Zaman gazetesine iki yıl önce bugün, 4 Mart 2016 günü kayyım atandı. Bir süre sonra ise KHK ile kapatıldı.Gazetenin son Fotoğraf Servisi Editörü Selahattin Sevi, ‘Çalışanları için Zaman bir işyerinden, bir gazeteden fazlasıydı.’ notuyla ZAMAN’ı yazdı.
İşte kronos‘ta yayımlanan o yazı:
“Hatırladın mı abi?” yazmış iliştirdiği iki kare fotoğrafın altına.Kısa notunda şöyle diyor: “Yıllar önce bir gün bana demiştin ki, biliyor musun, eski fotoğraflara, albümlere bakamıyorum…”
Unutmuşum.
Hatırlatmaya devam etti arkadaşım. O gün hayattan, ailemizden, çocuklarımızdan söz etmişiz. “Kızlarının büyümesi seni hüzünlendiriyordu,” dedi, “Ne yazık ki, ne seni getirmeye ne de onları senin yanına götürmeye gücüm yeter. Bu kadarını yapabildim. Belki sıkıntılı zamanlarında küçük bir teselli olur…”
O iki kareye yeniden bakmak keder hırkasını yeniden giydirdi bana.
İçerideki arkadaşlarım da, dışarıdaki dostlarım da en çok evlatlarıyla, sevdikleriyle imtihan oldu bu dönemde. Dile kolay, 20 ay olmuş iki gözümden ayrı kalalı. Şimdi ‘batıya akan nehir’ onları aldı, ‘kader denizi’nin bir kıyısına bıraktı. Yerle gök, gurbetle sıla arasında orta yerde, o günü, “kavuşma anını” bekliyorlar. Bense eski fotoğraflara yine çok bakamıyorum. Seslerini duymak, yanıma aldığım pembe ve mor tişörtlerinin kokusunu hissetmek daha iyi geliyor.
Güneşin ilk ışıklarıyla evden işe çıkarken çocuklarımı akşama kadar özlerdim. Fazla ihmal ettiğimi düşününce kendime prensip koymuştum: Ailemle ya sabah kahvaltısında ya da akşam yemeğinde birlikte olacağım. Özellikle okul zamanı sabah kahvaltısını birlikte yapar, onları servislerine bindirir, arkalarından uzun uzun bakar, her seferinde şükreder, Sakızağacı’nın dik yokuşundan koşarak iş yerime, Zaman’a varırdım.
ZAMAN’DA BİR GÜN
Gazetenin otoparkının duvarlarındaki sarmaşıklar bütün mevsimleri hakkıyla yaşatırdı. Top sahasının köşesindeki kulübede nöbetini ciddiyetle tutan sevgili köpeğimiz arabanın sesiyle başını şöyle bir kaldırır, adeta başıyla “tamam, her şey yolunda” derdi. Munis kedilerimiz bahçıvanın ayaklarının dibinden ayrılmazdı. Sabahın ilk selamını budadığı çiçeklere aşkla bakan bir adama verdiğim için kendimi şanslı hissederdim.
Sabah serinliğinin ıslaklığı ve çimen kokulu kısa adımları Zaman tünelinden geçince önce ‘göğe bakma durağı’mız büyük hole, sonra da ayağa kalktığınızda bütün bir katın göründüğü ferah ofisimize götürürdü.
İstanbul’un ve Yenibosna’nın keşmekeşinde Zaman bir huzur adası gibiydi.
İşe kahvaltısını yapmadan gelen arkadaşlarıma hayret ederek zemin kattaki pastaneden kağıt bardakta sıcak çayımı alır, ikinci kattaki masama öyle çıkardım. Sabahın 8’inde çok da fazla kişi olmazdı binada. Son birkaç ay bizim serviste gazeteye benden önce gelen bir arkadaşımız vardı. Üstelik çalıştığı yıllar boyunca hep geç kalmıştı. Sebebini sonra anladık. Meğer nişanlısı onun için dar kesim bir damatlık beğenmiş, onun hakkını vermek için erkenden geliyor, sporunu yapıyor, portakal suyuyla bilgisayarının başına geçiyordu.
