Kâinâtın varlık sebebi Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in Kur’ân’dan sonra en büyük mûcizelerinden birisi de Mi’râc mûcizesidir.
Mi’râc mucizesi, Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyan’da İsrâ sûresinin ilk âyetinde; “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren O zâtın şânı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten herşeyi işiten, herşeyi gören O’dur” ifâdeleriyle anlatılmaktadır.
Bu âyette ‘Kulu’ tabiri kullanılmaktadır. Peygamber (sav) evvelâ ‘kul’du. Kulluğun şuur ve idrâkiyle Risâlete yükseltildi. O (sav) öyle bir kuldu ki, mebde’de varlık ağacının çekirdeği ve neticede ise, en kâmil meyvesiydi.
Cenâb-ı Hak Efendimiz’i (sav), kâinatın sırlarını onun vesîlesiyle açmak için, Cibril Aleyhisselam’ın arkadaşlığında huzuruna celb etti.
Necm Sûresi’nde şöyle anlatılmaktadır:
“7- Ve O, (bu mi‘râcında) en yüksek ufukta idi.
8, 9- Sonra (çok perdeler geçerek Rabbine) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki, kâb-ı kavseyn (iki yay) kadar veya daha da yakın oldu!
10- İşte (Allah) kuluna vahyetmek istediği herşeyi vahyetti.
11- (Gözleriyle) gördüğünü, kalb(i) yalanlamadı.
12- Onun görmekte olduğu şeyler hakkında, şimdi kendisi ile mücâdele mi ediyorsunuz?
13, 14- And olsun ki, O’nu (Cebrâîl’i aslî sûretinde), diğer bir inişte de (m’râc gecesi), Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında (iken) gördü.
15- Ki Cennetü’l-Me’vâ onun yanındadır.
16- O zaman Sidre’yi bürümekte olan, bürüyordu.
17- (O haşmetli makamda Muhammed’in) göz(ü) ne kaydı, ne de haddini aştı.
18-And olsun ki, Rabbi‘sinin delillerinden en büyüğünü gördü“
Elmalılı Hamdi Yazır (ks) tefsirinde; ‘Resûlüllah (sav), Cebrâil’i Kurân’ın her inen parçası esnasında, hangi sûrete girmişse öyle görüyordu. Gerçek sûretinde ise, bir defâ mi’râcdan önce gördü, o vakit Cebrâil Resûlüllah’a (sav) inmişti. Bir kere de mi’râc’dan inerken gördü, bunda Efendimiz Cebrâil’e doğru iniyordu ve Cebrâil, Sidretü’l Müntehâ’nın (yaratılış ağacı) yanında O’nu (sav) karşılıyordu’ şeklinde açıklamıştır.
‘Daha önce, Rahmet Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen Nebîler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün enbiyâ-i izâmın cihetü’l-vahdetini câmi olması îtibâriyla, bu kutlu seyâhatinde farklı farklı semâ tabakalarında bulunan enbiyânın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla görüşmesi gibi karakteristik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyâhat, hem ilktir hem de son. Böyle olduğu içindir ki, Hz. Cebrâil, ayrı ayrı her semâ kapısını çaldığında vazîfeli melek, O’ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve bu kapılar şimdiye kadar hiç kimseye açılmadı’ demiştir.
Burada bahis mevzuu edilen ‘gök kapısı’, ‘açılma’ ve ‘yol verme’ gibi ifâdeler, elbette ki bizim anladığımızdan farklı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrâil’in (a.s) gök kapılarını Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak avamca bir yaklaşımdır.‘ (Fasıldan Fasıla)
Bizim gaybî olarak inandığımız âhiret âlemini, Efendimiz (sav) Mi’râc vesîlesiyle bizzat gördü. Cennetin göz kamaştıran güzellikleri onu oraya bağlayamadı. Hak dostlarından Abdul Kuddüs (ks), “Ben Hz. Muhammed’in (sav) yerinde olsaydım, cennete girmişken, ‘Allah’ım ne olur beni buradan çıkarma’ der, orada kalmayı talep ederdim. Efendimiz (sav) mi’râc’dan geri geldi. İşte Nebî ile Velî arasındaki fark budur” diyor. Nebî başkalarını götürmek için geri gelir. Velî cennete girmişken çıkmayı düşünmez.
