Bülent Keneş-tr724.com
2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta sığındıkları Madımak Otel’inde 33 aydın ve sanatçı ile birlikte 2 otel çalışanının, otel önünde toplanan kalabalıkların ıslık ve tezahüratları eşliğinde yakılarak katledilmesinin üzerinden 25 yıl geçti.
Dile kolay tam çeyrek asırlık bir süre. Günümüz dünyası o günlerin dünyasından oldukça farklı. Peki insanların diri diri yakıldığı o günden bugüne Türkiye’de ne değişti? Hemen söyleyeyim: Hiçbir şey… Hatta Türkiye, insani duyarlılıklar ile insani ve medeni gelişmişlik açısından çeyrek asırlık bu sürede çok daha gerilere gitti.
Türkiye’nin bir kesimi bugün Madımak Katliamı’nda yaşanan korkunç kıyımlar için yas tutarken, ülkenin diğer bazı kesimleri Madımak’tan farkı olmayan katliamlardan, cinayetlerden, kıyımlardan, insan hakları ihlallerinden, yaygın ve sistematik işkencelerden muzdarip. Her ne kadar 2 Temmuz, korkunç bir katliam tarihi olarak hafızalara kazınmış olsa da, bu tür katliamların bir daha tekrarlanmaması için tek bir samimi hesaplaşmaya, tek bir reel yüzleşmeye ve tek bir ders çıkarmaya şahit olunmuyor.
Sadece son yüzyıl içerisinde bile yüzbinlerce masum insanın katline meskenlik eden bu talihsiz topraklar, kahredici bir alışmışlık ve aldırmazlık ruh haleti içerisinde benzer kıyımları ve katliamaları, ülkenin her köşesinden feryatların yükselmesine yol açan işkence ve zulümleri bugün de bağrına umarsızca basmakla meşgul. İsmi tarihin tozlu sayfaları arasında silinip gitmiş yüzbinlerce meçhul maktulün ruhları birer karabasan gibi üzerlerimizde hala dolaşırken Behçet Aysanların, Metin Altıokların, Uğur Kaynarların, Hasret Gültekinlerin, Nesimi Çimenlerin, Asım Bezircilerin, Koray Kayaların, Carina Cuanna Thedora Thuysların ahları da yerde kaldı. Acı ama, gerçek olan bu…
KATLİAMLARDA ELİ, KOLU, ROLÜ OLANLAR SEMİRDİKÇE SEMİRDİ
Bunlardan daha acı olanı ise, yakın tarihin tüm katliam ve cinayetlerinde eli, kolu, rolü olanların semirdikçe semirmeleridir. Şu ya da bu şekilde çöreklendikleri iktidar imkanlarıyla güçlendikçe güçlenmeleridir… İşte bu güçlenmişliğin verdiği aşırı özgüven ve gözü karalıkla otellere sığınmış masum insanları diri diri yakmakla da yetinmiyorlar artık. Yüzbinlerce insana sırf Kürt oldukları ya da sırf Hizmet Hareketi mensubu oldukları için görülmedik zulümler uyguluyorlar. Mesela, sığındıkları evlerinin bodrumlarında diri diri yakıyorlar. Mesela, Kadın-erkek, yaşlı-bebek demeden zindanlarda çürütüyorlar. Mesela, en hayasız, en vahşi işkencelerden geçiriyorlar. Mesela, göz göre göre ya da cezaevlerinin, nezarethanelerin tenhalarında bir bir katlediyorlar. Mesela, onbinlerce masum insanı sırf etnik ya da dini aidiyetlerinden dolayı evlerinden/barklarından, işlerinden/aşlarından, yurtlarından mahrum bırakarak adeta canlı canlı mezarlara gömüyorlar ve birer medeni ölüye çeviriyorlar.
