Sungay mafyası, İlyas Hocayı tehdit ediyordu. Çünkü tren katarından vagon sınıflar yapmışlar ve bu vagonların parasını ödeyememişlerdi. Mesele mafyaya havale edilince de artık iş ölüm kalım haline gelmişti. Mafya bastırıp para istiyor, ama o günlerde Türkiye’de de müthiş sıkıntı vardı ve bir türlü para gönderilemiyordu. Neticede onlar ölüm kararı almış ve İlyas Hoca’ya bildirmişlerdi. İlyas Hoca ne yapsın, Cenab-ı Hakka iltica edip ızdırarî bir duaya başlamıştı. Durmadan dua ediyordu. “Öldüreceğiz” dedikleri gün gelmişti. Bir de duyuldu ki, Mafya Babası öldürülmüş! Başka bir mafya ile çatışırken ölmüş. Cenab-ı Hak İlyas Hocayı böylece kurtarmıştı. Daha sonra mafya babasının oğlu İlyas Hoca’nın ayağına gelmiş ve çok uygun şekilde yeni bir anlaşma yapılarak mesele tatlıya bağlanmıştı. Hem de paranın bir kısmını da bağışlamıştı… İşte o günlerde Prof. Kemal Karpat ve Nevval Sevindi Sungay’a gitmişler ve vagon sınıflarda verilen dersleri görünce göz yaşlarını tutamamışlardı.
Yine Sungay’daki bir öğretmenimiz (M) Bey anlatmıştı: “İçinde bulunduğumuz apartmanda, hemen bizim alt katımızdaki evde yangın çıktı. Aceleyle kapıya koştum. Kapı kolu elimde kaldı. Kapı kapalı. Zaten karanlık… Bir de ortalığı duman kaplamış vaziyette. Yüzde yüz ölüm görünüyor. Ben artık ‘Eğer ölürsek, zaten arkadaşların maddî durumu çok kötü. Bizi yani üç cenazeyi Türkiye’ye nasıl götürebilirler’ diye düşünüyorum. Herşeyin bittiği bir anda üçümüz de yere düştük. Birden bir el kaldırdı ve bizi incitmeden yere bıraktı. Kapımızın nasıl açıldığını bile hatırlamıyorum. Böylece kurtulduk. Oğlumuzun ismi Süleyman; Orta Asya’ya ilk giden sahabenin ismi… İlk doğan çocuğun ismi de Süleyman… Bu nasıl tevafuk!..”
Ali Haydar Bey anlatmıştı: Amerika’ya ilk dönemler gittiğimde bir okulumuzu ziyaret etmiştim. Bir öğretmen: “Bu bölge Afrika kökenlilerin çok olduğu bir bölge… Biz de yeniyiz. Öğrenciler çok yaramaz. Saçlarımın her tarafı sakızla doluyor. Onun için kafamı kazıtmak zorunda kaldım. Şimdi çıplak başıma da sakız atıyorlar. Yapışanları temizlemekle meşgul oluyorum. Ne yapalım, benim de buradaki imtihan böyle… Bu imtihanı vermek ve kazanmak istiyorum” dedi. İki sene sonra artık o yaramazlar, uslu, terbiyeli talebeler olmuşlar, okulu kendi haysiyet ve onurları gibi korumaya çalışıyorlardı.”
Bu meseleden 25 sene sonra Amerika’daki İslamî bir cemaatin önde gelenlerinden bir Mısırlı bana dedi ki: “Siz Hizmet olarak Amerika’da ayağınızı sağlam yere bastınız. Afrika kökenliler dört yüz sene kölelik çektikleri için, çok büyük bir travma geçirdiler. Amerika meseleyi kavrayınca onlar lehine pozitif ayrımcılık da yaptı ama eğitimde başarılı olamadı. Ama siz okullarınızla onların içinden birinciler çıkardınız. Yani devletin yapamadığını yaptınız. Bunu devlet de görüyor, halk da görüyor. Hizmeti de takdir ediyorlar.”
* * *
Tuva’da hizmet etmiş bir abla anlatıyordu:
“Tuva’ya geldik, binada çatlaklar var. Müdür ‘Kusura bakmayın, bu kadar yapabildik’ dedi. ‘Mühim değil; BİZ O ÇATLAKLARI GÖZLERİMİZ İLE BOYARIZ’ dedik. Tabii Tuva’ya önce erkek öğretmen ve belletmenler gelmiş. Öğrenciler, belletmenlere abi diyorlar. Kız bölümü açılınca, kız öğrenciler, acaba “hanım abiler” ne zaman gelecek, demeye başlamışlar. İlk giden biz olduğumuz için, bize abla demeyi sonra öğrendiler. Bir gün baktım bir Rus öğrenci, bir kenarda ağlıyor. Rusça bilmiyorum. Elimde lügat… Onun elinde de bir lügat. Anlaşamayınca ağladım. O buna çok şaşırdı. Sonra birbirimize sarılıp ağlaştık. Başka bir gün baktım başka bir öğrenci ağlıyor. Yanına vardım. ‘Abla görüşmek istiyorum’ dedi. Bana sarılıp ‘Sana ben anne demek istiyorum abla!’ dedi. Bizim erkek lisesi açılınca üç kızı olan Tuvalı bir hanım bizim okulun yanından geçerken hep dua etmiş. Kız bölümü açılıp da biz gelince, bizi o karşıladı. Valizlerimizi alıp taşıdı. Eşimle Tuva’da tanışıp evlendik. Bir buçuk aylık hamile iken Gana’ya gidiyorduk. O hanım yine bizi uğurladı ve çok ağladı. Gana’da hava sıcak, alışmadığım koku var. Kız yurdunda görevliyim. Yani herşeyi daha yeni biz kuruyoruz. Ama Gana halkında beyazlara karşı hiç alaka yok. Daha önce sömürgeci beyazlardan çok çektikleri için ön yargı ile bize de öyle bakıyorlar. Çocukları bırakıp gidiyorlar. On dört senedir annesini görmemiş, babaannesiyle kalmış kızlar var. Yurtta onlarla “Benim annem benim annem” şarkısını söylüyoruz. Tabii Tuva ve Rusya tecrübesi bize çok şey kazandırmış. Farklı kültürler farklı deneyim ve birikimler. Rusya’da çocuklara yemek ısmarlardım… Sonra bu insanlar bize “Doymadınız mı vermekten… Bu nasıl mânevî zevk. Biz de verip bu zevki biz de yaşayalım!..’ demeye başladılar. Gana-Akra’da iki çocuğumuz oldu. Oradaki çocuklar gibi yaşıyorlar. Ayakkabı kültürü yok. 2,5 yaşındaki kızım yalın ayak dolaşıyor. Onlar gibi eliyle yemek yiyordu. Daha sonra Türkiye oradaki öğrencilerimizin gözünde birinci sınıf ülke haline geldi.”
Şimdi siz bu ülkelere nakşedilen bu güzellikleri kökünden kazımaya çalışın, olacak iş mi? İmhâl-i İlahî imtihan gereği bir müddete kadar… Cenab-ı Hak imhal edip mühlet verse de asla imhâl etmez. Bunu da çok iyi biliyoruz.