Yenibosna ışıklar yönündeki toplantı odasına gidip gazeteleri okurken mesai arkadaşlarım teker teker gelir, hep geç kaldık duygusuyla sessizce yerlerine otururdu. Saat 8:45 gibi bütün gazetede yapılan ilk toplantı için foto muhabirleri hazır olurdu. Kural açıktı: Özel haberi olana rutin yok!
Bu şansı çok az kişi kullansa da gün içinde yandan diğer servislerin gündemlerine ve rutinlerine koşar, diğer yandan Zaman’da ve Aksiyon’da yayımlanan foto röportaj sayfaları için beyin fırtınası yapardık. Sanıyorum 4 yıl boyunca Zaman ve Aksiyon’da her hafta birer foto-röportaj yayımlayarak bu alanda Türkiye basınında bir çığır açmıştık.
Biz toplantıyı bitirmeden Haber Merkezi’nin toplantısı karşı salonda başlar, editör ekranına günün işleri teker teker düşerdi.
10:30’daki Zaman’ın gündem toplantısına hazırlık yaparken gündem yazılanlar işe giderdi. Önümdeki dolapların arkasındaki masadan yanık bir türkü duyuluyorsa Ali Çolak gelmiş demekti. Ali Abi’nin hiçbirimizde olmayan iki imtiyazı vardı. Gazete içinde istediği zaman argonun sınırlarını zorlayabilirdi -ki çok yakışırdı ona-, bir de canı çektiği zaman piposunu yakabilirdi ama bu lüksü nadiren kullanırdı. Arka masada Hasan Sutay bir şekilde gazetenin yayınlarını eleştiren okurlara bir derviş sabrıyla cevaplar yetiştirir, ne yapar eder en kızgın okuyucuyu bile sakinleştirirdi.
Aksiyon ve ekler de gelmişse artık saat 10:30 olmuş demekti. Sıra diğer toplantıdaydı…
“Bizim çocuklar” ise kah sokağın başındaki Oklava’da, kah simitçide kahvaltılarını yapar, bazıları sigarasını tellendirirdi. Uzun yıllar ben vardığımda sanki babaları veya bir büyükleri gelmiş gibi sigaralarını söndürürlerdi foto muhabiri arkadaşlarım. Bazen, “ver bir tane de ben yakayım” ya da “bu sefer de benden olsun” diyerek o utangaçlığı aşmıştık.
Kolay değildi, biraz sonra gaz maskesini alan, kaskını takan eyleme gidecek, bazıları patron portreleri çekecek, kimisi de kişisel gündemlerini fotoğraflayacaktı. Fakat mutlaka iki foto muhabiri yurt dışında veya şehir dışında olurdu. E-posta ile, uydu telefonu ile uzak ülkelerden, farklı coğrafyalardan kareler gün boyu tek tek düşerdi.
Zaman’ın dördüncü kattaki gündem toplantısında farklı fikirler ve düşünceler olsa da genellikle yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın baskın kişiliği hâkim olurdu. Pazartesi günleri bazen gazetenin yorum yazarları, bazen bir konuk gelirdi. Ahmet Turan Alkan’a, Şahin Alpay’a, Ali Bulaç’a, Mümtaz’er Türköne’ye gün olur Peyami Safa, gün olur Refik Halid katılırdı kitaplarıyla ve anılarıyla… Ekrem Bey öğretmenlik günlerini hatırladığında ise soru ve testlerle bir sınıfa benzerdi toplantı salonu. Fakat bence o katta ve kurumda her daim ‘ayın elemanı’ olan kardeşimiz çay ve kahve başta olmak üzere içecek menüsünü sıraladığında hep dost meclisine dönerdi.
Sonra kafeterya, yemekhane, mescit, ofis ve toplantı salonları arasında akşama kadar mekik dokurduk. Öğle yemeğinde Cafer Usta’nın leziz yemeklerinin üstüne bir acı kahve ya da çay içmek için mutlaka vakit bulunurdu. İş başına dönerken sessiz ikinci kattan geçenler, büyük ihtimalle fotokopi makinesinin başında usta muhabir Cemal Kalyoncu’yu görürdü. Yine bir söyleşi ya da portre için malzeme biriktiriyor olurdu arşivci Cemal. Kültür servisine uğrayanlar Kitap Zamanı için ayrılmış kitap yığınından arada sırada birer kitap ‘çarpar’dı. Sonunda buna önlem almak için kitapların olduğu bölüme ‘Lütfen almayınız!’ yazısı asılmıştı.
