Uzun süreden bu yana yapılan
röportajlarla dikkat çeken ve ses getiren The Circle Sitesinin bu haftaki
konuğu, Gazeteci Yazar Abdülhamit Bilici. Sitenin editörü Engin Sezen’in
sorularını cevaplandıran Zaman Gazetesi Eski Genel Yayın Yönetmeni Abdulhamit
Bilici, çok çarpıcı açıklamalarda
bulundu.
Hizmet Hareketi ve özel yaşamıyla ilgili sorulara genişçe cevap veren
Bilici, “
Kimseyle dindarlık yarıştırmaya veya öyleymiş gibi görünmeye ihtiyaç duymayan,
öz be öz Anadolu topraklarının çocuğuyum. Bazıları gibi, birkaç yılda bir
şecere değiştirmeye ihtiyaç duymayacak kadar aslımız neslimiz bellidir.” dedi.
“Dünyanın belki o en
güzel insanlarının şimdi hapishane veya sürgünlerde olması kanıma dokunuyor”
diyen Yazar Bilici: “Hem devlet hem toplum adına çok büyük
bir nankörlük bu. Her biri veli ruhu taşıyan bu samimi insanların alın teriyle
kazandığı mallarının ve bağışlarıyla inşa ettikleri Hizmet kurumlarının zayi
olacağına asla ihtimal vermiyorum. Onları gasp edenlerin de hem dünya hem
ahirette yüzleri gülmeyecek.” diye konuştu.
AKP-Cemat ilişkisiyle ilgili ise Bilici: AKP
demokrasi yerine otoriterliğe kaydı. Cemaat’de bürokrasi ve siyasetle daha içli
dışlı hale geldi. Erdoğan ve AKP’nin girdiği diktatörlük yolundan dönme şansı
yok ama sanki Allah Cemaat’i, bir zalimin eliyle ve çok acılı bir süreçle de
olsa, bürokrasi ve siyasetten temizlemiş ve daha fazla insanın dünyaya
açılmasını sağlamış oldu ”dedi.
Türkiye’de hukuk sistemiyle ilgili yaşanan
süreçle ilgili zorlukları ise; “ Yangın öyle büyük ki, Alman Başbakanı
Merkel’in tehditle gazeteci Deniz Yücel’i 1 yıl sonra zar zor serbest
bıraktırabildiği, Af Örgütü gibi uluslararası bir insan hakları kuruluşunun
Türkiye’deki başkanı Taner Kılıç’ı hapisten çıkaramadığı, ABD’nin NASA bilim
adamı Serkan Gölge veya Rahip Andrew Brunson gibi kendi vatandaşlarını
kurtaramadığı karanlık bir tablo var karşımızda”diye ifade etti.
İşte Bilici’nin, Engin Sezen’in sorularına verdiği
cevaplar:
Kendinizi tanıtır
mısınız?
Kendimi tanıma gayretim
sürüyor. Ama kısaca şöyle özetleyeyim:
İnsan, Müslüman, büyük oranda
Türk, sürgün, demokrat, dindar, torun, oğul, eş, baba, kardeş, Nur talebesi,
imam hatipli, hacı, Boğaziçi’li, gazeteci, okur, yazar, İstanbul’lu, Dadaş,
doktora adayı, Fenerbahçe’li.
Yetiştiğimiz çevre?
Teşvikiye’de doğdum. Sultan
Abdülhamid’in yaptırdığı Etfal hastanesinde. İlkokula İstanbul’da başladım.
Babamın, bahçesi olan müstakil bir ev inşa edip yanında bir bakkal açarak
yaşamaya karar verdiği ve bunun için Teşvikye’den ayrılıp yerleştiği Tuzla’da.
Babamın İstanbul’un Anadolu’ya doğru en uç noktasındaki mütevazı şirin ev ve
yanıbaşındaki işyerindeki asude planları, bitmeyen hastalıkları nedeniyle akim
kaldı. Herkesin Anadolu’dan akın akın İstanbul’a göç ettiği 1970’lerin sonunda
biz, annem, babam ve 3 kardeşimle beraber, eşyalarımızı da taşıyan, içinde bir
keçinin de bulunduğu kamyonun sırtında, babamın ve annemin köyüne döndük.
Hayatımı yazsam roman
olurdu gibi.
Evet, belki. Çağan Irmak ya da
Mahsun Kırmızıgül duysa, belki film yapmayı bile düşünür. (Tabii şu an böyle
bir şey yapmaya kalksalar anında f.tö’den hapsi boylarlar) Memlekete yerleştik.
Tek odada kalıyoruz altı kişi. Amcamlar babaannemi de bize gönderince etti
yedi. Bırakın evi mahallede bile su, çeşme yok, elektrik yok. Tuvalet evin eğey
uzağında. Geceleri ve özellikle kışın gitmek yürek istiyor.
Babamın annemin çocukluğu
burada geçtiği için onlar için nispeten normal olan köy hayatı, benim için taş
devrine kurgusal bir seyahat gibiydi. O yaşta bu büyük şoku nasıl atlatmışım
bilmiyorum. Üçüncü sınıfa, köydeki ilkokulda başladım. Derslerdeki seviyem
doğal olarak köy seviyesinin ilerisindeydi ama İstanbul Türkçesi ile konuştuğum
için her şekilde uzaylı gibi algılanıyordum. Tek odalı, suyu, elektriği olmayan
evde, yaşıyorduk ama arkadaşlarım “sosyete, çikolata, muhallebi çocuğu” diye
takılıyordu. Kulakları çınlasın, Bursalı Mehmet Yıldırım öğretmenimin de büyük
desteğiyle ve zamanla yeni şartlara alıştım. Evin en büyük çocuğu olarak köy
işlerini öğrendim hızla. Orak, tırpan biçmek, ot kaldırmak, at binmek, ata yük
yüklemek, sabanla tarla sürmek, çobanlık yapmak… Ailece ilk işimiz, ayrı
odaları olan bir ev yapmak oldu.
Bu arada babam, çok yakın bazı
akrabaların ve komşuların tuhaf itirazlarıyla yılmayıp mahalleye su getirdi.
Mesela bir akrabamız, su borularının tarlasından geçmesini istemiyordu. Böyle
‘sudan’ sebepler yüzünden babamla yaka paça kavga ettiklerini bile gördüm.
O günden beri bizim
toplumumuzda kamu yararına iş yapmanın bile ne kadar zor olduğunu düşünür, bu
şartlarda ideolojisi ne olursa olsun, taş üstüne taş koyan herkese başka bir
saygı duyarım. Mesela Rahmetli Özal’ı sevmemin sebeplerinden biri de buydu.
Onun sayesinde köyümüze elektrik ve onunla birlikte tv gelmişti 1986 yılında.
Ülke için yapılan çalışmaları sempatik dille anlattığı İcraatın İçinden
programlarını büyük ilgiyle izlerdim. Milyonlarca insanın Erdoğan’ın sevme
nedeni de aslında temelde buydu. Yollar, hastaneler, köprüler, vb. Köyümüzdeki
kronik su sorununa çözüm olarak onlarca yıldır konululan su bendi AK Parti
döneminde yapıldı. Elbette bu icraatları kendisi için bir zenginleşme yoluna
çevirmesini bile epey vatandaş, “Çalıyor ama çalışıyor” diyerek görmezden
geldi.
İnsanlık için minicik ama
mahallemiz için tarihi bir adımdı çeşme. Hergün yarım saatlik mesafeden su
taşımaktan kurtulmuştuk. Köy ortamında hayatla en sıcak bağım, pille çalışan
radyomuzdu. “Arkası Yarın” ve “Çocuk Bahçesi” programları benim romanım,
sinemam, tiyatrom ve televizyonumdu. Hiç kaçırmamaya çalışırdım.
Öğretmenim başarılı bir
öğrenci olduğumu, okumam ve kesinlikle köyde kalmamam gerektiğini söylüyordu.
Babam zor geçim şartlarına rağmen bunun için her fedakarlığı yapmaya hazırdı.
Gönlünden geçen, aile geleneğini devam ettirip müftü, vaiz gibi bir din adamı
olmam yönündeydi. Bana da o günkü çocuk aklımla soğuk gelmiyordu bu fikir.
Köyde yeni açılan ortaokula bir yıl gittikten sonra ertesi yıl
Erzurum’a gidip İmam Hatip’e
bu amaçla başlamıştım. Böylece gurbet hayatım da ortaokulla birlikte başlamış
oldu. İlk 2 sene, yakın akrabalarda kaldım. Sağolsunlar bana ana babalık
yaptılar. Üzerimde ne çok emekleri vardır. Ama ne kadar iyi olsalar da hiç
kimse, hele o yaşta anne babanın yerini tutabilir mi?Çok özlerdim onları. Çok
ağladığımı hatırlarım. Ama bu zorlu tecrübe, küçük yaşta bana kendi işlerimi
çekip çevirmeyi, sorumluluk bilincini öğretti. Köyümüz bir saatlik mesafeydi
aslında ama gidip gelmek maliyetti.
‘Abiler’le o yıllarda
tanıştım. Üçüncü sınıfta Risale-i Nur dershanesinde kaldım. Maddi gerekçelerle
Lise de devlet parasız yurduna geçtim ve lise bitene kadar da orada kaldım. Yazları ailemin yanına gidiyor, köy
işlerine yardımcı oluyordum. Liseyi birincilikle bitirip bölge birincisi olarak
‘kazaen’ Boğaziçi Üniversitesi’ne geldim. Aslında Ankara Siyasal veya Hukuk’ta
okumak istiyordum. Kaymakam, vali olacaktım. Ama en yüksek puana göre sıralama
yapınca Siyasal ve Hukuk’un üstündeki okula yerleştirilmiştim. Kazandığım
üniversitede eğitimin İngilizce olduğunu öğrenince çok paniklemiştim. 2 yıl
içinde dili geçemeyenlerin orada okuma hakkını kaybettiğini öğrenince panik,
ciddi bir kaygıya dönüşmüştü. Çünkü lisede dilim Fransızca idi ve “How are you,
what is your name” dışında İngilizce bilmiyordum.
Teşvikiye’den
Tortum’un Köyü’ne, İstanbul’dan Erzurum’a, İmam Hatip’ten Boğaziçi’ne…
Genellikle kendimi iki uç
tarafın ortasında bulmamın, hayat hikayemdeki bu gel gitlerle ilgisi
olabileceğini düşünüyorum.-Şu an İmam Hatipliler
iktidarda. Erdoğan da sizin gibi bir İmam Hatipli ve bu okulların sayısı
katlanarak artıyor.
İmam Hatip’te öğrenci iken
farklı dini gruplar arasında rekabet ve sürtüşmeler vardı. Kendini yetiştirme,
İslam’ı güzel ahlakıyla temsil ederek dünyaya açılma, bunun için dil öğrenme
gibi bir vizyon olmadığı içindi bu kısır döngü. Dini ve dünyayı birlikte
öğretme gibi bir amaçla kurulmuştu ama ikisini de doğru düzgün öğretme
noktasında pek başarılı değildi. Okulların vizyon sorunu kadar, rejim
tarafından hep öteki gibi görülmeleri, genelde hali vakti yerinde olmayan ailelere
hitap etmeleri de bunda etkiliydi.
Bugün rejim fazlasıyla
yanlarında ama üniversiteye giriş kriterlerine göre bakılırsa ortada yine bir
başarı yok. Bugünkü Türkiye’nin küçük bir örneği gibiydi İmam Hatipler.
Başarılı ve anlayışlı hocaların yanı sıra baskıcı olanlar da vardı.
Bediüzzaman’a da, tasavvufa da, Osmanlı tecribesine de pek sıcak bakmazdı hakim
zihniyet. Bazıları İran devriminin, bazıları Selefiliğin etkisi altındaydı.
Osmanlı saraylarda lüks içinde yaşamış, İslama ihanet etmişti. Hakimler
Allah’ın hükümleriyle hükmetmediği için kafirdi. Devlet tağuttu. Şimdi ülke
büyük bir İmam Hatip oldu. Ama nasıl olduysa Osmanlı’yı dilden düşürmüyor aynı
insanlar. Öyle devletçi oldular ki, demokratik muhalefeti, devlete şirk koşmak
olarak görüyorlar. Sırf İmam Hatip’te okuduğu için dışlanmış, her fırsatta önü
kesilmeye çalışılmış bir İmam Hatipli olarak bununla gurur duymayı çok
isterdim. İmam
Hatiplilerin iktidar olduğu ülkede yalan, hukuksuzluk, talan ve zulüm zirve
yaptı. Yıllarca ötekileştirilmesine rağmen kendisine baskı
yapanlar dahil herkesi hukuk ve demokrasi temelinde kucaklayan Hz. Muhammed(as)
veya Mandela gibi olmk yerine aydınları, kadınları, bebekleri hapse tıkan,
üniversitelerde 12 Eylülcülerin yaptığının 7 bin katı kıyım yaptılar her kesimden.