Tüm bu olup bitenler kahredici olmaya çok kahredici ama inanın bana hiç şaşırtıcı değil. Çünkü, hiç lamı cimi yok; bu toprakların, bu milletin mayasında bu var. Toplumsal bir ruh, kitlesel bir huy, ortak bir ahlak ve kıyıcı bir örf haline gelmiş tüm bu caniliklerle adamakıllı yüzleşilip hesaplaşılmadığı müddetçe de hem bugün yaşananlar hem de 2 Temmuz 1993’te yaşananlar bu topraklarda tekrarlanıp duracak. Tıpkı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu cinayetler, bu zulümler, bu işkenceler, bu gasplar, bu kıyımlar, belki farklı yerlerde farklı isimler altında ama mutlaka, sürüp gidecek…
2017 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki vefatına kadar önemli çalışmalara imza atan ve soykırım üzerine çalışmaları ile de bilinen Afgan asıllı tarihçi Dr. Muhammed Hassan Kakar’ın da belirttiği gibi, katliamlar ve soykırımlar birdenbire ortaya çıkmaz. Bir ülkede ya da toplumda bir katliam ya da soykırım olabilmesi bazı ön koşulların varlığına bağlıdır. İnsan hayatına değer vermeyen bir millî kültürün mevcudiyeti bu şartların başında gelmektedir. Kakar, üstün olduğu varsayılan bir ideolojiye sahip totaliter bir toplumun varlığını; baskın olan toplumsal çoğunluğun potansiyel kurbanlarını daha az insani ve hatta insanlık dışı görmesini; ve faillerin güçlü ve merkezi bir otoriteye, bürokratik örgütlenmeye olduğu kadar hastalıklı bireylere veya suçlulara sahip olmasını da buna eklemektedir.
HAYATTAN ZİYADE ÖLÜMÜ YÜCELTEN İNSANLIK DIŞI BİR KÜLTÜR
Şimdi tüm bu şartların tamamının Türkiye’de olmadığını kim iddia edebilir? Böyle bir şey iddia etme cüreti göstereceklerin önüne Türkiye’de yaşayan halkların yüzlerce yıllık geçmişi boyunca ve ülkenin yakın tarihinde yaşanan korkunç kıyımları, katliamları, soykırımları koymazlar mı?
Hadi tarihte yaşananları boşverdik diyelim, Avrupa Birliği üyeliğinin hedef olduğu yıllarda “insanı yaşat ki devlet yaşasın” söylemiyle güç ve taraftar devşiren Erdoğan’dan başlayarak son birkaç yıldır Türkiye’de hayattan ziyade ölümden bahsedilmesini, yaşamdan ziyade şehadet ve ölümün yüceltilmesini nereye koyacağız? Erdoğan’ın “Tek devlet, tek bayrağa karşı olan buyursun beğendiği yere gitsin,” eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün “Rumlar ve Ermeniler devam etseydi bugün aynı milli devlet olur muyduk?” sözleri Türkiye’deki hakim zihniyete dair yeterince fikir vermiyor mu?
Erdoğan ve Gönül bu korkunç düşüncelerinde ne yazık ki yalnız değiller. Bu faşizan yaklaşım bugün Türkiye’de on milyonlarca insan tarafından paylaşılıyor. Madımak benzeri katliamlar ise, yeniden ortaya çıkmak için sadece uygun ortamı ve uygun zamanı bekliyor. Bu yüzdendir ki Türkiye’nin 1900’lerden bugüne uzanan tarihi, Erdoğan’ın kışkırtıcı propagandayla son yıllarda yeniden alevlendirdiği insan hayatına değer vermeyen insanlık dışı bu anlayışın sebep olduğu trajik soykırımlar ve katliamlarla doludur.
Yalana, inkara, eğip bükmeye hiç gerek yok. Osmanlı Hükümeti’nin 1915’te Ermeni vatandaşlarına karşı gerçekleştirdiği etnik temizlik, tehcir ve katliamlar neticesinde 800,000 ila 1,5 milyon arasındaki Ermeni bu topraklarda katledilmedi mi? Ermeni soykırımı, sağlıklı erkek nüfusun toptan öldürülmesi ya da askere alınarak zorla çalıştırılması ve sonrasında kadın, çocuk ve yaşlılarla birlikte ölüm yürüyüşü denilen şartlar altında çöle sürülmesi suretiyle bu topraklarda gerçekleşmedi mi? Askerlerin kontrolünde yurtlarından sürülen Ermeniler, sürgün sırasında yiyecek ve su sıkıntısıyla açlığa mahkum edilip, soygun, tecavüz ve katliamlara bu topraklarda maruz bırakılmadı mı?
