütsel propaganda olarak adlandırması o kadar dehşet
vericidir. İlk kez karşılaştığımız bir söylem sanılmasın, bundan yirmi küsur
yıl önce bir Adalet Bakanı yazdığım rapora atıfla Dev-Solcu olup olmadığımı
sorabilmiş, bu şehrin valilerinden biri otopsi bulgularına dayanarak işkencede
öldüğünü yazdığımız için “sözde işkence” tanımlaması ile beni devlet düşmanı
ilan edebilmiştir. Tekrarlayan özellikteki benzer açıklama ve yaklaşımlar bu
memlekette işkencenin varlığı ve sürmesinin temel sebeplerindendir.
Ancak, işkencenin sürmesinde bir de biz sıradan
vatandaşların önemli bir sorumluluğu vardır. Gökhan Açıkkollu 2016 yılının
Ağustos ayında ölmüş, otopsi raporunun çıkması ve yakınlarının adalet duygusunu
karşılamadığı için ikinci bir görüş almak üzere Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na
başvurarak tıbbi değerlendirmenin tamamlanması 2017 Ocak ayını bulmuştur. Bu
sürede kısık sesle de olsa “işkence” iddiaları gündeme gelmiş, gömülmesi ile ilgili
“hainler mezarlığı” utancı da dahil pek çok ihlal gerçekleşmiş ama kamuoyunda
yer bulamamıştır. Ne yazık ki, 2017 başında tıbbi değerlendirme sonucunda
ölümün işkenceyle ilişkisi gösterilip paylaşıldığında da bu geçtiğimiz bir yıl
boyunca kimsenin vicdanına temas edememiştir. Ölümünden bir buçuk yıl sonra
göreve iadesine ilişkin bir yazının kamuoyunun gündemine taşınması üzerine
işkence tartışılabilmiş, “suçsuz bir insana işkence” üzerinden o vicdanlar
harekete geçmiştir. Başsavcılık ve yetkililer de işkence iddiasının
soruşturulmasında sergilemedikleri bir hız ve kararlılıkla işkence sonucu
ölmediğini “örgütsel propaganda” gerekçesi ile reddederken bir yandan da suçu
kanıtlama telaşına düşmüştür. Suçluysa işkence yapılması mazur gösterilebilir,
hem zaten işkencede öldüğünü söyleyenler de örgütsel propaganda yapmaktadır.
İşte vatandaşın sorumluluğu da burada başlamaktadır. Kim olduğundan, suç
işleyip işlemediğinden, ne tür bir suç işlediğinden bağımsız olarak hiç kimseye
işkence yapılamayacağını kuvvetle savunmak gerekir. Çünkü vatandaş bilmelidir
ki, işkencenin meşru kılındığı bir vatanda hiç kimse güvende ve işkencenin
uzağında değildir. Hele ki bu memleketin vatandaşı hekimler! Onun için gözaltı
birimlerinde muayene yapmayı reddetmelidirler. Onun için kapsamlı ve ruhsal
durumu da dahil bütüncül bir muayeneyi yapmalıdırlar.
Biz hekimlerin çok değerli bir ayrıcalığı olduğunu
düşünürüm ya hep. Savaşta bile hekimlik gereği düşman askerini tedavi etme
yükümlülüğümüz bu dünyanın bize dayattığı yüklerden arınmış olmayı gerektirir
hani. Hekimliğin doğal sonucu olmalıdır dolayısıyla insan hakları savunuculuğu
ve onun için de, işkencenin kime yapıldığına değil, yapılıp yapılmadığına
bakmak gerekir.