Taciz ve tecavüzler zirve yapmış durumda. Tek partinin baskıcı laiklik
zihniyetine karşı samimi olarak İmam Hatiplere destek vermiş samimi müminler
için de utanç verici, yüz kızartıcı bir sonuç.
Üniversiteye gidince oradaki
tüm dindarların tamamının zaten bir avuç kadar olduğunu hepimiz fark ettik.
İmam Hatip ortamındaki fraksiyonlar arası gerilim, yerini uzun ve derin
muhabbetlere bıraktı. En samimi olduğum arkadaşlardan biri, malesef şimdi
oluşan yeşil renkli tek adam rejimine fikir üreten bir kurumun başında. Tek
parti tecrübesi aleyhine o kadar birlikte atıp tuttuğumuz o arkadaşım,
destekçisi olduğu rejimin, dünyada hapishanede en fazla gazeteci bulunduran bir
ülke olmasını nasıl izah ediyor kendine, bundan mutlu mu çok merak ediyorum.
Başörtülü hamile kadınların doğumhanelerde gözaltına alınmasına karar veren
İmam Hatip mezunu savcılar, hakimler var şimdi. Perinçek ile el ele vermiş,
başörtüsüne ve dindarlara en büyük destek vermiş Nazlı Ilıcak’ı, Ahmet Altan’ı
hapse tıkıyor, 80 yaşındaki piri fani Anadolu insanlarına bile zulmetmekten
geri durmuyorlar. Bir
tanesi bile çıkıp, “Bu yaptığınız ayıptır, zulümdür, cinayettir” demedi henüz,
diyemedi. Bunları yapanlar adına ben utanıyorum. Yıllarca ötekileştirildikten sonra
nihayet elde ettikleri güç başı dönen bu insanlar, hipnoz etkisinden kurtulup
vesile oldukları tahribatı ve şaşkakçılığını yaptıkları isimlerin gerçek yüzünü
görünce kendilerinden utanacaklar belki. Çocuklarına
anlatamayacaklar Reza Zarrab gibi ahlaksız bir rüşvetçiyi aklayıp, Kur’ana makara
diyen Bağış’ı bağırlarına basıp, fikir adamı, tefsir yazarı Ali Bulaç’ı ve 16
bin masum kadını 600 bebekle hapse tıkma rezaletini. Bunun ne İmam Hatiplilik
ile ne İslam ile ne insanlıkla ilgisi olmadığını anlayacaklar mutlaka birgün.
Muhafazakar aile
yapınız, muhafazakar Erzurum çevresi, İmam Hatipli yıllar ve en son da Boğaziçi
ortamıyla süregiden bir serencame… bütün bunların zihin dünyanıza etkilerini
nasıl görüyorsunuz?
Akvaryumdan okyanusa atlamak
gibi bir süreçti bu. Dünya tarihi de bizim tarihimizde oldukça nesnel bir
şekilde anlatılıyordu. Resmi ideolojinin etkisi yok gibiydi okulda. Özgür bilim
ortamınd, tabu olanlar dahil her şeyi konuşuyorduk derslerde. Benim yetiştiğim
kültüre göre şekilsel saygı da ahlakın bir parçasıydı. Mesela hocanın yanında
ayak üstüne atılmaz, söylediğine itiraz edilmezdi. Ama burada herkes rahat
oturuyor, istediğini konuşuyordu. Şekle değil, fikre, kafaya bakılıyordu.
Özellikle yabancı kolejlerden gelmiş öğrenciler ayak ayak üstüne atıyor, uzun
oturuş vaziyetinde hocaları dinliyorlardı. Bana çok çok tuhaf gelen bu hali
kimse yadırgamıyordu. Hocalar kendimizi ifade etmemiz ve fikirlerimizi
özgüvenle savunmamız için özel gayret gösteriyordu. İlk derslerden birinde, bir
konudaki fikrimi söyledim. Hocanın farklı bir şey söylemesi üzerine ben de
yaklaşımımı yumuşatıp değiştirdim. Hoca, fikrimden hemen geri adım attığım için
ikaz etti. Bizim için yeni bir yaklaşımdı. Ezbere değil, anlamaya, analiz
yapmaya önem veriliyordu. Nilüfer Göle, Binnaz Toprak, Ersin Kalaycıoğlu, Ethem
Elden, Murat Çizakça, Kemal Kirişçi gibi alanlarında söz sahibi hocalarımızdan
çok şey öğrendik. Daha sonra bazılarıyla dost olup birlikte konferanlara, tv
programlarına katılacaktık.
İmam Hatip ve Cemaat
ikliminde öğrendiğimiz muhafazakar öğreti ve kabuller, üniversite ortamında
ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldı. Bu durumu, Osmanlı aydınlarının
Paris’e gidince Batı ile karşılaşmalarına benzetiyordum. O karşılaşmayı yaşayıp sağlıklı
sentezlere varmış, İkbal
ve Nurettin Topçu gibi isimler bu açıdan daha çok ilgimi çekmeye başladı.
Kafamın çokça allak bullak olduğu, cevapsız sorularla başbaşa kaldığım oluyor,
bu durum beni daha çok okumaya yönlendiriyordu. Hayatımızdaki herşeyin
merkezinde yer alan “din” öğretilen analizlerde ya hiç yer almıyor, bahsedildiğinde
de genelde olumsuz biçimde söz ediliyordu.
Aydınlanma ve pozitivist
fikirler karşısında en büyük manevi ve entelektüel desteği, Hz. Bediüzzaman’ın
eserlerinde buldum. Risale i Nurlar ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dünya ve
bilimle barışık yeni dinarlık yaklaşımından habersiz olsam, aile ve İmam Hatip
muhafazakarlığı ya da taassubu ile bu meydan okuma karşısında zihnen ayakta
kalmam çok zordu. Okul süresince 3-4 sene Ortaköy’deli öğrenci evinde kaldım.
Okulumuz da, kaldığım ev de Boğaz’ın hemen yanındaydı. Genel Müdür olduğumda
bile uzak olacağım büyük bir lükstü bu. Çalışmaya başladığımda, şehrin taşrası
sayılan Yenibosna, Avcılar ve Başakşehir gibi mekanlarda yaşayacaktım. Şunu da
ifade edeyim, Boğaziçi’nden Yenibosna’ya gitmek de belki bir özveriydi ama
Kenya, Yemen veya Sibirya’ya giden arkadaşlarıma kıyasla çok küçük bir
fedakarlıktı.
Öğrenci evinde kaldık
dediniz oradaki hayatı anlatsanız biraz?
Öğrencilik döneminde yaz kış,
hafta içi hafta sonu Hizmet’le ilgili meşguliyetlerimiz vardı. Bir numaralı
vazife, öğrencilerle ilgilenmek, derslerine destek vermek, dinimizi sevdirmeye
çalışmaktı. Mevsimlik işler de vardı, mesela bayramda kurban derisi toplamak
veya Zaman abone kampanyasına destek olmak gibi. Bu işlerden büyük manevi haz
duyar, hiç yüksünmezdik. Yaşatımız gençlerin boş zamanlarını dolduran şeylere
vakit kalmazdı. Anadolu’dan üniversiteye gelmiş olan başka arkadaşlar, okulun
son günü valizleriyle gelir, oradan terminale geçip memleketlerine giderdi. Ben
tatillerde en çok 1-2 haftalığına ailemin yanına gidebilirdim.
Gazeteciliğe
nasıl başladınız?
Zaman’ın Washington temsilcisi
olan Ali Aslan bizim üniversiteden gazeteye giden ilk ağabeyimizdi.
Üniversitenin son yılında, Erhan Başyurt, Bülent Keneş, Abdullah Bozkurt,
Selçuk Gültaşlı gibi yakın dönemde aynı bölümde okuyan arkadaşlarla, Zaman
Araştırma Grubu adında amatör bir gazetecilik ekibi oluşturmuştuk.
Araştırmalar yapıyor, ilgimizi
çeken konularda biraz derinlikli haberler, yazı dizileri hazırlıyorduk. Bu
minik adım, o gruba katılan herkesin hayatını, kariyerini şekillendirdi. Mezun
olunca gazetede muhabir olarak başladım. Genç bir muhabir olarak mesleğe
başladığımda, Erdoğan da İstanbul belediye başkanlığına aday olup siyasi
kariyeri için çok önemli adım atmıştı. Propaganda konuşmalarını izlediğim o
genç siyasetçinin birgün gelip başbakan olacağı ve özel uçağında birlikte
seyahatler edeceğimizi, yine bir gün gelip yönettiğim medya kurumlarını elimden
alıp beni sokağa atacağını tahmin etmem elbette mümkün değildi.
Şu anda
neredesiniz? Neler yapıyorsunuz?
4 Mart 2016’da Zaman medya
grubuna el konulduktan sonra Türkiye’de hareket özgürlüğüm kalmadığını anlamam
zor olmadı. Sürekli peşimde
tuhaf tipler vardı. Konuşmalarım dinleniyordu, bunu hissediyordum.
Tehditler daha da artmıştı. Sokakta, evimde, markette hatta mahalle camisinde
bile artık güvende olmadığımı hissediyordum. Herşeye rağmen kalmak
taraftarıydım ama sevdiğim insanlar yurtdışına çıkmam için çok ısrar etti. O
gün itibariyle pasaportumda sınırlama olup olmadığını bilmiyordum. Artık beni
düşman görenlerden bunu öğrenme imkanı da yoktu.
Bir geceyarısı risk alıp
havaalanında deneyerek öğrenme dışında yol yoktu. Çıkışıma izin verilmeyebilirdi
veya orada gözaltına alınabilirdim. Ama o günlerde Türkiye’nin en önemli
gazetelerinden birine el koyup susturmuş olmak, onları yeterince tatmin etmiş
görünüyordu. Zaten tüm dünyadan büyük tepki gelmişti bu vandallığa. Belki bir
de o gazetenin yayın yönetmenini hapse atmanın o gün için biraz fazla olacağını
düşünmüş olabilirler. 2013’ten beri baskı ve sindirme politikasına karşı
direnmeye çalışıyor olsak da 15 Temmuz öncesiydi ve hala işlerin düzeleceğine
dair umut vardı. Madem hedefteyim ve Türkiye’de birşey yapmama kolay kolay izin
vermeyeceklerdi. Avrupa’ya geçip medya çalışmalarına yardımcı olurum diye
düşündüm. Ama vize sorunları nedeniyle bu mümkün olmadı. Ben Avrupa’ya geçtim
ama eşim ve çocuklarımın sadece eskiden kalma ABD vizeleri olduğu için onlar
Avrupa’ya gelemediler. Bu yüzden hep beraber ABD’de buluştuk.
Şu an ailenin geçimini
sağlamak için tercüme işleri ve Uber, yani postmodern taksicilik yapıyorum. 1980
darbesinden sonra Almanya’da sürgün yaşarken taksicilik yapan gazeteci Aydın
Engin’in kulakları çınlasın. Ayrıca fırsat buldukça
üniversitelerde, sivil toplum örgütlerinin toplantılarında konferanslar verip
Türkiye’de yaşadıklarımı, onbinlerce insanın maruz kaldığı mağduriyetleri,
medya özgürlüğünün önemini, bir ülkenin kısa sayılacak bir sürede demokrasiyi
kaybediş hikayesini anlatıyorum. Talep
olursa uluslararası medyaya röportajlar veriyorum. Sürgündeki gazetecilerin
kurduğu haber siteleri ve uluslararası medya için bir şeyler yazmaya
çalışıyorum. Sürgündeki meslektaşlarla biraraya gelip dertleşiyoruz.
Türkiye’deki mağdurlara yardım için diasporadaki dostlarla projeler üretmeye
çalışıyoruz.
Kitaplarla
aranız nasıl bu aralar?
Kafamı toparlayabildiğim
kadarıyla eskiden okumak için vakit bulamadığım kitapları okumaya çalışıyorum. Mesela Mandela’nın otobiyografisini
okudum. Long Walk to Freedom(Özgürlüğe Uzun Yolculuk) “Bir insan 27 yıl hapiste kalıp da
ideallerini nasıl korur?” sorusunun cevabını merak ediyordum.
Kitapta bunun cevabını bir yiğit bir özgürlük kahramanının dilinden
öğreniyorsunuz.