Mi’râc bir imtihan vesîlesidir. Îman rükünlerini kabul etmeyen mülhidlere Mi’râc mûcizesi anlatılamaz. Onlara evvelâ îmanın altı erkânını anlatmak ve iknâ edip sevdirmek gerekir. Allah’ı tanımayan ve sevmeyenlere, O’nun (cc) kâinattaki hârikulade icraatlarını anlatmak mümkün olmaz. Hele inkar edip küfürde inat ediyorlarsa..
Hz.Üstad Reşhalarda, Allah’ı tanıtan üç küllî muâriften bahseder:
‘Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün işittiğin şu Kitâb-ı Kebîr-i Kâinat’tır.
İkincisi: Bu kitabın âyetü’l- kübrâsı ve divân-ı nübüvvetin hâtemi ve künûz-u mahviyenin miftâhı olan Hz.Muhammed aleyhissalâtü vesselam’dır.
Üçüncüsü: Kitâb-ı âlemin tefsiri ve mahlukâta karşı Allah’ın hücceti olan Kurân’dır.’….
‘Hazreti Muhammed (sav) öyle bir zâttır ki, azamet-i mâneviyesinden dolayı, sath-ı arz o zâtın Mescid-i Aksâ’sıdır. Mekke-i Mükerreme O’nun mihrâbı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl-ı kemâlidir. Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âlî imam ve nev-i beşerin hatîb-i şehîridir. Saâdet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyânın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünkü, dini, bütün dinlerin esâsâtına câmidir. Ve bütün evliyânın başıdır; şems-i risâletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor…’ (Mesnevi-i Nûriye)
‘Rasûl-ü Ekrem (sav) neşrettiği hakîkatle nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirmiştir.’
O zâtın nurânî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umûmi içinde görünecekti; herşey birbirine düşman, insanlar hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.
Kâinata, iman nazarıyla ve mürşid-i kâmil olan Nebîler Sultanı’nın gözüyle bakılırsa, mescid-i zikir ve şükür olur; herşey birbirine ahbap ve kardeş haline gelir. O zât-ı nuranî (sav) olmasaydı, kâinat da, insan da adem hükmünde kalır; ne kıymeti ne de ehemmiyeti olurdu.
Keşfü’l Hafâ’da zikredilen Kudsî Hadiste; “Sen olmasaydın (Ya Muhammed), kâinatı yaratmazdım” buyurulmaktadır. O (sav), beşerin saâdeti ve huzuru için Allah’ın tâyin ettiği peygamberlerin en sonuncusu olmanın yanında, mesajı da âlemşümuldür.
Mûcizeler, Peygamberlerin şahsında Allah’ın yarattığı hârikulâde hallerdir. Peygamberlerin Allah tarafından tâyin edildiklerine dâir birer vesîka ve diplomadır. Resûl-ü Zîşan Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bini mütecâviz mûcizelerinin başında, Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân gelmektedir. Onu tâkip eden mûcize ise Mi’râc’dır. Mi’râc, yükselme, yukarılara çıkmaktır. İsrâ ise, sırlar ve hikmetlerle dolu gece yolculuğudur.
Allah (celle celaluhü) Habîb-i Edîbi’ni (sav) mi’râc vesîlesiyle huzûruna almakla, O’nu şereflerin en yücesine ulaştırmış ve O’na pâyelerin en büyüğünü vermiştir.
Bu hususu Nizâmî, sırlı ifâdeleriyle şöyle seslendirir:
“Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları haline getirilmiş, melekler teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal, güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.”
Hayal dünyamızın mevcut olduğunda şüphemiz yok. Hayâlimizle nasıl oluyor da, maddî-mânevî âlemleri bir ân-ı seyyâlede gezip, dolaşıp gelebiliyoruz?