Yine aynı yıllarda, Kuzey Mezopotamya ve kısmen Güneydoğu Anadolu’daki Süryaniler zorla göç ettirilmedi mi? Adına sonraları ‘Sayfo’ denilecek bir soykırım sistematiği içerisinde 270 bin ila 300 bin arası sivil Süryani kitlesel bir şekilde katledilmedi mi?
OSMANLI’NIN KIYIMLARIYLA YÜZLEŞMEYEN TÜRKİYE DE AYNI YOLA GİRDİ
Peki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı dönemindeki bu korkunç insanlık suçlarıyla yüzleşip, hesaplaşabildi mi? Ne gezer! Tam tersine bu kanlı mirası sahiplenmedi mi? Ermeni ve Süryani katliamlarının soykırım olarak tanınması taleplerine hep canla başla karşı çıkmadı mı? Eli kanlı bu devlet bu iki yüzlülüğüne hepimizi de yer yer alet etmedi mi?
Bu devlet, Osmanlı’nın son döneminde işlenmiş soykırımlara sadece sahip çıkmakla kalsa yine iyi. Cumhuriyet döneminde de benzer katliamlar bu topraklarda tekrarlanıp durmadı mı? 1937-1938 yıllarında kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-bebek demeden Dersim Alevilerine karşı korkunç bir katliama girişilmedi mi? Türk ordusunun Dersim’e havadan ve karadan düzenlediği askeri harekâtlarla en az 13 bin 160 kişi katledilmedi mi? En az 12 bin insan yüzyıllardır yaşayageldikleri evlerinden yurtlarından koparılıp göçe zorlanmadı mı? Bölgeden Ankara’ya gönderilen resmi raporlarda bile kadın ve çocuklar dahil olmak üzere Dersim’de insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imha edildiği yazılmadı mı?
Allah aşkına, bu topraklar üzerinde yaşayıp da hakim kültürün ve egemen gücün kıyıcılığından nasibini almayan mı kaldı? 2. Dünya Savaşı’nın devam etmekte olduğu 11 Kasım 1942 tarihinde 4305 sayılı kanunla konulan olağanüstü servet vergisi 500 yıldır bu topraklarda yaşayan Yahudi vatandaşlarımız arasında büyük trajedilere yol açmadı mı? Tıpkı bugünün şeref yoksunu İslamofaşist dinbaz haramilerinin yaptığı gibi, gasp ve talan peşine düşenleri teşvik için “…Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz,” diyen dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun peşine takılanların, önlerine çıkan talan ve zulüm fırsatı karşısında, etekleri zil çalmadı mı?
1942 yılı boyunca, tıpkı bugün uydurma haberlerle Hizmet Hareketi’nin hedef alındığı gibi, Türk gazetelerinde Yahudi vatandaşlarımızın “hırsızlığı, karaborsacılığı, vurgunculuğu ve ihtikârları” ilgili uydurma haberler, iddialar öne çıkarılmadı mı? 12 Eylül 1942’den itibaren tüm dini gruplar hazırlanan cetvellerle açıktan fişlenmedi mi? 11 Kasım 1942’de Varlık Vergisi kanunu hiç tartışılmadan TBMM’de kabul edilmedi mi? 18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında Varlık Vergisi’nin yüzde 70’inin İstanbul’daki mükelleflere, bunların yüzde 87’sinin ise gayrimüslimlere çıkarıldığı görülmedi mi? Sahi 1 milyon TL’nin üstünde vergi ödeyecek 11 mükelleften 9’unun gayrimüslim olması, 2’sinin ise ‘dönme’ olması tamamen bir tesadüf müydü? Aralık 1942-Ocak 1943 arasında İstanbul’da gayrımüslimlere ait binlerce mülk nasıl el değiştirdi? Satılan mülklerin yüzde 67’nin Türkler, yüzde 30’nun resmi kurum ve kuruluşlar tarafından alınması da mı bir tesadüftü?