5-6 yıl öncesine kadar
yükselen Türkiye’nin şimdi niye hızla dibe doğru gittiği sorusuna bilimsel bir
cevap ararken, Daron
Acemoğlu’nun “Why Nations Fail?” (Ülkeler niye başarısız olur?) kitabını
okudum. Müthiş bir çalışma. Güneşi, toprağı, suyu, zengin insan
potansiyeli olmasına rağmen fakirlik ve her türlü perişanlıkla boğuşan
ülkelerde ders kitabı olarak okutulması ve ahlakını yitirmemiş yöneticiler
tarafından anlaşılması gereken bir kitap. Yazarı’nın, ülkemizdeki Ermeni
toplumuna mensup olması ve iktisat alanında Nobel’e aday gösterilmesi de gurur
verici.
Ayrıca, seçilmiş başkanın
diktatöre dönüşmesine izin vermeyecek bir anayasayı, bundan 250 yıl önce yazan
ve göreve devam etmesini istemelerine rağmen kötü örnek olmamak için bunu
reddeden George Washington ve ABD’nin diğer kurucu isimlerini (Founding
Fathers) okuyorum. Elimdeki son kitap da sadece bir liderin değil, çoğunluğun
da tirana dönüşebileceğine yine iki yüzyıl önce dikkat çeken ve insanlık için
özgürlüğün önemini savunan John Stuart Mill’in, Özgürlük Üzerine, kitabı.
Bunları okurken sadece Türkiye’nin değil, bir zamanlar muhteşem medeniyetler
kuran ama şimdi perişan haldeki İslam dünyasının nerede kaybettiği ve çıkış
yolunun nasıl olacağı sorularının da cevabını arıyorum.
Gelelim
Hizmet’le tanışmanıza?
Erzurum İmam Hatip’te okurken
Hizmet’le tanıştım. Hizmetle irtibatlı bir öğretmenim vesile olmuştu. Küçük
yaşta oldukça hızlı bir tanışma oldu, ortaokul üçüncü sınıfta dersanede (Işık
ev) kaldım. Zaten dindar bir ailenin çocuğu olduğum için uyum sağlamam kolay
oldu. Babam her sabah namazdan sonra uzunca sesli tesbih çeker, daha sonra
Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi Hazretleri’ne ait olduğunu öğreneceğim
duaları ve Yasin, Mülk gibi sureleri okumayı ihmal etmezdi. Mezar taşıyla
iftihar olmaz ama hainlikten teröristliğe her türlü alçakça suçlamaya maruz
kaldığımız için ailemden biraz bahsetmek isterim. Bu, hem kökenim hem de Hizmet’in
hayatımdaki rolü bağlamında fikir verir.
Erzurum’da, özellikle de
ilçemiz Tortum’da bilinen bir aileye mensubum. Dedem Hacı Yunus Efendi, tek
parti döneminin baskılarına maruz kalmış ama yılmayıp birçok değerli talebe ve
300’den fazla hafız yetiştirmiş bir maneviyat büyüğü. Erzurum müftülüğü yapmış,
Mehmet Kırkıncı ve Fethullah Gülen Hocaefendi’lere ders vermiş, ciddi fıkıh
alimlerinden Osman Bektaş’ın hocası. Son devrin nadir gönül sultanlarından
Alvarlı Efe’den feyz almış. İstanbul’da uzun yıllar ilim tahsil etmiş Vıhikli
Ahmet Efendi’nin talebesi. Tortum’a bağlı Serdarlı mahallesine, eski adıyla
Yukarı Katıklı Köyü’ne yolu düşenler, şirin camimizin bir köşesinde dedemin
türbesini görürler. Anne tarafından da baba tarafından da dedelerimin kisi de
hafızdı. Uzun yıllar köyün hocalığını yapmış, başındaki Ahmediye sarığını hiç
çıkarmamış, beyaz uzun sakalıyla hatırladığım oldukça dindar bir insandı dedem.
Bu yüzden ailemize
‘İmamgil’ler deniyordu. Yani imamlıkla cemaatte tanışmadım!
Kimseyle dindarlık yarıştırmaya veya öyleymiş gibi görünmeye ihtiyaç duymayan,
öz be öz Anadolu topraklarının çocuğuyum. Bazıları gibi, birkaç yılda bir
şecere değiştirmeye ihtiyaç duymayacak kadar aslımız neslimiz bellidir. Aileden
gelen bu geleneğin dindarlık boyutu oldukça güçlüydü ama bilimle, dünyayla ve
yeniliklerle ilişkisi hayli tutucuydu. Batılılaşmaya tepki olarak, çocuklarını
zorunlu olan ilkokulun ötesinde okutmamışlardı. Çoğu onu bile dışarıdan
birirmişti. Mesela babamın bir amcasından, Allah’ın Nuru olan Ay’a gidilemeyeceğini
duymuştum. Radyo gibi yeniliklere de sıcak bakmazlarmış. Ama aynı insanların,
“Onlar’da Allahı tesbih ediyor” diyerek 80 yaşında elindeki kovayla ağaçlara su
taşıdığını da gördüm. Galiba aileden üniversite mezunu olan ilk kişi bendim.
Hizmet’te gördüğüm dindarlık;
dünya, teknolojik yenilikler ve bilimle barışık yeni bir dindarlıktı. Çocuk
yaşta okumaya başladığım Bediüzzaman’ın Risaleleri ve Fethullah Gülen
Hocaefendi’nin yaklaşımında son 3-5 asırda İslam dünyasına ve aslında tüm
dünyaya hayli ağır bedeller ödeten din-bilim çatışmasının izi yoktu. Onlara
göre Kimya, Biyoloji, Fizik gibi bilimler Allah’ı anlatıyordu. Hocaefendi’nin,
“konferanslarında” termodinamikten bahsettiğini duyuyorduk. Başlarda Cemaat’in
tek yayın organı olan Sızıntı Dergisi, din ile bilime aynı ölçüde yer
veriyordu.
İmam Hatipli olduğum için
ortaokulda kaldığım Hizmet Evi’ndeki abilerimiz de kimi İstanbul’dan kimi
Kayseri’den kimi Manisa’dan, kimi Ankara’dan İlahiyat okumak için Erzurum’a
gelmiş öğrencilerdi. Geceleri
teheccüde kalkıyor, namazlardan sonra uzun uzun tesbihat yapıyor, pazartesi
perşembe günleri oruç tutuyorduk. Bu arada ufak ufak çay
yapmayı, yemek pişirmeyi, bulaşık yıkamayı, misafirlere servis yapmayı
öğreniyorduk. Okuldan arkadaşları da haftasonları evimize için davet ediyor,
onları Hizmete kazandırmaya çalışıyorduk. Risale-i Nurları bolca okuyor, o
yıllarda 12 Eylül darbecileri tarafından aranan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin
darbe öncesi çeşitli Ege camilerinde gözyaşlarıyla yaptığı heyecan dolu vaaz kasetlerini
dinliyorduk. Cemaat ve Abiler de dindardı ama onlar üniversiteli, şehirli
dindarlardı. Daha sonra akademisyen olacak bir abimiz, ülkücü kökenliydi. Nurettin Topçu, Erol Güngör, Samiha
Ayverdi, Nevzat Köseoğlu, Orhan Akay gibi önemli isimlerin eserleyle
tanışmama o vesile olmuştu. Şimdilerde feci şekilde çoraklaşmış olan milliyetçi
çizginin galiba en rafine temsilcileriydi onlar. Daha sonra tasavvuf alanında
profesör olacak bir başka abimiz, Arapça güzel yazı sanatı olan hüsn-ü hat’a
meraklıydı. Onun da teşvikiyle bir ara hüsn-ü hat çalışmıştım. Musikiye ilgi
duyan bir başkasıyla ilahi grubu oluşturmuştuk. 1970’lerin sağ-sol
cereyanlarına kapılmış birçoklarının tecrübelerini, görüşlerini öğrenme
imkanınız vardı. Kaldığımız evde tıp, mühendislik, edebiyat gibi farklı
alanlarda okuyan öğrenciler de vardı. O şartlarda her açıdan bulunmaz bir
zenginlikti bu. Derslerle ilgili bir sorun veya ödev olsa yardımcı oluyorlardı.
Sadece bize değil, apartmandan ve mahalleden çocukların da gönüllü
belletmenleriydi onlar.
Kamuoyunda Cemaat veya Hizmet
bilinmiyordu pek. Cumhuriyet gazetesinin aleyhte yayınlarını hatırlıyorum,
Ege’de yaz kampı yapan öğrencilerle ilgili. “Silah eğitimi alıyorlardı… şaka
şaka ne silahı”. Gençlerin kitap okuyup ibadet ettikleri öğrenci kamplarıydı
bunlar. Ama o zamanki çok “demokrat” medyamız, Bekaa vadisindeki terör kampları
gibi jurnalciliği ihmal etmezdi. Cemaat
o zaman yaygın olarak Nurcular diye biliniyordu. Daha sonra
başbakanlarla, cumhurbaşkanlarıyla muhatap olacak, Türkiye’nin değişmez
gündemlerinden biri olacak, dünyaya açılacak cemaatin o günlerde devletle
ilişki düzeyini anlatan bir hatırayı asla unutamıyorum. İzmir merkezli, Akyazılı Vakfı’nın
genel sekteteri olan İlhan İşbilen, (Şu an sudan sebeplerle hapiste olan
onbinlerce Hizmet mensubundan biri. Zulme uğramış bir
milletvekili. Allah hepsinin ecirlerini katlandırsın, bir an önce
özgürlüklerine ve ailelerine kavuştursun) o dönemde cemaatte dışa açık en
önemli isimdi belki. Beyaz bir Mercedes’i vardı, çok titizdi, bekardı, şık
giyinirdi. Bir gün
İlhan Bey’in Erzurum valisini
ziyaret ederek çikolata hediye edip eğitim çalışmalarından bahsettiğini
duymuştuk. Cemaatin
1980’lerdeki ufkunda bu devrim gibi bir adımdı. Sonra Aziziye
Koleji açıldı, ona dershaneler, öğrenci yurtları eklendi. Devlet’le temaslar
rutinleşti. Şu an hukuksuzca el konulan ve birçok başarılı öğrenci yetiştirmiş
o eğitim binalarının hepsinin tek tek ne güzel hikayeleri vardır. Ne kadar ter,
emek ve gözyaşı dökülmüştür, şimdi haramilerin gasp ettiği o kurumlara.
Aziziye Koleji inşa edilirken
hafta sonları inşaatında çalışırdık. Kurban bayramı gelince hem evlerin hem o
eğitim kurumlarının ihtiyacı için büyük küçük demeden hepimiz deri toplamaya
koyulurduk. Çocuklarıyla bayram yapmak yerine, ihtiyaç sahibi çocuklar için
burs olacak deri toplama işine gelen esnaf abilerin hasbiliği, benim için en
değerli insanlık, örnek Müslümanlık ve fedakarlık eğitimiydi. Taze derilerden
akan kanlar, benzinini ceplerinden koydukları arabalarını kirletirdi ama onlar
en küçük rahatsızlık göstermek şöyle dursun bu işin her anını ulvi bir neşveyle
yaşarlardı. Dünyanın
belki o en güzel insanlarının şimdi hapishane veya sürgünlerde olması kanıma
dokunuyor. Hem devlet hem toplum adına çok büyük bir nankörlük
bu. Her biri veli ruhu taşıyan bu samimi insanların alın teriyle kazandığı
mallarının ve bağışlarıyla inşa ettikleri Hizmet kurumlarının zayi olacağına
asla ihtimal vermiyorum. Onları gasp edenlerin de hem dünya hem ahirette
yüzleri gülmeyecek.
Hizmet’i nasıl
tanımlarsınız?
Hizmet, din, dil, renk
ayrımı yapmadan, eğitim, diyalog ve insani yardım yoluyla insanlara katkıda
bulunmayı Allah’ı hoşnut etmenin ve İslamı günümüze uygun şekilde yaşayarak
temsil etmenin yolu olarak gören, inanç temelli bir gönüllüler hareketi. 20 yıl önce bir cemaatti ama artık
hareket. İsveçli sosyolog Elisabeth Özdalga, Hizmet’i, “dünyalı zühd” (worldly
ascetism) hareketi olarak tanımlamıştı. Hizmeti anlamak için o makaleyi hala
geçerli ve değerli buluyorum. https://fgulen.com/en/press/review/25008-worldly-asceticism-in-islamic-casting-fethullah-gulens-inspired-piety-and-activism
Bediüzzaman’ın temel sorun
olarak saptadığı, cehalet, fakirlik ve ihtilafa karşı eğitim, diyalog, insani
yardım yoluyla mücadele hareketi olarak da tanımlanabilir. Doğası gereği sosyal
hareketler, ilişki biçimleri, organizasyon yapısı, hareket tarzı bakımından
kurumlardan farklıdır. Mesela Zaman gazetesi bir kurumdur. Çalışanları
kayıtlıdır. Sahibi, yöneticisi, bütçesi, vergisi herşeyi açık ve şeffaftır.