Kâinatları yaratan, ayları güneşleri tesbih tanesi gibi âhenk içerinde hareket ettiren Allah (cc), bütün sistemleri birbirine çarptırmadan, akıllara durgunluk verecek şekilde evirip çevirmekte ve bu icraâtıyla sonsuz kudretini bizlere göstermektedir.
Allah (cc), insanların âhiret hayâtında mutlaka karşılaşacakları o ebedî âlemlerin baş döndürücü güzelliklerini, inceliklerini, can yakıcı korkunç azaplarını, en doğru beyan sâhibi, kâinatın yaratılış vesîlesi, insanlığın iftihar tablosu Hz.Muhammed’i (sav), mezkûr hakîkatleri kullarına duyurmak için bizzat göstermek üzere huzuruna alamaz mı? Doğrudan muhatap alıp emirlerini sunamaz mı?
Mi’râc’ın kapısı ubûdiyetle açılır. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) kul idi. Kullukla Mi’râc’a erdi. Şehâdet kelimesindeki, “Muhammeden abdühû ve Resûlühü” bu gerçeği ifade etmektedir. Bu kapının bizlere de açık olduğunu, O’nun (sav) “Namaz, mü’minin Mi’râcı’dır.” (Münavi, Feyz-ül Kadir) beyânlarında ifâde edilmektedir.
Namaz, bizleri Rabbimize yücelten ve yükselten en büyük bir ibâdettir. Namaz, her türlü fuhşiyattan, münkerden nehyeder. İnsan hayatının düzene ve sisteme girmesini sağlar.
Ankebût sûresi 45.âyette; “(Resûlüm) Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla îfâ et! Muhakkak ki, namaz insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor, uzak tutar. Allah’ı n
amazla anmak elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir” buyrulmaktadır.
amazla anmak elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir” buyrulmaktadır.
Namaz, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamamızı temin eder. Aynı zamanda bir muhâsebedir. Hâkimler Hâkimi Allah huzurunda, hayâtın hesâbının sorulacağını hatırlatır. Onun için namazımızı Allah görüyor gibi edâ etmemiz, O’nun her an bizi gördüğüne inanmış olmamızın ifâdesidir.
Efendimiz Hz.Muhammed (sav), bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyâmet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazlardır. Eğer kul bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel! Aksi halde şöyle denilir; ‘Bakın bakalım, bu kulumun nâfile namazı var mıdır?’ Eğer nâfile namazları varsa, farzların eksiği bu nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (Tirmizi, Ebu Davud, Nesai, İbn-i Mace)
Her yıl tekerrür eden mübârek geceler ve aylar, Allah’ın kullarına ne kadar merhametli olduğunun açık bir delilidir. Merhamet-i Sonsuz Rabbimiz, affetmek için o kadar çok vesîleler halk etmiş ki, değerlendirmekten âciziz. Balığı denizde yüzdürdüğü gibi, kullarını da nîmet denizinde yüzdüren Allah’a karşı, insanların nankörlüğü anlaşılır gibi değil.
“Ey insan, nedir seni o kerim Rabbin hakkında aldatan? O değil mi seni yaratan, bütün vücut sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren? Ve seni dilediği bir surette terkip eden?’’ (İnfitar suresi, 6-8)
Mi’râc, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine ne ölçüde şefkatli, âhiretleri adına ne kadar çırpındığının açık bir alâmetidir. Cenneti bütün güzellikleriyle gördüğü, Cennetin bin yıllık güzelliği bir anına tekâbül etmeyen Cemâlullah’ı müşâhade ettiği halde, ümmetini oraya götürebilmek için dünyâda çektiği ve çekeceği her türlü sıkıntıya rağmen dünyaya geri geldi; bir ömür boyu insanlığı mutlu edebilmek, âhiretini kazandırabilmek için çırpındı.
İnsan, bir seyahate veya ibâdet için gittiği Hac ve Umre dönüşünde çok sevdiği çoluk çocuğuna ve dostlarına hediyeler aldığı gibi; Efendimiz (sav) de, çok düşkün olduğu ümmetine Cenâb-ı Hak’tan hediyelerle gelmiştir. Bu hediyeler:
-Kulun kemâle ermesinin en büyük vesîlesi namaz,
-Bakara Sûresi’nin son iki âyetleri; “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona îman etti, mü’minler de. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Resullerine îman etti. ‘O’nun Resullerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.’ dediler ve eklediler: ‘İşittik ve itaat ettik ya Rabbimiz, affını dileriz, dönüşümüz sanadır.’”
“Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir. Ya Rabbena! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma. Ya Rabbena! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ya Rabbena! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma. Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlamız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize.” (Bakara sûresi, 285-286)Ve
-Allah’a hiçbir şeyi eş ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının af ve mağfiret edileceği. (Müslim)
Hz.Üstad, Mi’râc mucizesinin semerâtı ve faydasını beş meyve ile izâh etmiştir:
‘Birinci meyve: Erkân-ı îmaniyenin hakikatini göz ile görüp; melâikeyi, cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâli göz ile müşâhade etmek;
İkincisi: Sâni-i Mevcudât, Sâhib-i kâinat ve Rabb-ül âlemin olan Hakîm-i ezel ve ebedin marziyyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin esâsatını, başta namaz olarak cin ve inse hediye getirmiştir;
Üçüncüsü: Saâdet-i Ebediye’nin defînesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir;
Dördüncüsü: Rü’yet-i Cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahî mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir;
Beşincisi: İnsan kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i kâinatın nazdar sevgilisi olduğu mi’râc ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse hediye getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makâma çıkarır ki; kâinatın bütün mevcûdâtı üstünde bir makâm-ı fahr veriyor.’ (Otuzbirinci Söz)
&nb
sp;
sp;
Bu hediyelere sahip çıkıp çıkmama insanın irâdesine bırakılmıştır. Değerlendirip değerlendirmemek insana âittir.
Îdam olunacak bir adama, affedildin müjdesinin verilmesi gibi; Efendimiz (sav) de, mutlaka ölecek olan insanlığa, ba’su ba’del mevt’ten sonra dünyâda kaybettiği bütün sevdikleri ve dostlarını, ebedî cennette bulacağı müjdesini vermiştir.
Nisâ sûresi 69.âyette; “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar!” buyrulmaktadır.
Hz.Üstad; Leyle-i Mi’râc’ın ikinci bir Kadir gecesi olduğuna işâret buyurmaktadır. Bu gecelerde ameller bereketleniyor. Bazen bir’e on, bazen bin, bazen Kadir gecesinde otuzbin sevapla Allah (cc) kullarını mükafatlandırıyor.
Bu noktada dikkat edeceğimiz bir husus var. Sâdece Leyle-i Mi’râc, Leyle-i Kadir ve benzer mübârek geceleri ihyâ ile yetinmeyip, dünyâdan her an ayrılma ihtimâlini hesâba katarak, ömrün bütün gece ve gündüzlerini, o geceler ve gündüzleri gibi kabul ederek değerlendirmek ve kıymetli hâle getirmek için gayret gösterilmelidir.
Bu gece aczimizi, zâfımızı itiraf ederek, bol bol Rabbimizi anmalı, duâ, zikir, fikir, ibâdet ve Kur’an’la meşgul olmalı, ümmet-i Muhammed ve insanlığın saâdet ve mutluluğu için yalvarmalıyız.
“Ey Rabbimiz! Bu hizmetimizi kabul buyur. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak sensin.” (Bakara, 127)
“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme.” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki, senin herşeye gücün yeter.” (Tahrim, 8)
İnsanlığın kalben, rûhen ve aklen dirilmesi, âlem-i İslâm ve insanlık hakkında Mi’râc’ın hayırlara vesile olması, ülkemiz ve âlem-i İslam üzerindeki siyah bulutların izâlesi, mazlum, mağdur, mahkum, mahcur ve gaybûbet içinde hürriyetleri ellerinden alınarak zor durumda bırakılan îman ve Kur’an hâdimlerinin necâta ermeleri, zâlimlerin, ihânet şebekelerinin plan ve projelerinin kendi başlarına maküs olması duâ ve dileğiyle, Mi’râc kandilinizi tebrik ederim.