Öğleden sonranın rehaveti çok sürmez, akşama doğru gündem hızlanırdı. Akşam toplantısında ekranların başına geçer, o günün manşetini birlikte atardık. Tabi o saat sabahki kadar sakin geçmezdi. Aramızda kırıcı tartışmalar bile olurdu. En çok da tasarımcılarla fotoğraf servisi arasında. Bir gün çok sevgili kardeşim Fevzi Yazıcı ile yine, “fotoğraf dekupe mi olsun, kadrajı şöyle mi atılsın” gibi bir sebeple tartışmayı o kadar abartmışız ki, Ekrem Bey’in, “Kesin tartışmayı, gazetenin bereketini kaçırıyorsunuz” ikazıyla kendimize geldik. Ama sorun değildi. Ya Fevzi Yazıcı bana yurt dışına gittiğinde yanında getirdiği fotoğraf dergilerinden veya kitaplarından birini hediye eder, ya da ben onu mescit çıkışında merdivenleri ağır ağır çıkarken yakalar koluna girip kantine davet ederdim, iş tatlıya bağlanırdı.
BİR GAZETEDEN DAHA FAZLASI
Zaman hepimiz için bir işyerinden, gazeteden farklı bir yerdi. Randevularımızı verdiğimiz, dostlarımızı ağırladığımız, kitaplar, sergiler tasarladığımız yaşam alanıydı. Evimizde huzur bulur, Zaman’da nefes alırdık.
En çok “kendinizi yeteri kadar tanıtamadınız” sözüne hayıflanıyorum.
Yakamızdaki mavi ipli kimlik kartıyla bazen Cihan binasında uluslararası önemli bir ismi dinler, bazen toplantı odalarından birinde bir atölye çalışmasına katılır, bazen de kafeteryada çay-kahve içer, sohbet ederdik. O kafeteryanın dili olsa da konuşsa. Dünyaca ünlü bir yazara veya tasarımcıya, Pulitzer ödülü almış bir Magnum fotoğrafçısına veya önemli bir isme rastlamak işten değildi.
Yine de Zaman geçmişte yaşanmış güzel anılar olarak kalsın istemiyorum. O zümrüt yeşili cam bina bizim yaşadığımız ana ve geleceğe dair özlemlerinizi biriktirdiğimiz mekândı.
Zaman’a polis marifetiyle kayyım atandığı günlerdi. Sanki bana teselli niyetine gönderilen bir metni tabletimde okumuş ve sonraki hayatımın bir manifestosu olarak bir yere kaydetmiştim. Rahmetli hocam Ünsal Oskay tanıtmıştı Milan Kundera’yı. Hayatımı şekillendirecek yaşama sanatının ipuçlarını verecek Oskay, Kundera’dan sık söz ederdi. Prag baharı sonrası Fransa’ya iltica eden Milan Kundera’nın “Bilmemek” adlı romanından satırları okuyunca Nostos’un o kadar da hüzünlü bir kelime olmadığını anlamıştım. Nostos, Yunancada dönüş demekti. Bugünü yaşarken, geleceği kurgularken anların ve izlerin sizi yalnız bırakmaması… Hatırlama, yeniden yaşama arzusu… Tekrar yaşatma çabası bir anlamda. Hayatla, hayalle, rüyayla evvel zaman bilgilerini görünür kılma serüveni… Kundera romanının ilk sayfalarında etimolojik bilgilerle kavramı harikulade irdeliyor. Uzun yıllar ülkesinden ayrı kalmanın sonucu hatırlama ve unutma durumunu, bir gün evinde uyanacak olmanın rüyalarına girmesini anlatıyor.
Fotoğraf, daüssıla yaşatsa da, hatırlatır. Geçmişin anılarına pencere açar… O anları bugüne taşır. Yarına belge olur, bellek inşa eder.
Şimdi yeni yollar ararken, yeni yollar yaparken hepsinde o hatıraların izi olacak.