Nübüvvet güneşinin ufukta görünmesiyle kainatın birdenbire rengi değişmiş ve bu güneşin etrafında gün geçtikçe artan ve arttıkça da etrafını yakan nurdan haleler teşekkül etmeye başlamıştı. Duymayan gönüller duyuyor, doymayan dimağlar doyuyordu.
Ne var ki, bütün kalbi ve hissi isteklerine rağmen bu güneşin nurundan istifade edemeyen devrin kem-talih yarasaları da eksik olmuyordu. Asırlar uzayıp ettikçe onlar da uzayıp gidecekti. Yer yer küfür, irtidat ve zulüm şeklinde hakka karşı gösterilen bu reaksiyonlar, mutlak hakimiyetin Allah hakimiyeti olduğunu göstermeden başka işe yaramayacaktı nitekim de öyle oldu. Çünkü tarihin hiç bir devrinde fikre yumruk atanlar, imana silah çekenler zafere ulaşamamıştır. Akla gelmedik bütün işkenceler ve zulümler Hakk’a gönül vermiş bir tek insanı dahi inandığı davadan caydırmamış ve döndürmemiştir. (tarihte zalimlerin işkence ve zulümlerine sabredenleri kaynaklardan okuyup öğreniyoruz. Ancak 2018 yılı Türkiye’sinde de bizzat görüyor acı acı mazlumların ahu eninine şahitlik ediyoruz.). Bu bahtiyar insanların maruz kaldıkları işkencelere karşı alay edercesine mukabele ettikleri tevhit sadaları hala Mekke ufuklarında akisler meydana getirmektedir.
İşte bu zulüm halkasından birini teşkil eden bir başka hadise de hicretin III. asrı başlarında vuku buluyordu. Kur’an ahkamı ve Sünnet-i Resulullah’ın tedviniyle uğraşıldığı ve bundan başka gayesi olmayan insanlar arasında ilmi, irfanı, ahlakı, kemali, vakarı ve takvası ile dikkati çeken; sırtında sanki asırların çile ve ıstırabını taşıyan yaşlı bir zat, elleri kelepçeli ve sırtına vurulan her kırbacın simsiyah izleriyle hayatını vakfettiği Hadis Meclislerinden uzaklaştırılıyor; götürüldüğü yerlerde hapsedilip 28 ay devam eden hapislik müddetinde yediği her kırbaçla zalimleri acze düşürüyor ve ona söyletmek istedikleri şeyi bir türlü söyletemiyorlardı. Ona bu zulmü reva görenler yeise düşüyor, o ise zalime asla boyun eğmiyordu.
İşte bu zat, sizlere bugün anlatmaya çalışacağım, Hanbeli mezhebinin kurucusu ve imamı büyük alim ve büyük fakih ve muhaddis Ahmed b. Hanbel’dir. Allah ondan ve emsali bütün büyüklerden razı olsun.
HAYATI
a) Doğumu:
Ahmed b. Hanbel meşhur olan kavle göre, Hicret-i Nebeviye’nin 164. senesi Rebiulevvel ayında Bağdat şehrinde dünyaya gelmiştir. Annesi onu Merv’den Bağdat’a hamile olarak getirip orada doğurmuştur. Oğlu Abdullah da babasının aynı tarihte burada doğduğunu babasından nakletmiştir. Doğum tarihinde ihtilaf olmayan İmamın, Bağdat’ta mı, yoksa Merv’de mi doğduğu ihtilaflı ise de kuvvetli olan görüş, Bağdat’ta doğmuş olmasıdır. Babası Mervli’dir. Annesi Merv’den gelip Bağdat’a yerleştiği zaman babası 30 yaşlarında vefat etmiş ve O’nu annesi büyütmüştür. Babasının vefatı zamanında küçük yaşta olduğu da rivayet edilir. Geleceğin büyük imam ve muhaddislerinden olacak olan bu küçük çocuğa doğduğu zaman Ahmed ismini verdiler. Dedesine nispetle de Ahmed b. Hanbel denildi. Babasının ismi Muhammed, dedesinin ismi ise Hanbel b. Hilal’dir. Daha sonra Ebu Abdillah künyesini alacak olan imam, Şeybanî, Bağdadî ve Mervezî olarak da zikredilmiştir.