Veya “Kimse Yok Mu”, bir yardımlaşma ve hayır kurumudur. Yöneticisi, üyesi,
geliri, gideri, Türkiye ve dünyada dağıttığı yardımlar, açtığı hastaneler,
yetimhaneler bellidir. Türkiye’de devletin ve aktif olduğu yerlerdeki
devletlerin yasalarına göre hareket eder, onların denetimine açıktır. Veya
Washington’daki Rumi Forum’u ele alın. Bulunduğu ülkenin yasalarına göre
kurulmuş, o çerçevede bütçesi, yönetimi, denetimi ve faaliyetleri olan bir
kurum. Bu örnekleri üniversiteler, okullar, yurtlar ve derneklerle
çoğaltabilirsiniz.
Hizmet bir bakıma böyle
kurumlara ilham kaynağı olmuş insani, ahlaki, dini ve felsefi değerlerin tümüne
deniyor. Ama bütün olarak hareketin bir kurum gibi olması kolay değil, belki
mümkün de değil. Ya da mümkünse buna kafa yormak gerekir. Hareket yine doğası
gereği durağan, donuk ve sabit değil, sürekli değişen, değişken, gelişen ve
öğrenen bir yapıdır. Avustralya’da doğup büyümüş bir Hizmet insanı ile
Konya’daki ortak Hizmet ruhunu taşır ama bunların aynı tipte insan olması
beklenemez. Bugünkü Hizmet artık 1970’lerdeki Cemaat değildir. 1980‘lerdeki
hali ile 1990’lar ve 2000’ler de birbirinden çok farklıdır. Hocaefendi de Hizmet
Hareketi de Hizmete gönül vermiş bireyler de zamanla değişim geçirmiştir.
Örneğin, cemaatin bailangıçta müziğe nasıl mesafeli yaklaştığını, sonra kulağı
çınlasın Reşit Muhtar’ın küçük adımlarıyla ısınıp, ardından Cem Karaca gibi
isimlerle nasıl samimi dostluklar kurulduğunu ve Türkçe Olimpiyatları’nda Fatih
Kısaparmak’tan Muazzez Ersoy ve Ajda Pekkan’a kadar sergilenen açılımı
yaşayarak gördüm. Son 4-5 yıldır yaşanan bu sıkıntılı dönemin de çok önemli
değişimlere yol açacağı kesin. Hizmet mensuplarının şimdiden Türkiye ve
dünyanın tüm mağdurları ile daha güçlü empati kurmaya başladığı görüyorum.
Demokrasi, adalet, insan hakları, medya özgürlüğü gibi değerlerin ne kadar
önemli olduğunu daha daha iyi anlıyor, din ile siyasetin yan yana geldiğinde
nelere yol açabildiğini yaşayarak öğreniyorlar. Sonuçta tüm bu tecrübe, hem
Türkiye hem dünya için büyük kazanım olacak. Az değil, birkaç yüzbin insan bu
ağır eğitimden geçiyor şu an.
Elbette Hizmet’e özgünlüğünü
kazandıran ve değişmeyecek özellikleri de var. Mesela asla şiddete bulaşmamak. Kur’an ve Sünnete
bağlılık. Beyin yapıcısı ve paradigma olarak geçen asrın en büyük fikir
çilekeşlerinden ve katıksız dava adamlarından Bediüzzaman’a duyulan saygı. Tüm
hayatını inandığı değerler için feda etmiş Hocaefendi’ye duyulan sevgi ve
bağlılık. Adanmışlık ve fedakarlık duygusu. İçecek olarak çay belki özellikle
Batı’da kahveye evrilir ama yemek olarak maklube popülaritesini korur sanırım.
Ayrıca Hizmet hareketinde
hayatın her alanından, her sosyo-ekonomik gruptan ve her meslekten insanlar
var. İlahiyattan biyolojiye, tıptan mühendisliğe, eğitimden medyaya farklı
alanlarda yetişmiş isimler var. Üstelik Hizmet, artık sadece Türkiye
halklarından ibaret değil. Endonezya’ya
gittiğimde oradaki Hizmet okulunda Kırgız öğretmenlerle karşılaşmıştım.
Kırgızistan’daki okullarda okumuş, Hizmet Gönüllüsü olmuşlar. Moğolistan’da
okuyup Güney Afrika’da farklı dinlerden siyah beyaz öğrencilerin birlikte
eğitim gördüğü Hizmet okulunda görev yaparken vefat etmiş Galimbek Öğretmenler
var. Türkmenistan’da öğretmenlik yapan Diyarbakırlı Kürtler gördüm. Enes Kanter
gibi NBA yıldızları, Hakan Şükür gibi Türk futbolunun kralları var Hizmet’te.
Akın İpek gibi yiğit işadamları olduğu gibi, lahmacun satarak yurt yaptıran
Fethi Abi gibi kahramanlar da var. Tarihte de önemli manevi
büyükler yetiştirmiş Erzurum’dan yola çıkmış dava adamından ilhamını alan
sosyal ve tarihi bir fenomen bu. Hizmet hareketinin temsil ettiği bu zenginlik
ve dinamizmine işlek beyinler tarafından yeterince kafa yorulmadığını, bu göz
kanaştırıcı zenginliğin henüz anlatılmadığını, Hizmet içindeki insanların bile
üzerinde oturdukları hazinenin yeterince farkında olduklarını düşünüyorum. Hele
Türk akademik dünyasının, pekçok konuda olduğu gibi bu konuda da doğru düzgün
bir çalışması yok. Sağı ve soluyla Türkiye aydınları, Hizmet’in iyi günlerinde
de Moğolistan’lı bir insanı Afrika’da Hizmet gönüllüsü yapan gücün ne olduğuna
dair hiç kafa yormadılar maalesef. Son 4-5 yıldır ise zaten akıl da muhakeme de
vicdan da bitti. Sadece şeytanlaştırma ve kara propaganda var.
Hizmet
medyasında üst düzey yöneticilikler yaptınız. Nasıl bir deneyimdi bu sizin
için?
Mesleğe başlamam aile
çevresinde büyük hayal kırıklığına yol açtı. Anadolu insanın gazetecilikle
ilgili hiç pozitif değildir. Medyanın genel olarak Rejim’de üstlendiği rol
düşünülürse bunda pek de haksız sayılmaz. Türk filmlerinde de gazeteci, şipşak
iki flaş patlatıp kenara çekiliveren önemsiz biridir. Üniversiteye uğurlarken
kaymakam, vali falan olarak döneceğimi düşünmüşlerdi. Kendi yakınlarından böyle
tebrikler almışlardı. ‘Kamu Yönetimi’ idi okulun Türkçe karşılığı. Aslında
Ankara Siyasal veya Hukuka gitmekti arzum ama en yüksek puan sıralaması yapınca
kazaen Boğaziçi’ne girmiş oldum. En havalı okulu bitirip zar zor ayakta duran,
o günlerde pek ulusal bir tanınırlığı olmayan gazetede çalışmaya başlayınca
epey hayal kırıklığı yaşadılar. Muhabir olarak belediye haberleriyle işe
başladığımda da karşılaştığım her meslektaş “Kafayı mı yedin? Ne işin var bu
meslekte?” diye özetlenecek muamele yapıyordu. Belediye otobüsüyle haberlere
gidiyorduk. Maaşlar, imkanlar sınırlıydı.
Üstelik geleneksel medya
mahallesi bizi mahalleden saymıyor, tepeden bakıyordu. İkitelli’deki plazalara
taşındıkları dönemdi. Her yönden bu olumsuz tablo karşısında bize moral desteği
vermek, gazetenin o zamanki tepe yöneticileri Naci Tosun, Abdullah Aymaz gibi
ağabeylere kalıyordu. Mesleğin önemini, sabretmemiz gerektiğini söylüyorlar,
yakından ilgileniyorlardı. Cihan Haber Ajansı ve Zaman Haber Merkezleri’nde
muhabir olarak başladım. Sonra her iki kurumda da Genel Müdürlük, Genel Yayın
Yönetmenliği görevleri üstlendim. Kendi mutfağında yetiştirdiği bir gazeteciyi,
mesleğin belli aşamalarından geçirdikten sonra, en yüksek sorumluluk konumuna
getirmiş olmak bu kurumların başarısıdır. Yaklaşık yedi yıl da Aksiyon
Dergisi’nde çalıştım. Bu kurumlara ne kadar katkım oldu bilmiyorum ama her biri
bana çok şey öğretti. Muhabirinden dağıtıcısına her biri altın gibi
arkadaşlarla beraber büyük bir aile gibiydik.
Cihan Haber Ajansı, kurum olarak
benim için en büyük sınavdı. Mali durumu, binası, çalışanlarının motivasyonu
çok olumsuz bir noktadayken orada göreve başladım. Bir dostum, “Vali oldun ama
Hakkari’ye” diye takılmıştı. Edindiğim en büyük ders, birlikte çalıştığın
insanları ayrım yapmadan samimi olarak sevip kulak verince herbiri arslan
parçasına dönüşüyor. Bunu bizzat yaşadım. Medya kurumlarımıza her zaman
dışarıdan çok önyargılı bir bakış hep vardı. Çoktan rahmetli olmuş önemli bir
meslektaşımız, “Benim tanımadığım adam gazeteci değildir” diyecek kadar ileri
gitmişti. Çünkü biz o mahalleden değildik, Erzurum’dan, Yozgat’tan, Malatya’dan
Anadolu çocuklarıydık. Çoğumuzun babası, ya çiftçi ya küçük esnaftı. Belki
hiçbirimizin annesi babası üniversite mezunu değildi. Hizmetin fedakarlığı ve
ufkuydu bu medya kurumlarını meydana getiren ve bizim gibi Anadolu çocuklarına
gazetecilik yolunu açan. Son dönemde hep güçle anıldı Hizmet kurumları ama
aslında onlar uzunca yıllar her düzeyde ayrımcılık, dışlanma ve üstten bakışla
mücadele etmek zorunda kalmıştı. En
çok kanıma dokunan olaylardan biri, değerli bir muhabirimize dağ başında
akreditasyon uygulayıp orada bırakmalarıydı. Ağır bir yazıyla
tepki gösterdim, İlker Bağbuğ açıklama yapmak zorunda kaldı. Ama çıkıp bu
insanlık dışı tutum için delikanlı gibi özür dilemek yerine arkadaşa dava
açtılar. Tabii sonra kurumlarımızı kapatıp arkadaşlarımızı hapse tıkan
Erdoğan’ın yanında 28 Şubatçılar falan çok kibar kaldı. Malum 28 Şubat’çılar o
dönem kendilerine muhalefet eden hiçbir medyayı kapatmadı. Sadece
Genelkurmay’ın basın toplantılarından dışladılar. Şimdi düşünüyorum da dinci
muktedirlere göre ne kadar medeniymişler. Dıştan bize bakış ne olursa olsun,
çalıştığım kurumlarda Türk medyasını değil, hep dünyadaki saygın medya
kurumlarını örnek almaya, onların tecrübelerinden yararlanmaya odaklandık.
Aksiyon’da iken Time, Newsweek, Economist’e bakardık ilham kaynağı olarak.
Cihan’da da Reuters, AP, AFP idi örnek alınacak kurumlar. Cihan’da göreve
başladığımda her üç ajansı da genel merkezlerine gidip bizzat inceledim.
Zaman’da da New York Times, Guardian gibi gazeteleri ölçü alıyorduk kendimize.
Onlara ne kadar yaklaşabildik tartışılır ama hedefimiz buydu. Hiçbir zaman
“Hazır bizi destekleyen Cemaat ve büyük okur kitlesi var, çabaya gerek yok”
modunda olmadık. Sonucunu da aldık bu anlayışın bir bakıma: Mesela Cihan Haber
Ajansı, NTV ve Haber Türk’ten Evrensel, Sabah, Milli Gazete’ye her çizgiden
medya kurumunun güvenip abone olduğu bir haber kaynağı oldu. Seçim sonuçlarını
tüm medya, mutlak güvenle ve en küçük şüphe duymadan bizden alıp yayınladı. AFP
ve dünyanın önemli ajanslarıyla haber paylaşımı anlaşmalarımız vardı. Bu arada
medya kurumlarınmızın itibarı artıp ülkenin tepe yöneticileriyle bizi aynı
karelerde görmeye başlayınca yakınlarımızın bakışı değişti. En azından benim
hayatımda böyle oldu. Tam bana kayıp bir vakıa olarak bakmayı bırakmışlardı ki,
bu kez herşeyi kaybediverdik. Üstelik bir de terörist damgası yedik. Tiyatronun
bundan sonraki perdelerinin nasıl olacağını doğrusu ben de merak ediyorum.
