Dünyâ fâni, âhiret bâkîdir. Fânî olan dünyâda sırr-ı teklifin gereği olarak her suçun cezâsı, her hayrın ve sevâbın mükâfâtı hemen verilmemektedir.
Yalan, isnat, iftirâ, gasb, yakma, yıkma, öldürme, zulmetme gibi suç işleyenler, bazen hiç cezâ görmeden dünyâyı terk ediyorlar. Nice insanlar da, ömrünü hayır ve güzelliklere veriyor olmasına rağmen, onlarda karşılığını almadan dünyâdan ayrılıyorlar.
Şâyet âhiret yok ise, zâlim zulmüyle, mazlum da zillet ve perişâniyeti içinde, umûmiyetle zâlim cezâsını görmeden mazlum da zâlimden hakkını almadan dünyâdan ayrılıp gidiyorlar. Bu manzara karşısında, hâşâ adâlet gözetilmiyor gibi bir tablo karşımıza çıkıyor.
Halbuki, Cenâb-ı Hak Zilzal suresi 7. ve 8. Ayetlerde; “Zerre miktar bir hayır işleyen de, bir o kadar şer işleyen de onun karşılığını görecektir.” Buyurmaktadır. Dünya da bu olmuyorsa demek ifâde edilen adâletin gerçekleşeceği başka bir âlem var ki, Allah kullarını dünyâdan oraya hesap vermek üzere sevk ediyor.
“Biz kıyâmet gününe mahsus, öyle doğru ve hassas terâziler koyacağız ki, hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Hardal tânesi ağırlığınca da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz fazlasıyla yeteriz.”(Enbiya suresi, 47)
“Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, iman edip güzel ve makbul işler gerçekleştirenlere yaptığımız muâmeleyi, kendilerine de göstereceğimizi, hayatlarında ve ölümlerinde onları bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Ne kötü, ne yanlış bir muhâkeme!” (Câsiye sûresi, 21)
Allah’ın vaadi haktır. O, vaadinden dönmez. Allah, vaadettiği o günü mutlaka yaratacak; kötülük yapana kötülüğünün, zâlime zulmünün cezâsını, iyilik yapana iyiliğinin mükâfatını, mazluma da hakkını verecek ve böylece mutlak adâlet gerçekleşecektir.
Asırlar var ki, inkâr ve ilhâd düşüncesinde olanlar, kaynaklardan doğru beslenemeyen inananların kafasındaki iman hakîkatlerini sarsmışlardır. Bu durumda inanmış görünen bir sürü İslâm kimliği ile hakka baş kaldıranlar zuhûr etmiş, gerçek dışı beyanlarla ortalığı katıp karıştırmış, aileleri, cemaatleri, mâsum insanları birbirine düşman hâline getirmişlerdir.
Allah’a ve âhirete inanan gerçek mü’min; kalbini, ruhûnu, Allah ve Resulullah’a bağlayarak hak duygusu ile yaşar. Hayâtını, işlediği her fiilinin hesâbını vereceğine inanarak tanzim etmeye gayret eder. Bu inanç duygusuyla mü’min, alıp verdiği nefeslerin, attığı adımların, ağzına koyduğu lokmaların, bakışının, duyuşunun, her tavır ve davranışının hattâ, hayâlinden geçen şeylerin bile hesâbının sorulacağı endişesiyle oturur kalkar.
Âhiret inancı olmayan, hesap endişesi taşımayan insanlar; âileler ve âile fertleri arasında îtimat, güven ve samîmiyeti yok ederler. Münâsebetler tamâmen çıkar ve menfaate bağlı olur. O zaman ise, hayat yaşanmaz hâle gelir, huzur yok olur gider.
“…Onlara de ki: ‘Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz’.” (Nisa suresi,77)
“Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünyâ hayâtı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyârı ise, hayâtın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebût suresi, 64)
Onun için mü’min, Allah tarafından sürekli kontrol edildiği şuuruyla hayâtını tanzim ederek, haram ve günahlara karşı nefsini kontrol altına almalıdır.