DEVLET KILIĞINA GİRMİŞ HAYSİYETSİZ HARAMİLİK BUGÜNE HAS DEĞİL
Varlık Vergisi’ni ödeyeme gücü olmayan 1,400 gayrimüslim vatandaş bu ülkede çalışma kamplarına yollanmadı mı? Aşkale’ye gönderilenlerden en az 21’i kötü hayat koşulları yüzünden hayatını kaybetmedi mi? Kahırdan ruh ve beden sağlıklarını veya üzüntüden yakınlarını kaybedenler olmadı mı? Evet ya, devlet kılığına girmiş haysiyetsiz haramiliğin sadece bugüne has bir alçaklık olduğunu sanıyorsanız yanılırsınız.
Varlık Vergisi listelerinde toplam 114 bin 368 kişi vardı ve harami devlet bunlardan 314,9 milyon TL gaspetmişti. Bu gasp, 394 milyon TL olan 1942 devlet bütçesinin yüzde 80’ine denk geliyordu. Bu yüzden, 1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı yüzde 1,98 olan gayrimüslim azınlıklar, Varlık Vergisi’nden sonra başlayan göç nedeniyle 1945’te yüzde 1,56’ya, 1955’te yüzde 1,08’e düşmedi mi? Bugün ise, yerlerinde neredeyse yeller esmiyor mu?
6-7 Eylül 1955 gelip çattığında İstanbul’da yaşayan Rum azınlığa karşı da toplu bir kıyıma girişilmedi mi? Resmi rakamlara göre bile, İstanbul Pogromu kapsamında 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda, aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5,300’ü aşkın, gayriresmi kaynaklara göre ise 7 bine yakın taşınmaz tahrip edilmedi mi? Milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalanmadı mı? İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verilmedi mi? Türk basınına göre 11, Yunan kaynaklarına göre 15 masum Rum vatandaş elbirliğiyle hunharca katledilmedi mi? En az 300 Rum vatandaş yaralanmadı mı? 400’e yakın Rum kadına tecavüz edilmedi mi? Bu olaylar yüzünden binlerce yıllık vatanlarını terketmek zorunda kalan insanlarla birlikte, 1914’te 2 milyon kadar olan Rum nüfusu 2 bin kişiye kadar düşmedi mi? Sahi kim yaptı tüm bunları? Bu ülke bunları yapanlarla ve kendisiyle yüzleşebildi mi?
HER TÜR KATLİAMA, ZULÜM VE TECAVÜZE HER DAİM HAZIR RUH HALETİ
Ne yüzleşmesi? Artık nasıl bir lanetlenmişlik haliyse bu ülkenin düçar olduğu, ileriki yıllarda benzerlerini kendi ırkından, dininden, kültüründen olanlara yapmaya da koyuldu. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası sol düşüncelerin güçlenmesine karşı birleşen sağ görüşlü çevrelerin örgütlenmesiyle 1970’li yıllarda ülke genelinde başlayan silahlı çatışma ve katliamlar 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar devam etti. Her gün ortalama 20 kişinin öldüğü sağ-sol çatışmalarında toplamda binlerce genç hayatını kaybetti. On binlercesi yaralandı, yüzbinlercesinin hayatı kaydı, karardı.
Tıpkı bugünkü gibi her türlü katliama her daim hazır olan o korkunç ruh haletiyle 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş’ta Alevilere yönelik tam bir katliam gerçekleştirilmedi mi? Evleri basılan en az 150 kişi öldürülmedi mi? Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakılmadı mı? 100’e yakın işyeri tahrip edilmedi mi? Benzer bir kıyım daÇorum’da 1980 Mayıs-Temmuz aylarında gerçekleşmedi mi? Çoğu Alevi olmak üzere en az 57 kişi katledilmedi mi? Yüzlerce insan yaralanmadı mı? Evleri, iş yerleri yağmalanmadı mı?