Hizmet medyası
da zaman zaman eleştirilerden nasibini alıyor. Sizin bu konudaki düşünceleriniz
nelerdir?
Bir seneden fazla oldu. Artı
Gerçek’e verdiğim ropörtajda, medya olarak doğru yanlış muhasebemizi detaylıca
anlatmıştım. Konuya ilgi duyanların o röportajı dikkatlice okunmasını öneririm.
http://www.tr724.com/bilici-turkiye-dunyadaki-butun-demokrat-kesimlerle-beraber-biz-de-yanildik/
Yanlışlarla ilgili hiç
konuşmadığımızı, özeleştiri yapmadığımızı söyleyenlerin özellikle okumasını
isterim.
Az önce kendimize örnek olarak
çok çok hastalıklı Türkiye medyasını değil, saygın dünya medyasını örnek
alıyorduk demiştim.Şahsi kanaatim, bu hedeften uzaklaştığımız oranda hata
yaptık, Türkiye medyasına benzedik. Oysa mesleği ve ilkelerini korumanın, hangi
hedef olursa olsun onun için araçsallaşmaktan doğru olduğunu unutmamalıydık.
Hizmet için de böylesi çok daha değerli ve hatta gurur kaynağı olurdu.Bu
bağlamda elbette yanlışlarımız oldu, iktidara
taraftarlıkta da karşıtlıkta da gazetecilik mesafesini koruyamadık.
Haklı olarak karanlık yapılarla hesaplaşmaya çok önem verişimiz ve tüm
demokratların da desteklediği Ergenekon-Balyoz davalarına gazeteciliğin
gerektirdiği soğukkanlılıkla yaklaşamadık. Gazeteci arkadaşlarımız hapsedildiğinde buna itiraz
etmedik. Kendi içimizde varolan çok sesliliği, gazete sütunlarına
yansıtamadık. Gezi
sürecinde ve Kürt Sorunu’nda Cemaat’in evrensel çizgisini koruyamadık, hatta
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de gerisinde milliyetçi bir tutum takındık.
Ama Cemaat çizgisindeki medyayı eleştirenlerin de şunları kabul etmesi gerekir:
Mesleğe çok büyük yatırım yaptık. Türkiye’nin her yerinde ve dünyanın birçok
başkentinde muhabirlerimiz vardı. Spordan kültüre, ekonomiden dış politikaya,
uzmanlık isteyen bu alanların hakkını vermeye çalıştık. Washington, Brüksel,
Moskova, Kahire, Londra, Pekin, Paris ve pekçok başkentteki muhabirlerimiz Türk
medyasının en iyileriydi. Bırakın kaliteli gazeteciyi, bu başkentlerin çoğunda
medyanın çoğunun muhabiri bile yoktu. Dünya çapında tasarım çalışmalarının ve
ulusal/uluslararası meslek örgütlerinin aktif parçası olduk. Binlerce
gazetecinin yetiştiği okul gibiydik. Hilmi
Yavuz’dan Şahin Alpay’a, Ali Bulaç’tan Selim İleri’ye, Mümtazer Türköne’den
Etyen Mahçupyan’a Türkiye’nin farklı çizgilerdeki en iyi
yazarları Zaman’da özgürce yazdı yıllarca. Cumhuriyet kökenli Selim İleri bizde yazdı ve bununla
iftihar ettik ama mesela Cumhuriyet, Zaman kökenli Mustafa Ünal veya Hekimoğlu
İsmail’e köşe verebildi mi? Bunu hayalinden bile geçirebildi
mi?
AKP ile ilişkide daha
mesafeli olmalıydık ama Fehmi Koru ve Ahmet Taşgetiren gibi isimler Erdoğan’ın
hışmına uğrayınca, Yeni Şafak’tan atıldılar ve Erdoğan korkusundan kimse onlara
teklif götürmeyi bile düşünmezken, Erdoğan’ı kızdırma pahasına her ikisine de
Cemaat Medyası sahip çıktı. Her
ikisi de sonra yandaş medyaya dönüp bu vefa ve alicenaplığın tam tersini
yaptılar, ama bu “İslamcılar ve Karakter” başlıklı ayrı bir yazının konusu.
Ülke düzgün demokrasi olsun
diye baştan beri Avrupa Birliği sürecinin en güçlü destekçilerinden biriydik.
Darbe davalarında eksikleriniz oldu ama demokrasiyi ve seçilmiş iktidarı
savunurken bu hataları yaptık, şükür ki bazıları gibi darbecileri savunmadık.
Bugün, Samanyolu ve Zaman medya grupları baskıların arttığı 2013’ten itibaren
tüm muhalefetin özgürce görüşünü paylaştığı demokrasi platformuna dönüştü.
Solcular, Aleviler bile Bugün’ü, STV’yi izlemeye başlamıştı. Seçimlerin düzgün
yapılmasının garantörü ve iktidarın maniplasyonlarına karşı muhalefetin
sigortası Cihan Haber Ajansı idi. Bunun için de herbiri 15 Temmuz’dan aylar
önce tek tek hunharca susturuldu. Eleştirenler, Türkiye’deki tüm dini gruplar
muktedire biat etmeyi seçerken, yine bir dini grupla irtibatlı bu yayınların
Erdoğan’ın halifeliği zokasını yutmaması gerçeği üzerine hiç mi hiç
düşünmediler.
Dindar kimliğimiz
ortadaydı ama asla yobazlık yapmadık. İlerici geçinen bazı medya kurumlarının başı örtülülere
yaptığı dışlayıcı tutumu asla başı açıklara yapmadık. Dini bir çizgide çıkan ve
dindar bir cemaatle ilişkili Zaman gazetesi, Akit, Milli Gazete veya Türkiye
gazetesi gibi de olabilirdi. Ama meşrepçi ve cemaatçi çizgiye hapsolmamaya özen
gösterdik. Hataları
elbette konuşalım ama dile getirdiğim bu gerçekler gözönüne alındığında
Cemaat’le ilişkili medyanın, böyle bir ilişki içinde beklenenden oldukça yüksek
ve doğal sınırlarını oldukça zorlayan bir mesleki performans sergilediğini de
kabul edelim. Yeni dönemde eskisi gibi ‘cemaat medyası’ olmalı
mı olmamalı mı tartışılır ama bana göre düne dair “adil ve insaflı” analiz
budur. Bu arada cemaatin önemli bir handikapı, kişilerin yaptığı hataların da
cemaate fatura edilmesi. Mesela birçok medya kurumunun yanı sıra Cihan Haber
Ajansı da Gezicilerle ilgili şu meşum “Camide bira içtiler” haberini
yayınlamıştı. Olayı incelediğimde Kabataş talamı gibi bir yönlendirme olduğunu,
muhabirin oltaya geldiğini, editörün süzgecini iyi çalıştırmadığını gördüm.
Sonuçta kim yaşarsa yapsın benim yönettiğim kurumun hatasıydı ve haber benim
onayından geçmemiş olsa da sorumlusu bendim, muhabirinden editörününe ajanstaki
bizlerdik. Ama olay, Cemaat’in Gezi karşıtlığının belgesine dönüştü, fatura
cemaate kesildi. Kemdi payıma olayla ilgili iç soruşturma yapmıştım. Sonucunu
da sıcağı sıcağına yayınlama taraftarıydım ama ortak eğilim öyle çıkmadığı için
gecikmeli yayınladım bu soruşturma raporunu ve özrü. https://m.facebook.com/abdulhamit.bilici.5/posts/163959117473679
Bu olayda olduğu gibi,
Cemaat birçok kez kişisel kusur veya hukuksuzlukların fatırasını da sırtlanan
kurban konumunda. Bundan sonra medya yapıları olursa, çıkacak faturaların
Hizmet’e değil, gazetecilere veya patronuna gideceği şekilde olmalı. Kişilerin de imkan ölçüsünde kendi
hatalarının sorumluluğunu üstlenip Hizmet’i rahatlatması gerekir.
Özellikle
2010’lara kadar Zaman Gazetesi neredeyse AKP’ye hiç toz kondurmuyordu.
Bakın belki burada gözden
kaçırılan bir nokta var. Türkiye ve Dünya’daki tüm demokratlar AKP’yi
destekledi. Finanaial
Times’tan Le Monde’a, Guardian’dan Washington Post’a dünya medyasında AKP
lehine çıkan haber ve yazılar toplansa ansiklopedi olur. Zaman da AKP demokrasi
yolunda yürürken destekledi. Demokrasi rotasından çıktığında da
eleştirmeye başladı. Bu açıdan mesela Ahmet Altan’ın duruşuyla Cemaat’in veya
Zaman’ın duruşu arasında çok fark yok. İkisi de demokratlığın gereği olarak
derin yapılara karşı çıktı, seçilmiş iktidarın yanında yer aldı. Bu yakınlık,
körü körüne bir biat değil, ilkesel ortaklıktı. Biat olsa tüm yolsuzluk ve
zulümlere rağmen Erdoğan ve AKP’yi destekleyen diğer dini gruplar gibi yapardı,
Hizmet hareketi de. AKP ortaklığın zeminini oluşturan ilkeleri terkedince de
işbirliğinin ideolojik temeli kalmadı.
Ama birçok insan
kopuşun esas sebebini “Dershane Krizine” bağlıyor.
Evet dediğiniz gibi görünüyor,
insanlar kopuşun başlangıcı olarak, dershaneleri kapatma girişimi veya 17/25
Aralık’ı görüyor. Lakin 2010 tarihinde AKP İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu’nun
açıklaması var. “Geçtiğimiz
dönemde birlikte yol yürüdüğümüz yapılarla gelecek dönemde birlikte
yürümeyeceğiz” diyor. Yani artık muktedir olduk. Demokratların,
liberallerin, Cemaatin desteğine ihtiyacımız kalmadı. Erdoğan’ın en son katılıp
Hocaefendi’yi Türkiye’ye davet ettiği Türkçe Olimpiyatı’na aslında çok düşmanca
düşünceler içinde gittiğini, orada Hizmeti ve Gülen’i göklere çıkaran
sözlerinin kandırmaca olduğunu, Erdoğan’ın yakın adamları itiraf ettiler. Yani
hem dershane krizi hem de 17/25 henüz ortada yokken. Demokrasi, Avrupa Birliği
gibi öncelikler terkedilirken, onların yerini, taktik olarak rafa kaldırılmış
sahte ve baskıcı bir İslamcılık anlayışı aldı. Cumhuriyet dönemini, reklam
arası olarak gören, İran gibi yeni bir rejim kurmayı hedefleyen, kendini
halife, tüm dünya Müslümanlarının lideri gibi gören hayalperest bir
anlayış bu. Dini açıdan da
Fethullah Gülen’in
dünyaya açık, demokrasiyi ve modern eğitimi kucaklayan anlayışının yerine,
Kadir Mısıroğlu ve Hayrettin Karaman gibi tiplerin piyes düzeyindeki ibtidai
zihniyeti öne çıktı.
Cemaat ve genel olarak Nurcular, eskiden beri siyasal İslamcılığa çok
soğuktular. Onlar Menderes, Demirel, Özal çizgisini her zaman Erbakan çizgisine
tercih etmişlerdi. Cemaat-AKP ilişkisinde, değişen taraf siyasal İslamcılığı
bıraktığını ilan edip Özal/Menderes çizgisine, dolayısıyla cemaatin siyasi
anlayışına geldiğini söyleyen Erdoğan’dı. Bu değişim olmasa cemaatin tercihi
asla siyasal İslamcılık olmazdı. Cemaatin kusuru varsa o da bu değişimin sahte
olabileceğini öngörememek. Aslında aldatılmaya maruz kalan Cemaat ve onun gibi
Erdoğan’da değişimin sahih olduğuna inanan tüm demokratlar, liberaller ve tüm
demokratik dünyadır. Propagandaya bakılırsa ülkedeki tüm kötülüklerin kaynağı
Cemaat. Ama objektif veriler bunun tam tersini söylüyor. Cemaatin AKP’nin adeta
aklı olduğu dönemde Türkiye dünyada parlayan, örnek gösterilen bir ülkeydi.
Şimdi öyle mi? Cemaate yakın bürokratlar gerçekten yasadışı bir şey yapmışsa en
ağır şekilde cezalandırılsınlar ama o insanların katkılarını da unutmayalım:
Propagandaya bakılırsa
Cemaat’in Savcıları, hakimleri ülkede adaleti batırmış. Peki gerçek ne? Adalet
ve hukuk açısından ülkelerin karnesini ortaya koyan Hukukun Üstünlüğü Endeksi
sonuçları geçenlerde açıklandı. Buna Türkiye, 113 ülke arasında 101. sırada.