Gerek baba ve gerek ana tarafından nesepleri halis Araptır. Çünkü ana ve babası Şeyban kabilesindendir. Bu kabile Adnan kabilesinin bir şubesi olan Rebia’dandır ki, Nizar kabilesinden ayrılmıştır. Ahmed b. Hanbel’in nesebi Nizar’da Resul-i Ekrem’in neseb-i şerifleriyle birleşmektedir. Şöyle ki, Nizar’ın iki oğlu vardı. Bunlardan birisi Mudar, diğeri Rebia’dır. Resul-i Ekrem Mudar’ın, Ahmed b. Hanbel ise Rebia’nın evlatlarından olup haliyle Nizar’da Resul-i Ekrem’le nesepleri birleşmektedir.
Annesi de Şeyban kabilesi Amir oğullarından Safiye kızı Meymune kızı Abdulmelik’tir. Şeyban kabilesi öteden beri şecaatı, sabrı, üstün metaneti ve harp kuvvetiyle maruf olan bir kabiledir. Dedesi, Emeviler zamanında Serahs valisiydi. Annesinin babası yani ana dedesi de şecaati, iyiliği, cömertliği ve zayıflara el uzatıp garipleri himâye etmesiyle şöhret kazanmış bir zattı. Babasının harpcı bir asker olduğu rivayet edilmekle beraber İbnü’l-Cevzi Asma’i’den yaptığı rivayette babasının kumandan olduğunu söyler. Küçük yaşta -hatta kendisi babasını görmediğini ya da gördü ise de hatırlayamayacak kadar küçük olduğunu söyler- yetim kalan Ahmed, baba ocağının bu cömertlik zevkini tadamamıştır.
Geleceğin büyük imamının terbiye ve yetişmesi annesinin uhdesine düşmüş amcası da buna nezaret etmişti. Daha küçük denilecek yaşta annesi onu ilim tahsiline başlatmıştı. Zaten o zamanda annesinin ikamet ettiği Darusselâm (Bağdad) şehri her bakımdan tahsile müsait bir yerdi. Bağdat o zamanlar dünya ilim merkezlerinin önemlilerinden biriydi. Her sahada tahsil yapılmaya müsait olan bu şehir dini ilimlerin de tahsil edildiği önemli merkezlerdendi. Burada muhaddisler, kıraat imamları, dilciler, tabipler, filozoflar ve astronomlar bulunuyordu. Bu durumuyla aynı zamanda İslam aleminin de medeniyet merkezi idi.
b) Tahsili:
Daha küçük yaşta kendisinde asalet, takva ve ilim emareleri görülmeye başlanmıştı. Alimler arasında takvasıyla tanınacak olan İmam, gençler arasında da takvasıyla ayrılıyordu. Öyle ki, veliler arasında bile dikkati çekiyor ve herkes O’ndan bahsediyordu. Nitekim Heysem b. Cemil şöyle dedi: Her zamanda o zamanın halkı üzerine birisi hüccet olur. Fudayl b. Iyaz, zamanının hücceti, eğer bu genç (yani Ahmed b. Hanbel) yaşarsa o da zamanının hücceti olur. Büyük adam olmaya namzet olduğunu her haliyle ispat eden Ahmed b. Hanbel, biraz büyüyünce ailesinin teşvik ve yardımıyla ciddi bir tahsile yönelmiş ve kendisini geleceğin büyük imamı yapacak olan hadis ilmini seçmiştir. Kendisini memleket memleket gezdirecek olan hadis ilmi başlıca gayesiydi. İlk hocası Hanefi fakihlerinin büyüklerinden Kadı Ebu Yusuf’tur. Bundan sonra hadise daha çok meyletmiştir. Kendisinin, İlk önce hadisi Ebu Yusuf’tan yazdım demesiyle tahsiline ilk önce fıkıhtan başlamış ve sonradan hadise ağırlık vermiştir. Hadis çalışmalarını