Mübeccel bir müjdeyi Nebî dilinden alan nesillerin başında -sahabeden sonrakilerin- ismini Kur’an’ın koyduğu, altın neslin hakiki varisi tabiin nesli gelmektedir. Bu sayımıza, ötelerden muştulu neslin, ismi akla en evvel gelenlerden -kadınlık âleminin ufuk olan- bir hanım anayı misafir ediyoruz.
Aynı zamanda bu makale, İslâm’ın kadına bakışını sorgulamakla, güya İslâm’a susamış gönülleri bu sonsuz nurdan soğutacağını zanneden, gerek batılı ve gerekse yerli dostlara cevap teşkil edecektir.
Her türlü fazilet hislerinden mahrum hale getirilen ve günümüzde de kendi çizgisini kaybeden ve elinde hiç bir değeri bırakılmayan kadının umumi durumu ne yazık ki, yürekler acısıdır.
Bir dönemde, insanlığın baş tacı olarak her türlü hürmet ve saygıya layık görülen kadın, günümüzde ise, bir yönüyle hissin, şehvetin, diğer yönüyle de kazancın, hırsın ve her türlü süfli menfaatlerin acımasızca kurbanı olmuştur. Ne var ki, işin acı tarafı da kendisine karşı reva görülen bütün bu insanlık dışı tavır ve hareketler, -gerek fiili ve gerekse nazari olarak kendisinden yapılan istifadeler- hep onun hesabına veya onu koruma ve ona hak verme adına yapılagelmiştir. Üzülerek söyliyeyim ki, varlığından ve değerinden mahrum olarak yetiştirilen kadın da kendisine karşı işlenen bu cinayetleri maalesef hep hak elde etme olarak kabul etmiştir.
Günümüz kadını ile arasında bir mukayese imkanı elde etmek üzere, kadınlık dünyasının baş tacı olan bir anamızı bu yazıda tanıtmaya çalışacağım.
Anlatmaya çalışacağım bu kadın, Rabia binti İsmail’dir. Rabiatü’l-Adeviye ismiyle meşhur olan bu kadın veli, ilmin, irfanın, faziletin, zühdü takvanın zirvede olduğu bir devirde yaşamış ve yükselmesi gereken yere kadar yükselmiştir.
Onun hayatını yazan büyük yazarlar, Rabia’nın yaşadığı hayatın adeta yaşanamaz boyutlarda olduğunu dile getirmişlerdir. Hatta Tezkiretü’l-Evliya yazarı Feridüddin Attar, onu erkekler arasında yazmasının yadırganabileceği ihtimaline karşı şu mazereti kaydetmekle sözüne başlamaktadır.
Biri çıkıp: Onu niçin erkekler safında zikrettin, diye sorarsa, derim ki: Hz. Muhammed (sav): Allah sizin suretinize bakmaz diye buyurmuşlardır.
Şimdi amel surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet dininizin üçte birini Hz. Aişe-i Sıddıka‘dan almak caiz ise, aynı şekilde O’nun yolunda giden bu veli kadınlardan da dini öğrenmek ve feyiz almak caizdir.
Hele bir kadın Allah yolunda er olursa ona artık kadın denmez. Nitekim Abbas-ı Tusi: Yarın Arasat meydanında ‘Erkekler!’ diye seslenildiği zaman erkekler safında ilk önce ayağını basacak olan şahıs Hz. Meryem olacaktır, demiştir.
Bir şahıs ki, meclisinde olmayınca Hasan Basri konuşmazsa onu elbette erkekler meclisinde zikretmek lazım gelecektir.
Yaklaşık olarak hicri 95 yılında dünyaya geldiği söylenilen Rabia, ailenin dördüncü çocuğu manasına rabi’in müennes (dişil) kelimesi olan Rabia ismiyle isimlendirilmiştir. Babası geçimini zor temin eden yoksul bir insandı.
Feridüddin’in nakline göre Rabia’nın dünyaya geldiği gün onu sarmak üzere babasının evinde bir bez parçası bile bulunmuyordu. Rabia’nın dünyaya geleceği günlerden birinde anası, babasına;
“Falanca komşuya git de lambamız için yakacak yağ iste” demişti. Fakat hayatta kimseden bir şey istememeye ahdetmiş olan Rabia’nın babası İsmail, hanımının hatırını kırmayarak gidip komşusunun kapısını çalmıştı, ne var ki, yatmış olan komşusu uyanmayınca ihtiyacı olan yağı isteyemeden geri dönmüştü. Canı fevkalade sıkkın olarak yatan babası, o gece rüyasında Peygamber Efendimizi A.S. görmüş ve Efendimiz kendisine Üzülme! Bu kız öyle hanım bir kız olacak ki, ümmetimden yetmişbin kişi onun şefaatini isteyecek. buyurduktan sonra mübarek sözün
e şu şekilde devam etmiştir. Basra emiri İsa Radan’ın yanına var ve benim adıma ona aynen şunu söyle: ‘Sen her gece bana yüz, cuma gecesi ise dörtyüz defa salavat getiriyordun; geçtiğimiz cumartesi getirmen gereken salavatları unuttun. Onun keffareti olarak bana dörtyüz sarı altın ver!”