Peki Cemaatin yargıda etkiliği olduğu söylenen 2014’te Türkiye kaçıncı
sıradaymış? 59.
Yakında öğrendim, Türk
Gemiciliği’nin dünya kara listesinden çıkmasında cemaate yakın isimlerin
katkılarını. Poliste rüşvetin, karakollarda işkencenin bir dönem nasıl
kalktığını kimse hatırlamıyor. Cemaat artık yok ve şimdi AKP milletvekili bile
yargıdan adam kurtarmak için borsalar kurulduğunu söylüyor. Az daha cesareti
olsa Cemaat’ten arındırılmış yeni yargının, 17/25 Aralık yolsuzluk dosyalarının
yanı sıra Ergenekon, Balyoz ve tüm faili meçhul davalarını nasıl akladığını da
anlatır. Yine de geriye doğru baktığımda şunu düşünüyorum: Vesayete karşı
önemli bir dönüm noktası olan 2010 Referandumu’ndan sonra keşke AKP, ülkeyi AB
standartlarında bir demokrasiye dönüştürse, Cemaat’de ‘bana müsaade” deyip
bürokrasideki varlığını sivil alana, dünyadaki hizmetlere taşısaydı. Ama olmadı.
AKP demokrasi yerine otoriterliğe kaydı. Cemaat’de bürokrasi ve siyasetle daha
içli dışlı hale geldi. Erdoğan ve AKP’nin girdiği diktatörlük yolundan dönme
şansı yok ama sanki Allah Cemaat’i, bir zalimin eliyle ve çok acılı bir süreçle
de olsa, bürokrasi ve siyasetten temizlemiş ve daha fazla insanın dünyaya
açılmasını sağlamış oldu.
Hizmet
Hareketi’ne son zamanlarda ‘içeriden’ eleştiriler yükseliyor. Bu eleştiriler
hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Bana göre prensip olarak
eleştiriler, hareket için sağlık ve hayat işareti. İlkesel olarak içten dıştan
gelen tüm eleştirileri saygıyla karşılamak, istifade etmek gerekir diye
düşünüyorum. Hatta
aklına, vicdanına güvenilen insanlara, “Bizi eleştir, ne gibi yanlışlar
görüyorsun?” diyerek raporlar istemeli. Hizmet, Türkiye için
demokrasiyi savunuyor baskı, otoriterlik ve tek adamlıktan şikayetçi ise
kendisi demokrat olmalı, başkası yaptığında rahatsızlık duyduğu hastalıklardan
kendisi uzak durmalı. Hizmet ve Hocaefendi’nin kült olmadığını ortaya koyacak
en önemli gösterge dile getirilecek farklı görüşler, çok seslilik
veeleştirilerdir. Sadece görüntü ve inaj için değil, samimi olarak bunu
yapmalı. Özgürlük ve eleştirinin olmadığı yerde nelerin olduğunu tüm İslam
dünyası bugünkü haliyle gösteriyor. Hizmet’i temsil ettiği düşünülen kişi ve
kurumların bazı hataları yapmasında en temel nedenlerden biri, eleştirel
bakışlara yeterince kulak vermemek ve küçük büyük hemen her kurum ve yapıya
sızan, kültürümüzdeki temelleri hayli güçlü olan tek adamlık sendromudur.
Kabul edelim, ülke ve İslam
dünyası olarak kültür ve tarih kodlarımız, tek adamlığa ve otoriter yönetim
biçimine çok daha uygun. İslam toplumları kendi rönesanslarını gerçekleştirene
kadar da böyle olmaya devam edecek. Rönesansın da doğup gelişeceği iklimin
temel şartı özgürlüktür. Bilinçli bir şekilde ve esnekliğe yer vermeyecek
tarzda demokratik karar alma mekanizmaları kurulmazsa Türkiye’deki kurumların
gideceği yer tek adamlıktır. Tek adamlık, şider sultası sorununuz mu var? Karar
alma süreçlerini demokratik ve şeffaf yapacaksınız. Bu, esnek değik, zorunlu
olacak. Mesela herşeye rağmen CHP içinden farklı sesler çıkıyorsa bunun kaynağı
ön seçimdir. Yoksa kimse kokay kokay gücü paylaşmak istemez. Ya da demokrat
karakterli biri çıkarsa söz dinler, değilse bildiğini okur. Mesela bir yapıda
kadının konumu sıkıntılı mı? Bunu aşmak için cebri, zecri şartlar
getireceksiniz. HDP’nin eş başkanlık uygulaması bu açıdan güzel bir örnek.
Hizmet’le ilgili son
dönemde bazı arkadaşların dile getirdiği eleştirilerin içeriğine gelince,
İslam, Bediüzzaman, Hizmet ve Hocaefendi’yle ilgili dile getirilen görüşlerden
istifade ettiklerim de var, hem içerik hem üslub açısından ciddi sorunlu
bulduklarım, beni hayal kırıklığına uğratanlar da var. Madde madde ele almak çok uzar ve
belki gerek de yok. Zihniyet ve bakış açısı odaklı birkaç hususa dikkat çekmek
istiyorum. Bir kere aydın ve toplumdaki rolü üzerinde en çok duran isimlerden
biri olan Sartre’a göre
aydının en önemli ayırt edici özelliği; zalimin karşısında, mazlumun ve
ezilenlerin yanında duruşudur. Türkiye ve Hizmet Hareketi bağlamında artık kimin zalim,
kimin mazlum olduğu belli olduğuna göre, zalimi bırakıp sürekli mazlumla
uğraşmayı aydın duruşu ile bağdaştıramıyorum. Kundaktaki
bebekten 80’lik ihtiyarlara kadar Hizmet bugün mazlum durumdadır.
Bu kadar eğitime, toplumsal
barışa, sayısız hayırlara vesile olmuş Hocaefendi’de mazlum. Yıllardır sürgünde
yaşıyor. Hakkında kaç bin yıl müebbet hapis cezası istendiğini takip bile
edemiyorum artık. En uzak akrabaları bile hapiste. Bu açıdan bakınca, mesela
Sartre’nin kriterine göre her devrin zaliminin karşısına dikilen Ahmet Altan,
aydın/entelektüel konumunu hak ediyor. İstese o da mahkemede herşeyi cemaate
yıkar, “belgeleri onlar verdi, kandırıldım. Taraf’da aslında Cemaat işiydi. Tüm
suç Mehmet Baransu’nundu. Ergenekon ve Balyozculara ayıp etmişiz” falan dese
yırtardı belki. Zalim de mazlum da belli iken mazluma dil uzatıp prim yapmaya
kalkmadı o. Zalimlerin yüzüne tükürdü, mazlumun üzerinde tepinmedi. Bir de Ahmet
Hakan var. Zalime şirinlik yapıp, Ahmet Altan gibi ne kadar adam varsa onlarla
uğraşmayı, çamur atmayı marifet sayan tip. Konjonktüre göre hergün ağız
değiştiriyor. Aydınlara
yakışan, Ahmet Altan tavrıdır.
İkincisi, Hizmet de Hocaefendi de tabu değil.
Elbette seviyeli bir üslupla eleştirilebilir. Bundan kendisi de istifade eder.
Ama kahraman olarak görülmesi gereken insanı ve insanları suçluymuş gibi
görmek, bakış açısıyla ilgili ciddi bir soruna işaret ediyor. Tüm Hizmet
gönüllüleri ve Hocaefendi, dini de suistimal ederek kirli emellerine alet eden
zalim bir iktidara karşı duruşuyla büyük kahramanlık sergiliyor. Tüm İslami
grup ve önderlerin, fetvaları vererek zulmü, yolsuzluğu onayladığı ortamda,
Hizmet hareketi ve Hocaefendi, yolsuzluğa yolsuzluk, zalimliğe zalimlik diyor.
Tüm zulümlere rağmen bir milim geri adım atmıyor. Ahmet Altan’ın bireysel olarak
sergilediği duruşu, Hizmet Hareketi bir sosyal grup olarak sergiliyor.
Ve rastgele değil, bilinçli bir tavır bu. “Gerekirse mendil satarak geçiniriz,
zalime boyun eğmeyiz” sözleri Hocaefendi’ye ait. Bu duruşun tarihteki
emsalleri, İmamı Azam’ın, Ahmed bin Hanbel’in, dini kullanan devrin
muktedirlerine karşı duruşlarıdır.
Toplumdaki hipnoz etkisi
geçip, toz bulutu kalktığında, özellikle bir dini grubun ve Müslüman bir
aliminin, dinci iktidarın yolsuzluk ve zulümlere karşı çıkmış olması, yarın
Türkiye’de İslam’ın sigortası olacak. Müslümanlardan bir grubun bu yanlışlara
karşı çıkmış olması, faturanın İslama kesilmesini önleyecek. Gelecek dindar
kuşaklar bu sayede sokağa çıkacak yüz bulacaklar. Bu duruşun değerini
göremeyip, yanında çalışan asistanlara sarkıntılık eden birisi üzerinden,
Gülen’i eleştirmek, bırakın entelektüeli, hiçbir insana yakışmayacak bir tavır.
Üçüncüsü, İslam dünyasının yenilik ve değişime ihtiyacı çok büyük. Ama İslam
dünyasının bugünkü perişan halinden hareketle faturayı İslamiyet’e, Kuran’a,
Hadis’lere, Namaza, niyaza, tasavvufa keserseniz, miadını çoktan doldurmuş,
cevapları verilmiş pozitivist, modernist, tarihselci çizgiye savrulma tehlikesiyle
karşı karşıya kalırsınız. O tartışmalrdan habersiz olanlara cazip görünse de
ehlinin yanında oldukça sakil kaçar. Her konuyu dinle açıklamaya çalışanlara
itiraz edenlerin, gördükleri her problemi dönüp dolaşıp dine bağlaması yaman
bir çelişki olur.
İslam ülkeleri dinden dolayı
geri kaldı ise aynı din, aynı Kur’an aynı Hadislere inanan Müslümanlar tarihte
o bilimsel başarıları nasıl ortaya koydu, nasıl muhteşem bir medeniyeti nasıl
kurdu? Şayet geri kalmışlığın nedeni din ve özellikle İslam ise Latin Amerika
niye geri kaldı? Hepsi Hıristiyan olan Kuzey Amerika ile Güney Amerika, Batı
Avrupa ile Doğu Avrupa arasındaki fark nedir?
İslam dünyasında bu modernist
çizgiye kayanlar marjinalleşir. En
büyük medya desteğine rağmen mesela Yaşar Nuri Öztürk’ün peşinden kaç kişi
gitti, topluma ne etki yapabildi? İslam’da meşru değişimin yolu
tecdittir. Bediüzzaman da Hocaefendi de o meşru yenilenmeyi arzulayan herkes
için deniz feneri gibi yol göstericidir. Hocaefendi denildiğinde, Türkiye’de ve
dünyanın 170 ülkesinde modern eğitim veren 2 binden fazla okulun, 30-40
üniversitenin açılışına öncülük etmiş, yüzbinlerce insanı hayra ve güzel işlere
yönlendirmiş, imanını korumasına vesile olmuş, küçük yaşta Kaside-i Bürde’yi
ezberlemiş, tasavvuf terbiyesiyle büyümüş, hadis, tefsir, kelam gibi klasik
İslami ilimlerde otorite konumunda bir insanı düşünmek gerekir.
Dördüncüsü, başkalarını hem de
acımasızca eleştirenlerin, kendilerini eleştirenlere hoşgörülü olması gerekir.
Demokrasi ve eleştiriden söz eden biri, şayet kendi kurumunda veya yönettiği
medyada eleştirel görüşe yer vermiyorsa tutarsızlığını ilan etmiş olur. Aynı
şekilde başkalarının kendi uzmanlık alanında ahkam kesmesinden rahatsız
olanlar, başkalarının uzmanlık alanlarında büyük laflar etmekten uzak durmaya
çalışması iç tutarlılığın gereğidir.
Beşincisi, bilimselliğin
gereği, sosyal bilimlerde toplumun içinde olup araştırmalar ve anketler yapmak,
pozitif bilimlerde ise labaratuvarda çalışmaktır. Temaslarımdan gördüğüm
kadarıyla Hizmet gönüllüleri herşeyi sorguluyor, gözden geçiriyor, eleştiriyor.