fıkıh çalışmalarıyla birleştirdikten sonra kıyasa bağlı olarak fıkhın hadislerden hükümler çıkarma meselesi onu hadis tahsiline ağırlık vermeye yöneltmiştir. Fıkıh tahsilini sonraya bırakan imam, Ebu Yusuf’tan sonra Bağdat’ın meşhur hadis hafızı büyük muhaddis Hüşeym İbn Beşir el-Vasiti (104/183)’den hadis tahsil etmeye başlamıştır. Bu tahsilin dört sene sürdüğü söylenir. Zühri, Amr İbn Dinar ve A’meş gibi meşhur hadis imamları Ahmed bin Hanbel’in hadis sahasında gelişmesine büyük tesirleri olmuştur. Yedi yıl Bağdat’ta hadis tahsil etmiş olan imam, ilk olarak hadis ilmini geliştirmek üzere seyahatine 186 yılında Basra’ya gitmekle başlamıştır. Ertesi yıl Hicaz, sonra yine Basra, Kûfe, Hicaz ve Yemen seyahatleri bunu takip etmiştir. Basra ve Hicaz’a beşer defa seyahat etmiştir. Hicaz’a olan ilk seyehati ise 187 yılında olmuştur. İmam Şafii ile bu seferinde Mekke’de Mescid-i Haram’da karşılaşarak tanışmıştır. Bundan başka Hicaz’a 4 seferi daha olmuştur. Kendisi bunu bizzat belirterek şöyle der: Beş defa hacca gittim. Bunun üçünü yaya olarak ifâ ettim. Ahmed b. Hanbel hadis tahsili için her türlü zorluğa katlanıyordu. O, hadisi kitaplar da gördüğüne göre nakletmiyor, bizzat ravisini görüp kendisinden dinleyerek rivayet hususundaki titizliğini gösteriyordu. O, kolaylıkla elde edilen şeylerin çabuk unutulacağını, fakat güçlükle öğrenilen şeylerin ise unutulmayacağını belirterek hiç bir zorluk onu hadis tahsilinden alıkoymuyordu.
Beytullah’a mücavir olduktan sonra Yemen’in San’a şehrinde bulunan meşhur muhaddis Abdurrezzak b. Hemmâm’dan hadis almak istemişti. Hac mevsiminde bu zatla görüşmüş ve bu niyetini gerçekleştirme zemini bulabilmişti. Hac mevsiminden sonra Sana’ya gitmek üzere yola çıkmış fakat yolda nafakasının bitmesiyle açlıkla karşı karşıya kalmıştı. Arkadaşlarının kendisine yardım yapma tekliflerini reddederek Allah’ın kendisine bedeni olarak çalışabilecek kuvveti ihsan ettiği için Sana’ya giden nakliyecilere hamallık yapmak suretiyle nafakasını temin etmeyi tercih etmiştir. Sana’ya varınca Abdurrezzak kendisine bir miktar para uzatarak, ey Ebu Abdillah bunu al ve istifade et. Çünkü bizim burası ticaret ve kazanç yeri değildir, dediğinde, Ahmed b. Hanbel, hayır almam, benim durumum iyidir diyerek verilen parayı almıyor ve iki sene orada sıkıntılar içerisinde kalarak daha önce tanımadığı Zühri ve İbnü’l-Müseyyeb gibi zatların hadislerini öğreniyor. Şafiî hazretlerine Mısır’a gideceğini söylemesine rağmen bu isteğini yerine getirememiştir. Sırtında kitap çantaları iklim iklim, memleket memleket dolaşarak hadis öğrenen imamın bu halini, kendisini tanıyanlardan birisi şöyle sormuştu. Ey Ahmed b. Hanbel! Bu ne kadar hadis öğrenme, ezberleme! Bazen Kûfe’ye, bazen Basra’ya! Ne zamana kadar bu halin devam edecek? Deyince Koca İmam şu karşılığı verdi: Okka ve kalemle mezara kadar….