Rabia’nın babası uyanır uyanmaz rüyasını yazıp, sabahleyin götürüp rüyayı Basra Emiri İsa Radan’a vermiş ve gerçekten Peygamberden gelen bu rüya haberinin doğruluğunu bilen Emir, Rabia’nın babasına 400 altın verdikten sonra bir ihtiyacı olduğu zaman mutlaka kendisine arz etmesi gerektiğini de sıkı sıkıya tenbih etmiştir.
Rabia, babasına hep şöyle derdi: Babacığım sakın bize haram kazançtan bir şey getirip yedirme. Babası da ona: Kızım bilmez misin ki, helal rızık bulmak çok zordur, haram ise çoktur. Bunun üzerine Rabia babasına şu altın sözü söyler: Babacığım dünyada açlığa sabretmek, ahirette cehennem azabına sabretmekten çok daha hayırlıdır.
Dünyanın aldatıcılığını çok iyi anlayan Rabia, yanında katiyen dünyadan bahsettirmez ve bahsetmek isteyenlere de katiyen fırsat vermezdi.
Hafız Zehebi, Siyerü A’lami’n-Nübela isimli kitabında Muhammed b. Hüseyin’in şu sözlerini rivayet ediyor: Bişr b. Salih diyor ki: Süfyan-ı Sevri’nin de içlerinde bulunduğu büyük alimlerden bir topluluk Rabia’nın huzuruna girmek için izin istediler. Onun yanında bir müddet konuştular ve biraz da dünyadan bahsettiler. Kalktıklarında Rabia hizmetçisine: ‘Bu şeyh ve arkadaşları gelince artık onlara izin verme, çünkü gördük ki, onlar dünyayı seviyorlar.
Dünyanın her türlü süsünden ve zinetinden uzak kalmasını bilmiş olan anamızın çok defalar yiyecek temin etmede bile güçlükler çektiğini bilmekteyiz. O tablolardan bir tanesini yine Feridüddin Attar İlahinamesinde şöyle anlatmaktadır:
Rabia gibi makam sahibi bir kadın tam bir hafta hiçbir şey yememişti. Açlık onu takatsiz bırakınca azasına kuvvetli bir zayıflık, bir titreme düştü. Komşularından namuslu bir kadın onun durumunu anlayarak ona bir kap yemek getirdi. Rabia oruçtu ve bir ışık bulup belki de iftarını o yemekle açacaktı. Tam bu sırada bir kedi gelerek yemek kasesini döktü. Rabia testiyi alıp bari su ile iftar edeyim dedi. Tam bu sırada testi de elinden düşerek kırıldı ve içindeki su döküldü. İçecek su bulamadı. Nihayet ciğeri yanık kadın ciğerinden bir ah çekerek naz makamında Rabbine münacatta bulunarak şöyle dedi: Ya Rabbi bu çaresiz miskinden ne istersin ki, başıma bu gelenler hep Sen’den gelmektedir.
Bu sırada Allah’tan hitap geldi: Ey Rabia dilersen şimdi aydan balığa kadar her şeyi senin emrine bağışlayayım. Fakat bunca yıllık derdi de ona karşılık gönlünden alırım. Çünkü, hilebaz dünya ile benim derdim bir gönülde yerleşmez. Sana daima bizim derdimiz gerekse, sen daima dünyayı terketmelisin.
Rabia gerçekten de bu derdi sonuna kadar taşıdı ve dünyadan perhizli olarak Yüce dostun huzuruna varmayı başardı.
Rabiatü’l-Adeviyye yaptığı bütün amellerinde Allah’ın rızasını ve O’nun muhabbetini gözetirdi. O’nun rızasının olmadığı hiç bir işi yapmaz ve yapılmasına da razı olmazdı. İmam Gazali, İHYÂ’da onun samimiyeti ve ihlası ile alâkalı şu hâdiseyi nakleder: Süfyan-ı Sevri bir gün Rabia’ya İmanın hakikati nedir? diye sorar. Rabia: Kötü bir işçi gibi, ne cehennem korkusu ne de cennet ümidi ile Allah’a ibadet ediyorum. Allah’a ibadetim O’nu sevmem ve O’na saygı duymamdandır.sonra da Rabia-i Adeviye’ye muhabbet-i ilâhî ile alâkalı şu beytini söyledi:
İlâhî seni iki sevgi ile seviyorum. Biri Sana olan muhabbetim, diğeri de Senin bu muhabbete layık olmandır. Arzularım ve muhabbetim Sana meylederek Seni sevmem, başkasını bırakıp Seni anmamla ancak mümkün olmaktadır. Senin ehli olduğun muhabbet ise, perdeyi kaldırıp cemalini göstermendir. Her iki muhabbetimde de övülmeye ve şükrana layık ben değilim. Her iki muhabbette de hamd ü senaya layık sensin Allah’ım!