Yani eleştiri ve özeleştiri yapanlar, yazıp çizenlerle sınırlı değil. Ama bir
yandan eleştirip sorgularken bir yandan da doğru olduğuna inandığı hizmetleri
yapmaya devam ediyor. Kurumlarda ve genel olarak Hizmet yapısında da bir
değişim arzusu ve çalışması var. Bu konularda yazıp çizenlerin, alana inip
gelişmelerden daha fazla haberdar olması lazım. Hikmet Çetinkaya’ya sormuşlar. Yıllardır Gülen’i
eleştiriyorsun. Her hangi bir kitabını okudun mu? Cevap, “O benim her hangi
kitabımı okudu mu?”
Son olarak, aydın veya
entelektüel popülist olamaz. Hizmet
hareketi güçlü iken onu alkışlayıp bir sorun görmeyen, Hocaefendi ile görüşmek
için fırsat kollayan ama güç kaybedip mazlum durumuna düştüğünde hareketi ve
liderini yerden yere vuran kişi aydın değildir, popülisttir. Aydın
için bir şeye inananların çokluğu veya çok güçlü olmaları gerçeğin ölçüsü
olamaz. Nemrut ne kadar güçlü olursa olsun haklı olan Hz.İbrahim(as)’dır. 6
milyar insan dünyanın düz olduğuna inansa, haklı olan Galileo’dur. Mesela Türk
Toplumu’nun belki yüzde 70’i Beethoven’ı bilmez, sevmez. Ama bu durum o müzik
dehasının değerini düşürmez. Hayatta iken tüm devlet, Diyanet dahil,
Bediüzzaman’ın karşısında idi. Sonra ne oldu? Ama mesela Cemil Meriç gibi
istisnai aydınlar, herkesin kör olduğu günlerde onu takdir etmeyi bilmişti.
Kitlelerin aklı çocuk mesabesindedir. Şekerle kandırır, öcüyle korkutursun ama
gerçek aydına dünyayı versen doğrudan şaşmaz, dünyayı bomba yapıp patlatsan
korkup doğrudan şaşmaz. Aydın hipnoz olmaz, görüntüye aldanmaz. Görüntüye
bakarak gerçeği görmek mümkün olsa, aydına gerek kalmazdı.
Cemaat’e karşı öteden
beri yöneltilen bir soru çalma iddiası var. Bu konuda bir şeyler söylemek ister
miydiniz?
Öncelikle şunu belirteyim: 5
yıl önce Hizmet hareketine karşı karalama ve linç kampanyası başlatıldığında
nerede duruyorsam bugün de aynı noktadayım. Farklı konumlarda Hizmet’in
yaklaşık 30 yılının şahidiyim ve en önemlisi de kişinin kendi şehadeti,
tanıklığıdır. Bu noktada, iddia edildiği gibi Hizmet hareketini insanlığa,
yasalara, dini değerlere aykırı bir yapı olarak gördülerse bir an bile içinde
durmayıp uzaklaşmaları gerekir. Eğer kendi şehadetleri böyle değilse de
iftiralara aldırmamalılar.
Şahsen Hizmet’te bulunduğum
hiçbir konumda hiçbir zaman evrensel insani değerlere, İslamın genel ilkelerine
ve yasalara aykırı bir şey yapıldığını, böyle bir hareket tarzının teşvik
edildiğini görmedim. Kendim lise birincisi ve bölge birincisi olarak
üniversiteyi kazandım. Hocalarım yaşıyor, öğrenci arkadaşlarım yaşıyor. Her
halde hepsi bileğimin hakkıyla o puanı aldığıma şahitlik ederler. Hiçbir kamu
sınavına girmedim. Çocuklarım çeşitli sınavlara girdi, onlar da böyle bir
ahlaksızlıkla karşılaşmadı.
Ancak Hizmet mensupları dahil
hiç kimse hukuk önünde dokunulmaz değildir. İnancımıza göre Hocaefendi de dahil
hiç kimse hakkında mutlak masumiyet iddia edilemez. Hepimiz beşeriz,
şaşabiliriz. Hizmet
mensupları içinde suç işleyenler veya konumlarını kötüye kullananlar varsa adil
şekilde yargılanıp bedelini öderler. Ancak evrensel hukuk
anlayışına göre de dinimize göre de suç kişiseldir. “Vela teziru” ayetini
hatırlayın. Babanın suçu yüzünden oğlu veya evladın suçu yüzünden babayı
cezalandıramazsınız.
Ayrıca hiçbir sosyal grup
topluca suçlu ilan edilemez. Bu ancak Firavun ve Hitler gibilerin yoludur.
Hizmet’e sempati duyan bir polis, yasadışı dinleme yapmışsa veya bir başkası
soru çalmışsa halt etmiştir, hukuku çiğnemiştir ve Hizmet’e ihanet etmiştir.
Çünkü insani değerlere, İslami değerlere aykırı olan şey, Hizmet’e de aykırıdır.
Yasada bu suçun cezası neyse onu çekmesi gerekir. Suç işleyen kişi babamın oğlu
olsa fikrim değişmez. Bu ölçülerin hepsini çöpe attılar. Babalarıyla ilgili
suçlamalar yüzünden çocuklar hapsediliyor. Anayasa Mahkemesi kararları bile
uygulanmıyor. Hakimler kararları yüzünden hapse atılıyor. Böyle kapkaranlık bir
ortamda hazırlanan iddianameyi, verilen kararı nasıl ciddiye alacaksınız?
Onunla ilgili de artık ciddi kuşkular var ama keşke AİHM standartlarında bir
mahkemede hem AKP ile ilhili yolsuzluk iddiaları hem de cemaatle ilgili
iddialar yargılansa ve gerçek ortaya çıksa. Ben de yargılansam mesela 15
Temmuz’dan 4 ay önce el konulan gazete ile nasıl darbe yapmışız görsek.
Bu arada Hizmet gönüllülerini
dünyanın en korkunç insanları gibi göstermeye çalışanların kim olduğunu da
unutmamak gerekir. Bu tür karalamaları yapanlar, dün söylediğinin bugün tersini
söyleyen Kabataş yalancıları. Hizmete düşmanlıkta akıl hocaları da 1970’lerden
beri Hizmete yeminli düşman olan derin şer odakları. Her konuda yalan
söyleyenlerin, Hizmetle ilgili iftiralarına kredi vermek tutarsızlık değil mi?
Ayrıca Hizmet, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kalitesini ispat etmiş bir
eğitim hareketi. Diyelim
Hizmet mensupları Türkiye’de soruları yürüterek başatirı elde ediyor, peki
Türkiye ve dünyadaki cemaate yakın kolejlerin uluslararası bilim
olimpiyatlarında aldığı binlerce dereceyi nereye koyacaksınız? Bugün Hizmeti
karalayanlar, dün çocuklarını Hizmet okullarına yazdırabilmek için niye dil
döküyorlardı?
Hareket’in lider
kadrosunun süreci nasıl yönettiğini düşünüyorsunuz?
Hizmet tarihte eşine az
rastlanan bir zulüm ve imha girişimiyle karşı karşıya. Devletin tüm gücü
kullanılarak ve çocuk, kadın, yaşlı, sivil, memur ayırmadan yapılıyor bu zulüm.
Onbinlerce insan hapiste. Gökhan
Öğretmen gibi işkence altında can verenler ya da Ayşe Öğretmen gibi Meriç’ten
geçmeye çalışırken çocuklarıyla beraber boğulanlar var.
Dünyadaki güçlü avukatlık bürolarına ve lobilere para akıtıp Hizmet’in
dünyadaki faaliyetlerini bitirmek istiyorlar. Fakir devletlere, Hizmet
Okulları’nı kapatmaları için rüşvet veriyorlar. Hocaefendi’yi kaçırmak için
yeni ABD yönetimine yakın, General Flynn gibi tipleri yüksek paralar
karşılığında kiralıyorlar. Bütün bunlar karşısında Cemaat’in hala varlığını
sürdürüyor olması büyük başarı ve aynı anda 4 şeyi yapması gerekiyor:
Türkiye’deki onbinlerce
mağdurla dayanışmak, onlara sahip çıkmak.
Eski hatalarla
yüzleşip dersler çıkarmak.
Pozitif, aksiyoner ve evrensel
bir vizyon belirleyerek eğitim, diyalog, insani yardım gibi hizmetleri
güçlendirmek.
Türkiye’den çıkan ve yarın
çıkacak olanların elinden tutmak ve gittikleri ülkelere adapte olmalarını
sağlamak.
Herbir maddeyle ilgili
gayretler var ama zulmün büyüklüğü nedeniyle kafalar Türkiye ile çok meşgul ve
bu da derlenip toparlanma, yenilenme çabalarını zorlaştırıyor. Aksiyoner bir vizyon ve hedef olmazsa
Hizmet hareketi Erdoğan’la uğraşan reaksiyoner bir yapıya dönüşür ve insanlar
birbiriyle uğraşmaya başlar. Bu tür bazı emareler beni üzüyor.
Bulunduğunuz
yerden nasıl bir Türkiye görüyorsunuz?
Adaletin ve ahlakın
sıfırlandığı, partizanlık, yobazlık ve kutuplaşmanın zirve yaptığı, eğitimin
çöktüğü, dünyadaki saygınlığın dip yaptığı, ekonominin sürekli geriye gittiği;
saman bile ithal edilmesinden anlaşıldığı gibi tarımın battığı, uçuruma doğru
koşan ama propaganda nedeniyle milyonlarca insanın herşeyin iyi gittiğini,
hatta dünya lideri olduğumuzu sandığı bir ülke. Gezi’nin kanla bastırılması,
yolsuzluk davalarının örtbas edilip medyaya saldırılar başladığında bu
gelişmeleri yaz mevsiminde yağan kara benzetmiştim. Geçici olduğunu, 21.
yüzyılda ve demokratik dünyayla bu kadar içli dışlı olmuş bir ülkenin demokrasi
yolundan tamamen çıkmayacağını düşünüyordum. Her gün bir önceki günden geri
gitti ve demokradinin kaleleri tek tek düştü. Ülke adına en büyük kabusum, tek
parti dönemi gibi 20-30 yıl sürecek bu kez İslam soslu bir otoriterliğin
kurulması. Yargıç adaylarının, Sarayda lideri ayakta alkışladığı tablo, hiç
hayra alamet değil. Bütün göstergeler, Türkiye’nin Saddam Irak’ı, Kaddafi
Libya’sı, Esad Suriye’si yolunda gittiğini gösteriyor. Herbirinin sonu da hem
liderler hem de toplumlar için çok çok büyük felaket oldu. Acı olan, bu
felaketlerin hepsi burnumuzun dibinde yaşanmasına rağmen, toplumdaki epey bir
insanın bu yolu kurtuluş, yükseliş gibi görüp desteklemeleri. Milletin çakır
keyf uçuruma koşuşu karşısında hiçbir şey yapamamak feci bir duygu.
Türk Medyası?
Ne tarafından baksanız umut
kırıcı bir vakıa Türkiye medyası. Dünden bugüne ne muktedirler demokrasinin
olmazsa olmaz bir unusuru olarak gördü medyayı ne de medya kendine özerk bir
alan açacak donanım ve ahlakı ortaya koyabildi.
“Her rejim kendine uygun
vatandaş tipi aradığı gibi, kendine uygun matbuat(medya) tipi de arar.”
Uzun yıllar tek parti
döneminin İçişleri bakanlığını yapmış Şükrü Kaya’nın bu sözleri, Türkiye’de
medyanın, devlet ve iktidarlar nezdinde nasıl bir yere sahip olduğunu
özetliyor.
Yani, muktedire hesap sormak,
yanlışlarını ortaya koymak değil, daha çok muktedirin PR’ını yapmak, halkı adam
etmek, muktedirin hor gördüğü grupları (solcu, dindar, Nurcu, Kürt, Alevi,
Cemaat, Tarikat, Ermeni,vb) her yolla aşağılamak, onun propagandasını yapmak.
Tek parti, Osmanlı’daki çok sesli medyayı susturarak (Takrir-i Sükun) işe
başlamıştı; Menderes gücü ele geçirince medyayı Tahkikat komisyonlarıyla hizaya
getirmeye çalışmış; şimdi muktedir olan Erdoğan da bir yandan yandaş medyalar
oluşturup diğer yandan medya kurumlarının kapılarına kilit vurarak, konuşanları
hapsederek aynı zihniyeti sürdürüyor. Erdoğan, iyi olduğumuz günlerde hükümetlerinin
bir yanlışlarını haber yapınca “Niye yazıyorsunuz, gelip bana söyleyin” derdi.