Hafızasının kuvvetli ve zekasının keskin olmasına rağmen Ahmed b. Hanbel hadisleri yazmayı da ihmal etmiyordu. Çünkü bulunduğu zaman artık İslami ilimlerde tedvin devri idi. Bu kadar güçlü ve iktidarlı olduğu halde ezberden hiç bir hadis rivayet etmezdi. Kendisine bir hadis sorulunca kalkar yazdığı hadisleri arasından onu bulur ve öylece cevap verirdi.
Şurası muhakkak ki, ister hadise önce başlasın ister fıkha, İmam Şafii ile Mekke’de görüştükten sonra Şafii’nin akli kudretine ve fıkhi istinbatta koymuş olduğu ölçülere hayran kalmış ve fıkha olan eğilimi daha da belirgin hale gelmiştir.
Ahmed b. Hanbel kırk yaşına kadar hadîs rivayet etmediği gibi fetva da vermemiştir. Muhammed Ebu Zehra’nın İbnü’l-Cevzi’den nakline göre 203 hicri yılında muasırlarından bazıları Ahmed’e gelerek hadis dinlemek ve fetva öğrenmek istemişlerse de İmamın bundan kaçındığını görmüşler, bunun üzerine Yemen’de Abdurrezzak b. Hemmâm’a gitmişler ve 204’de Bağdat’a döndüklerinde Ahmed b. Hanbel’i ders verir bulmuşlardı. İşte bu sırada İmam, kırk yaşında idi. Derslerini umumiyetle ikindi namazından sonra verirdi. Yine İbnü’l-Cevzi’den rivayetle bu dersleri takip eden talebelerin sayısının beş bine baliğ olması, derslerine karşı duyulan alaka ve ilmi kudretini göstermeye kifayet edici bir delildir.
2- HADİS RİVAYETİNE VE FETVA VERMEYE BAŞLAMASI
Ahmed b. Hanbel hadisi, devrinin hemen hemen bütün muhaddislerinden tahsil etmiştir. Bunların meşhurlarından bir kısımı şunlardır: 1) Huşeym, 2) Sufyan b. Uyeyne, 3) Yahya b. Said el-Kattan, 4) Velid İbn-i Müslim, 5) Gunder, 6) Ziyadu’l-Bekkâ, 7) Yahya b. Ebi Zaide, 8) Kadı Ebu Yusuf Yakub, 9) Veki’, 10) İbn-i Nümeyr, 11) Abdurrahman İbn Mehdi, 12) Abdurrezzak, 13) İmam Şafii hazretleri.
O, sadece bu zatlardan hadis işitmekle iktifa etmemiş nerede bir hadis bilen işitmişse oraya gitmiş ve o hadisi mutlaka öğrenmiştir. Sadece rivayet ilmi ve hadisin diğer sahalarıyla ilgili malumatları kendisinde toplamakla kalmayıp sahip olduğu bu derin hadis ilmi, onu fıkıhta da derinleşmeye sevk etmiştir. Esasen fıkıh ilminin zevkine, tahsile ilk başladığı zaman varmıştı. Fakat o devirde kitap ve sünnet ilmi halledilmeyince gerçek fıkha ulaşılamayacağını bildiği için bunu sonraya bırakmıştı. İşte tam bu sıralarda imam, gerek ilminin, gerekse yaşının olgunlaştığı çağa -yani 40 yaşına- ulaşmıştı. Onun kırk yaşından evvel fetva vermemesini ve rivayet yapmamasını Resul-i Ekrem’in nübüvvetinin kırk yaşında verilmiş olmasından mülhem olduğu sanılmaktadır. Ebu Hanife’nin de bu yaşta fetva vermeye başlaması bu hususu teyit eder gözükmektedir. Fakat kendisi bu işin sebebini değişik bir tarzda şöyle açıklar: Hocalarım hayatta oldukları için fetva verip rivayet yapmıyordum, bu da ayrı bir incelik ve zerafet. Fakat 34 yaşında iken Hayf mescidinde kendisine sorulan bir soruya fetva verdiği de rivayet edilir.[1]
Ahmed b. Hanbel’in iffet, nezahet, takva ve metaneti herkesi ders meclisine rağbet ettirmeye başlamıştır. Bu tezahürat karşısında asla durumunda bir değişiklik hissedilmiyordu. Sabrı, tevazuu ve metaneti gün geçtikçe etrafa yayılıyordu. Kendisinin iki türlü ders meclisi vardı.