Efendimiz (sav); ‘Allah’a Onu görüyor gibi ibâdette bulunmalı. Sen Onu görmesen de O seni görüyor!’ şuuruyla hareket edilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir.
Adâlet duygusu insanda dengeyi temin eder. O zaman insan, ifrat ve tefritten uzak, muvâzeneyi sağlamış ve istikâmet üzere olmuş olur.
Herkesi ve herşeyi kıskanma ifrat, hiçbir şeyin umurunda olmaması ve boş verme de tefrit’tir. Ortası gıpta’dır. Doğru olmayan bir meselede diretme ifrat, yanlışlara karşı direnmeme de tefrit’tir. İstikâmet ise, Hak’ta sebattır.
Îtikâtta, amelde, akılda, öfkede ve şehvette adâlet temin edilirse, çok büyük hayırlara vesîle olunmuş olur. Önemli olan, o hislerin ve duyguların niçin verildiğinin farkında ve şuurunda olup, onları istikâmet dâiresinde kullanmaktır.
Bütün bunlarla beraber hak ve hukukta adâlet, Allah’a imanla, O’na hesap verme duygusuyla sağlanmış
olur. Yoksa insanın kalbî hayâtında, âile ortamında, toplum ve cemiyetlerde, milletler ve devletlerarası hukukta adâlet elde edilemez. O zaman zulüm, ahlaksızlık, adâletsizlik hâkim olur. Can, mal, nâmus, din ve vatan korunamaz hâle gelir.
olur. Yoksa insanın kalbî hayâtında, âile ortamında, toplum ve cemiyetlerde, milletler ve devletlerarası hukukta adâlet elde edilemez. O zaman zulüm, ahlaksızlık, adâletsizlik hâkim olur. Can, mal, nâmus, din ve vatan korunamaz hâle gelir.
Adâlet, ifrat ve tefrite girmeden, din-i mübin-i İslâm’ın emirlerini yerine getirmeye denir. Adâletin farklı bir yönü, İslâm’ın şuurlu ve muhtevâ derinliği içinde yaşanmasıdır. Adâlet; insan, âile ve toplumdaki âhenk ve dengeyi sağlayan bir değerdir.
Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’da Mâide sûresi 42.âyette; “Şüphesiz Allah âdilleri sever” buyrulmaktadır. Adâletin ‘insaf’ mânâsı da vardır ki, dengeli davranma demektir.
“Allah başkalarına adâleti, hatta adâletten de fazla olarak ihsânı, en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri, yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl suresi,90)
“Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adâleti gerçekleştirin. Ve adâlet numûnesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız herşeyden haberdardır.” (Mâide sûresi,8)
Adâletin zıddı zulümdür. Zulüm, adâletin temeline konan bir dinamittir. Toplum içinde adâlet denince, hep sosyal adâlet anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi, hayâtın her ünitesinde adâlet gerekmektedir.
İçtimâi adâlet dâhil her türlü adâletin gerçekleşmesi; sağlam îman ve müslümanlığın doğru yaşanmasına, her iş ve icraatın Allah huzurunda hesâbının verileceği inancına bağlıdır. Bunun modellerini, Hz.Ömer (ra), Ömer bin Abdülaziz (ra) başta olmak üzere, Sahâbe ve Tabiin Efendilerimizde açıkca görmekteyiz..
Hz.Ömer (ra) arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girer ve derler ki;
-Ey halîfe! Bu aramızdaki kişi bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğru mu diye sorar.
Suçlanan genç der ki, evet doğru..
Bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu? diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, der ki:
-Ben bulunduğum kasabada, hâli vakti yerinde olan bir insanım. Ailemle beraber gezmeye çıktık. Kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki, dönen bir defa daha bakıyor. Hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. Arkadaşların babası içerden hışımla çıktı, atıma bir taş attı, at oracıkta öldü. Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş alıp attım, babaları öldü. Kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret, dedi.