İktidarların medyaya bu sakat bakış açısı, tarihten beri kraldan fazla kralcı,
günü kurtaran, gerçeğe ve topluma değil, muktedire bakarak şekil alan gazeteci
tipini üretti. Bu çizgi dışında hareket edenler ise hep sürgün, hapis veya
suikastle karşı karşıya oldular. Tan baskınında da, Mumcu cinayetinde de,
İstanbul’un göbeğinde Gündem gazetesinin bombalanmasında da, Hırant’ın
katledilmesinde de aynı ellerin izi görülür. Erdoğan rejimi, şimdi bunlara,
dünyada en fazla gazeteci hapseden, en çok medya kurumu kapatan, ihale verdiği
müteahhitlerden para toplayıp havuz medyası kuran, telefonda medya patronlarını
ağlatan, televizyonların KJ’lerine bile karışan ülke namını eklemiş oldu.
Türkiye bir gün yeniden demokrasiye dönmeye karar verirse hem yönetenlerin hem
de gazetecilerin bu tarihle baştan sona yüzleşip, demokratik bir düzende hem
medya-devlet-iktidar ilişkisini hem de medya-patron ilişkisini yerli yerine
oturtması gerekecek.
Kırgınlıklarınız?
Hamile annelere, bebeklere,
yaşlı ve hastalara kadar uzanan zulmü bile görmeyen, sessiz kalan Anadolu
insanına kırgınım. Bir de ülkenin tüm aklı erenlerine ve solculara kırgınım:
Şimdiye kadar darbelerin mağduru olmuş, derin devlet kavramını bizden önce
kullanmaya başlamış, Sabahattin Alileri, Uğur Mumcuları, Ahmet Kayaları, Hırant
Dinkleri yutmuş yapılarla ilk kez cesurca mücadele eden, sırf bu yüzden şimdi
zindanlardaki tek kişilik hücrelerde çürütülmeye çalışılan halk çocuklarını
sahip çıkıp destanlaştıracaklarına çıkmak yerine onlara karşı derin devletin
bakış açısıyla yaklaştıkları, en vatansever insanları Erdoğan ağzıyla terörist
diye yaftaladıkları için…
Meriç?
Eskiden komşu Yunanistan’la
aramızdaki sınırı oluşturan bir nehirdi. Şimdi çoğunlukla bizi sevdiklerimize
kavuşturan bir kurtuluş ve umut yolu, bazen de sevdiklerimizi yutan bir
ejderha.
Yurtdışında mağdurlar
için bir şeyler yapıyor musunuz?
“Türkiye’nin en büyük
gazetesinin yayın yönetmeni iken şimdi gazetesi kapatılmış ve kendisi sürgünde
yaşamak zorunda kalan bir gazeteci” olaylar karşısında etkilenip sarsılmayan
insana rastlamadım. Medyaya baskıyla ilgili bazı istatistikleri duymaktan çok
farklı bizzat kurbanın kendisini dinlemek. Ben de bulabildiğim her platformda
kendi hikayemden başlayıp hapisteki farklı çizgilerden gazeteci arkadaşları,
öğretmenleri, milletvekillerini, avukatları, işadamlarını, kadınları,
bebekleri, kapatılan medya kurumlarını, üniversite ve okulları dünyaya
anlatmaya çalışıyorum. Üniversitelerde konferanslar veriyorum. Derslere
giriyorum. Amerikalı ve Türk sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerinde
konuşmalar yapıyorum. Dünya medyasına yer yer yazılar yazıp, röportajlar
veriyorum. Meslektaşlarımızı ziyaret edip bire bir sıkıntıları, hapisteki
gazetecileri ve diğer mazlumları anlatıyorum. Think-thank larin yuvarlak masa
toplantılarında Türkiye’nin durumunu, mağduriyetleri, çıkış yollarını dile
getiriyorum. İnsan hakları ve medya örgütlerine her fırsatta vehameti
hatırlatıyorum. Türkiye’de ve yurtdışında ulaşabildiğim arkadaşlarla konuşup
hal hatırlarını sormaya gayret ediyorum. Yasal süreçlerine yardımcı olacak
mektuplar yazıyorum. Sosyal medyada susmamaya, mağduriyetleri dile getirmeye,
doğruları söylemeye devam ediyorum. Ama işin gerçeği, tüm bunlar bir işe
yarıyor mu bilemiyorum ve sürekli yeterince bir şey yapamama duygusunun
mahcubiyetini yaşıyorum. Ama yangın öyle büyük ki, Alman Başbakanı Merkel’in
tehditle gazeteci Deniz Yücel’i 1 yıl sonra zar zor serbest bıraktırabildiği,
Af Örgütü gibi uluslararası bir insan hakları kuruluşunun Türkiye’deki başkanı
Taner Kılıç’ı hapisten çıkaramadığı, ABD’nin NASA bilim adamı Serkan Gölge veya
Rahip Andrew Brunson gibi kendi vatandaşlarını kurtaramadığı karanlık bir tablo
var karşımızda.
15 Temmuz?
Darbe demokrasiye
ihanettir ve cezası idamdır. 15 Temmuz’da birileri gerçekten darbe yapmaya
kalkmışsa, ister Kemalist, ister Cemaat’çi, ister milliyetçi kim olursa olsun
cezasını çekmelidir.
Ancak gülünç denecek acemilikteki icra şeklinden, ülkeyi tek adam rejimine
götüren sonuçlarına, Erdoğan’ın ilk tepki olarak “Bu bize Allah’ın lütfu”
beyanatından damadının saklayamadığı sırıtmalarına, istihbaratı alınmasına
rağmen niye girişimin önlenmediği ve olaydan haberdar olduğu halde komutanların
niye düğüne gittiklerine kadar, ayrıca şakır şakır yayın yapan medyayı ve
siyasetçileri kontrol altına almak varken en yoğun saatte Boğaz köprüsünün
trafiğe kesilmesi, darbe çöktüğü belli olmasına rağmen Meclis’in niye
bombalandığı, 14 Temmuz’da Akar-Fikan-Aksakallı arasında saatlerce nelerin
konuşulduğu, Erdoğan hiçbir şeyden habersizken eniştesinin nasıl darbeden
haberdar olduğu, öğlen saatlerinde öğrenilen darbe bilgisinin yatsıya kadar Erdoğan’a
nasıl ulaştırılamadığı, bu fiyasko ve rezaletin sorumlusu MİT ise, Hakan
Fidan’ın niye görevinde kaldığı gibi binlerce cevap bekleyen soru işaretinden,
Meclis araştırmasının apar topar kapatılmasına tüm işaretler; 15 Temmuz’un Cumhuriyet tarihinin en
kanlı ve korkunç kumpaslarından biri ve Türkiye’nin Reichtag Fire’ı (Alman
Meclisinin yakılması) olduğu ihtimalini güçlendiriyor. Ana
Muhalefet Partisi Lideri Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz kontrollü darbedir” sözünü,
Selahattin Demirtaş’ın “15 Temmuz Türkiye tarihinin en büyük kumpasıdır”
açıklamaları görmezden gelinebilir mi?
Bu olay yaşanmasa ne başkanlık
sistemi referandumda kabul edilir ne 200’den fazla muhalif medya susturulabilir
ne de Demirtaş’tan Berberoğlu’na siyasetçiler, Ahmet Altan’dan Mustafa Ünal’a
bu kadar gazeteci hapse atılabilir ne devlette ve üniversitelerdeki AKP
karşıtları bu çapta temizlenebilir ne Meclis’i sıfırlayıp ülkeyi sorgusuz
sualsiz KHK’larla yönetme imkanı olurdu. Sonuçlarından hareketle bakınca 15
Temmuz’un tartışmasız tek kazananı Erdoğan. Ülke için, demokrasi için, hak,
adalet, özgürlükle, Cemaat ve Ordu için ise tam bir yıkım. Benim kanımı
donduran tarafı ise sırf kirli bir kurgu tamamlansın ve inandırıcı görünsün
diye yüzlerce samimi, saf vatandaşın ölümünün göze alınmış olması. Sırf bu
kurgu tamamlansın diye o gece samimi vatansever duygularla hayatını kaybeden
249 insan, hayatı kararan yüzbinlerce mağdur. Erdoğan’ın niye Allah’ın lütfu
dediği şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bir ezbere inandırılan herkes; -dört başı
mamur Balyoz darbe planını çürütmek, 15 Temmuz konusunda ise binlerce soru
işaretlerini görmezden gelip insanları bunun darbe olduğuna ikna etmek için
çırpınan Sedat Ergin dahil- sadece 15 Temmuz’un bir numarası olduğu söylenen
Org.Akın Öztürk’ün hikayesine baksalar, ortada Kabataş yalanına milyon kez
rahmet okutan bir yalanla karşı karşıya olduğumuzu görürler. Güya 15 Temmuz’un
beyni, bir numarası falan denilerek işkenceden geçirilen ve idamla yargılanan
Akın Öztürk hakkında Genelkurmay’ın 21 Temmuz’lu açıklamasına bakmak yeterli.
Orada Org.Öztürk’ün girişimi bastırmak için yardımcı olduğu resmen ilan
edilmişti. Ama kurguya uymayınca o açıklama silindi. 15 Temmuz’un bir numarası
denilen isimle ilgili iddiaların bu kadar çürük olduğu yerde başka neye
inanabilirsiniz? Cemaat’in bana göre bu olayla ilgili en büyük kabahati, bu
çapta bir kumpası fark edip deşifre etmemesi, aksine cemaatle irtibatlı olduğu
söylenen bazılarının da bu tuzağa düşmesi. Bu arada öyle karanlık bir olay ki,
Akıncı üssünü bombalayarak girişimi önleyen veya o gece Erdoğan’ın uçağını
kullanan pilotlar da Cemaatçi ve darbeci diye yargılanıyor. Ankara’da dönen
oyunları bilecek durumdaki dünyanın önemli devletleri, 15 Temmuz’un Cemaat’in
işi olmadığını açıkladılar. Ama 15 Temmuz’un kimin işi olduğunu da açıklasalar
mesele anlaşılacak. Ama nedense henüz bunu yapmıyorlar. İnancım şu ki, 15
Temmuz tüm yönleriyle aydınlatılmadan Türkiye normalleşip, demokrasiye geçemez.
Şu an Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı, olayı aydınlatmak değil, siyasi olarak
bundan sonuna kadar yararlanmak,efsanelerle harmanlayıp kurmaya çalıştığı yeni
rejimin miladı yapmak.
Adil Öksüz?
Demokrasiyi ve Cemaat’i hedef
alan kumpasta, görüntüyü tamamlamak için kritik rol verilmiş bir piyon, ya da
Hizmet’in değerlerine ihanet ettiğinin farkında olmayan süzme bir ahmak.
Memleket özlemi?
İnsan elbette dostları,
çocukluğunun, gençliğinin geçtiği mekanları, şehirleri özlüyor. Özlem duygusunu
karşılamak için ölümsüz şarkılarınızı, türkülerimizi dinliyorum. Ama şimdilik
ülkede olan bitenlere acıma ve üzülme duygum, özlem duygumu bastırıyor.
Son olarak
söylemek istediğiniz bir şey?
Hizmet hareketi anne karnında
henüz doğmamış bebeklerden 80 yaşındaki ihtiyarlara, Hakkari’de belletmenlik
yapan gençten Senegal’deki öğretmenlere kadar tarihte eşine az rastlanır çok
büyük bir imtihandan geçiyor. İşkence altında can veren, Meriç’te boğulan
şehitler var, dün profesörken bugün pazarcılık yaparak ailesini geçindirmeye
çalışan insanlar var. Annesi babası, tüm sevdikleri tarafından dışlananlar var.
Yaşadığımız bu acılar karşısında en büyük güç kaynağı iman. Bu dünya zaten
intihan yeri, nasıl olsa bir gün bitecek ve ahirette mutlak adalet tecelli
edecek. Bu sıkıntılı dönemde, büyüklerin gönlünden kopup gelen bazı mısraları
daha sık hatırlayıp onlardaki iman ufkunu anlamaya çalışıyorum. Biri Yunus’dan,
biri Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinden, diğeri de on yıllarca hapis ve
sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman’dan:
Önce Yunus:
Hoştur bize senden
gelen,
Ya hil’at ü yahut
kefen,
Ya taze gül, yahut
diken.
Kahrın da hoş, lûtfun
da hoş.
Gelse celâlinden cefâ,
Yahut cemâlinden vefâ,
İkisi de cana safa
Kahrın da hoş, lûtfun
da hoş
Bu ölümsüz mısralar İbrahim Hakkı Hazretlerinden:
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreylerÂrif onu
seyreyler.
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bu da Bediüzzaman’dan:
“Bırak ey biçare feryadı
belâdan kıl tevekkül
Zira feryat belâ ender hatâ
ender belâdır bil
Belâ vereni buldunsa, atâ
ender safâ ender belâdır bil
Bırak feryadı, şükür kıl
manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya
cefâ-ender, fenâ ender hebâdır, bil!
Cihan dolusu belâ başında
varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel, tevekkül kıl. Tevekkülle belâ
yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”