Birincisi: Kendi evinde hususi talebeleri ile kendi çoluk çocuğuna.
İkincisi: Umum talebe grubuna ve halka. Bu dersler Bağdat camiinde olurdu. İmam Zehebi, bu derslerin Ebu Hanife’nin yaptığı gibi ikindi namazından sonra olduğunu söyler. Bu vaktin, ilim tahsili için en iyi vakit olduğunu belirtmelerini burada söylemede fayda olacağı kanaatindeyim. Çünkü eslafımızın ilim tahsili hususundaki tarz-ı telakkilerini tatbik etmediğimiz müddetçe feyizlerinden istifade edemeyeceğimiz aşikârdır.
Ahmed b. Hanbel’in derslerine bu kadar rağbetin 3 hususa bağlandığını görürüz.
- Onun meclisinde ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhi huzur hakimdi. Şaka ve alay etmeyi sevmezdi. Resul-i Ekrem Efendimiz’in mübarek sözlerinin tahsil edildiği bir yerde gayr-i ciddi her hareket ona göre akılsızlığın ifadesidir. Kendisinin bu halini bilenler bu duruma son derece riayet ederlerdi. Hatta Ebu Nuaym bize şu olayı nakleder: Halef b. Sabit’ten şöyle rivayet edilmiştir: Biz Yezid b. Harun’un meclisindeydik. Yezid şaka yaptığı için Ahmed b. Hanbel kalkıp gitti. Yezid bunun üzerine elini alnına vurdu ve Ahmed’in burada olduğunu bildirseniz ya! Hiç olmazsa şaka yapmayalım, dedi.
- Kendisinden bir şey istendiği zaman ancak hadis rivayet ederdi. Hiçbir zaman hafızasına ve ezberine güvenerek rivayet et
mezdi. Hadiste rivayet hususunun ehemmiyetini ve Resul-i Ekrem’e nispet edilerek rivayet edilen bir haberin üzerinde böylesine titizlikle durulması gerektiğini göstermiştir. Zehebi, talebelerinden Mervezi’nin şöyle dediğini rivayet eder: Ahmed b. Hanbel’in meclisinde olduğu kadar hiç bir yerde fakirin o derece kıymeti olmamıştır. O, zenginlerden ziyade fakirlerle ilgilenirdi. Dünya ehli ile ilgilenmezdi. Çok teenni sahibi ve mütevazi idi. Vakar ve ciddiyet sahibi olan bu zât bir şey sorulmadıkça konuşmazdı. Oğullarından Abdullah: Babamın kitapsız olarak ezberinden bir şey rivayet ettiğini görmedim. Belki yüz kadar rivayet etmiş olabilir şeklinde rivayette bulunmuştur.
- Ahmed b. Hanbel’in derslerine rağbeti artıran hususlardan birisi de hadislerin yayılmasına müsaade etmesidir. Kendisi hadisleri büyük bir titizlikle yazdığı gibi talebelerini de mecbur ederdi. Fakat verdiği fetvalarının yazılmasını ve nakledilmesini menederdi.
Bu sıralarda Bağdat’da akait konularında bir hayli münakaşalar yapılıyordu. Hususiyle cebir ve irade mevzuunda genişliyordu münakaşa. Bu münakaşalara şu misaller verilebilir. Kur’ân’da zikredilen Allah’ın kelâm sıfatı var mıdır? Kur’an kadim mi yoksa mahluk mu? gibi şeyler. Fakat imam bu hususları derslerinde hiç açtırmaz, hatta bunlardan mümkün mertebe talebelerini sakındırırdı.