Kökleri Cumhuriyet öncesi yıllara dayanan bir Kürt hakları sorunu yaşayan Türkiye’de ister resmi üniforma, ister militan kıyafeti içerisinde, isterse sivil olsun onbinlerce insan katledilmedi mi? 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi milliyetçi-siyasal İslamcı ittifakına dayalı yeni siyasi hesapların peşinen düşen Erdoğan, 20 Temmuz 2015 tarihinden itibaren bu kıyımları yeniden alevlendirmedi mi? Kürt köyleri ve kentleri, belki tarihlerinde ilk defa, aylarca polis ve asker tarafından kuşatılmadı mı? Meskun mahallerde bulunan PKK militanlarıyla mücadele etme iddiasıyla yüz binlerce sivil Kürt vatandaş evlerinden çıkarılarak göçe zorlanmadı mı? Yüzlerce Kürt vatandaşımız resmi kurşunlarla, bombalarla katledilmedi mi? Tarihi değeri olan şehirler, yapılar ve evler yerle bir edilmedi mi?
BU ÜLKEDE NE MADIMAKLARIN SONU GELİR, NE DE ZULÜMLERİN
Konuyla ilgili 10 Mart 2017 tarihinde bir rapor yayınlayan ve o güne kadar geçen süreçteki yıkım ve ölümleri kayıt altına alan BM İnsan Hakları Komisyonu, aralarında 800 güvenlik görevlisinin de bulunduğu 2 bine yakın kişinin hayatını kaybettiğini, güvenlik güçlerinin operasyonlarında “ağır yıkım, öldürme ve birçok diğer ciddi insan hakları ihlallerine” ilişkin bulguları kayıtlara geçirmedi mi?
Yalan mı? Bölgede 30’dan fazla şehirde meskun mahaller ağır silahlarla büyük yıkıma uğratılmadı mı? Operasyonlar nedeniyle 500 bine yakın insan evlerinden edilmedi mi? 2016’nın başında, Şırnak’ın Cizre ilçesinde 189 erkek, kadın ve çocuk su, gıda, tıbbi yardım ve elektriğe erişimleri olmaksızın haftalarca evlerinin bodrumlarına hapsedilmedi mi? Ardından yoğun topçu ateşinin neden olduğu yangınlarla cesetleri küle döndürülmedi mi? Bu katliamlardan dolayı tek bir şüpheli tutuklandı, tek bir kişi soruşturuldu da bizim mi haberimiz olmadı? Özellikle Mardin’in Nusaybin, Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçeleri bir kültürel soykırıma uğramadı mı? Bu yerlerdeki binaların yaklaşık yüzde 70’i sistematik bombardımanla yıkılmadı mı? Sonra da Erdoğan rejimi yıkılan bu yerleri herkesin gözlerin önünde gasp etmedi mi?
TR724’ün sayfalarında her gün okuduğunuz, hatta okumakla kalmayıp her gün bizzat yaşadığınız için, 2013’ten bu yana Hizmet Hareketi mensuplarının maruz kaldığı sosyal soykırım hatta yer yer fiziki soykırım niteliğindeki kıyımları burada tekrar etmeyeceğim.
Diyeceğim o ki, tarihte olmuş ve bugün hala olmakta olan katliamlarla, zulümlerle ve bu ülkenin tüm insanlarına şöyle böyle sirayet etmiş insanlık dışı tüm bu hallerle derli toplu yüzleşmeden, hesaplaşmadan ve hatta yaşananların maddi ve manevi bedelini bir şekilde ödemeden bu topraklarda ne Madımak katliamlarının sonu gelir, ne de bu ülkedeki her adresi tek tek dolaşan insanlık dışı zulümlerin…