Yine Gazali’nin naklettiğine göre Rabia’ya cennet hakkında ne dersin? diye sormuşlar da: Önce komşu sonra mesken, diye cevap vermişti. Rabia bu sözü ile kalbinde cennete değil de cennetin Rabbi olan Allah’a karşı muhabbeti olduğunu ve kalbini O’na bağladığını ifade etmek istemişti.
Kendisine bu mevkiye ne ile yükseldin diye soranlara karşı: Lüzumsuz şeyleri terk edip, fani ve zail olmayan Mevlam ile ünsiyetim sayesinde, diye cevap vermişti.
Kendisine evlenme ve dünyalık verme teklifinde bulunan insanlar zaman zaman oluyordu ve onlara verdiği
cevaplar da büyük birer nasihatti. Bunlardan bir tanesini İbn-i Hallikan Vefeyatü’l-A’yan’ isimli kitabında şöyle anlatıyor:
Basra’da günlük kazancı 80.000 dirhem olan Ebu Süleyman el-Haşimi isimli bir zat vardı. Basra ulemâsıyla evlenme konusunda iştişarede bulundu ve kendisine Rabiatü’l-Adeviye ile evlenmesini teklif ettiler. O da Rabia’ya mektup yazarak şöyle dedi: “Allah’a hamdden sonra benim dünya geliri olarak günde seksen bin dirhem gelirim var az zaman sonra bunu yüzbin dirheme çıkaracağım. Size mehir olarak yüzbin dirhem vermeyi taahüt ediyorum. Lütfen bana cevap veriniz!Rabia aldığı bu mektuba şu cevabı verdi:
Allah’a hamd ü senadan sonra, dünyada zühd, kalb ve beden rahatıyladır. Dünyaya rağbet üzüntü ve keder getirir. Mektubum sana geldiği vakit o, azığın ve ahiret için de öncün olsun. Tavsiyeni başkası için değil, nefsin için yap. Bütün zamanını oruçlu geçir, iftarın ölümün olsun. Allah sana verdiği nimetin kat katını bana verdi de onlar beni göz açıp kapayıncaya kadar ancak meşgul ediyorlar vesselam.
Giyim kuşam ve halinin mağduriyetine bakan Süfyan-ı Sevri bir gün kendisiyle karşılaşınca ona şöyle dedi: Ya Rabia nedir bu halin böyle? Eğer falanca komşuna gitsen bir kısım işlerin düzelir, yani bu giyim kuşamını onun vereceği şeylerle düzeltebilirsin? Bunun üzerine Rabia, Süfyan-ı Sevriye şu cevabı verdi: Ey Süfyan benden ne kötü hal gördün. Kendisinde asla zillet, fakirlik ve vahşet olmayan aziz, gani ve ünsiyet edilen İslâm dini üzerinde değil miyim? Ben dünyayı ona Sahib olandan istemeye utanıyorum, nerede kaldı ki, ona sahib olmayan kullardan isteyeyim. Bu sözü işiten Süfyan dehşet içinde: Ben böyle söz hiç işitmedim, demiştir.
Gecenin tamamını namaz kılarak geçiren Rabia, sabaha yakın birazcık namazgahında dinlenir ve sonra da Ey nefis ne kadar da çok uyudun, diyerek nefsini ikaz ederdi.
Bir gün kadının birisi ona Ey Rabia Allah için seni çok seviyorum, demişti de Rabia kendisine şu cevabı vermişti: Beni kim için seviyorsan O’na itaat et!
Her şeyde çok samimi olan Rabia samimiyetsiz her işin karşısında olurdu. Mesela bir gün yanında Süfyan-ı Sevri: va hüznah! demişti de, Rabia: ey hüznün azlığı! Karşılığını vermişti. Nitekim Abbas b. Velid’in yaptığı nakilde kendisi şöyle demiştir: Estağfirullah! Sözümdeki doğruluğumun azlığından dolayı da estağfirullah diyorum.
Vefatından sonra Beşşar b. Galib, Rabia‘yı rüyasında görüyor ve ona: Ben sana çok dua ediyorum, deyince Rabia da ona:
– Hediyelerin nurdan tabaklar içerisinde bize geliyor. dedi. Ben kendisine: Bu nasıl oluyor? diye sordum. O da:
– Hayatta olan müminler, ölüler için dua ettikleri vakit, ipek mendiller içinde nurdan tabaklara konur ve ölüye götürülür. İşte bu filanın sana hediyesidir,denilir, diye cevap verdi.