Hz.Ömer, ‘söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin…’ der.
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım. Babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zâyi ettğiniz için Allah indinde sorumlu olursunuz. Bana üç gün izin verirseniz, ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için ise, yerime birini bulurum der.
Hz.Ömer dayanamaz der ki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar der ki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Amr ibni As (ra)’dan başkası değildir. Hz.Ömer Amr‘a dönerek
-Ey Amr delikanlıyı duydun, der. O yüce sahabi:
-Evet, ben kefilim, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine’nin ileri gelenleri Hz. Ömer’e çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr’ı idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz. Ömer kendinden beklenen cevabı verir, der ki,
-Bu kefil babam olsa fark etmez, cezayı infaz ederim.
Amr tam bir teslimiyet içerisinde,
-Biz de sözümüzün arkasındayız, der.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz.Ömer gence dönerek der ki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz.Ömer başını bu defa çevirir ve Amr’a der ki,
-Ey Amr sen bu delikanlıyı tanımıyordun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun? Amr (ra):
-Bu kadar insanın içerisinden genç beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derler ki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz.Ömer :
-Ne oldu? Biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz, ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir: Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye..
Emir-ul Mü’minin Ömer b. Abdülaziz (ra) vefat edince, ondan sonra Yezid b. Abdülmelik halîfe oldu. Hanedandan biri halîfeye gelerek:
“Ey mü’minlerin Emiri Yezid! Şu müraî adam (Ömer b. Abdülaziz) mü’minlere ihanet etti. Gücünün yettiği kadar cevher ve inciyi evinin iki odasına doldurup kilitledi.” dedi. Bunun üzerine Yezid, Ömer’in hanımı olan kız kardeşine haber göndererek çağırttı ve:
“Bana, Ömer’in kilitli iki odaya cevher ve incilerini doldurup bıraktiğına dair haber geldi.”dedi. Bunun üzerine Fatıma:
“Kardeşim, Ömer şu bohçanın içindekinden başka ne bir tüy, ne de bir yele bıraktı.” dedi. Yezid bohçayı açtı. İçinde yamalı ve kalın bir entari, bir aba ve zayıf astarlı kalın bir cübbe buldu…
Bana bunları değil, kilitli iki odanın anahtarını verin denmesi üzerine Fâtıma:
“Mü’minlerin Emirinin ölümüyle bana musibet veren Allah’a yemin ederim ki, o halife olalı onun istemediğini bildiğim için, o iki odaya hiç girmedim. Şunlar oranın anahtarıdır. Gel, aç ve içindekilerini Beytü’l Mal’e naklet.”
Yezid ve şikayetçi Ömer b. Velid gidip eve girdiler; odalardan birini açtılar, baktılar ki deriden bir sandalye, yanında serilmiş dört çömlek ve bir de testi buldular. Bunun üzerine şikâyetçi, ‘Estağfirullah’ dedi.
Sonra ikinci odayı açtılar. Baktılar ki, çakıllarla serilmiş bir mescid ve tavanında da asılmış bir zincir… O zincirde de boynuna geçecek kadar bir halka vardı… Orada kilitli bir sandık buldular, açtılar. Onda bir sepet vardı, sepette bir cübbe ile bir yün elbise vardı. Yezid ve yanındaki ağlayarak şöyle dedi:
‘Ey kardeşim, Allah sana rahmet eylesin. Muhakkak senin hem gizlin hem de aşikârın temizmiş.’
Şikâyetçi de: ‘Estağfirullah, ben bana söylenen şeyi söyledim’ der.
“Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenâlık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucûrat suresi, 6)
Demek ki, Müslüman her duyduğu şeyle amel etmemesi, araştırıp sorup gerçek adâleti tesis etmesi gerekmektedir.