Türkiye’de dersane kriziyle başlayan ve 17/25 Aralık operasyonlarıyla
devam eden AKP-Cemaat kavgasında gelinen süreçte binlerce kişi
tutuklandı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası çıkarılan Kanun Hükmünde
Kararnameler ile de binlerce kişi meslekten ihraç edildi ve deyim
yerindeyse ‘açlığa mahkum edildi.’
Geride kalan 2 yılı aşkın sürede intiharlar dahi yaşandı. Doktor,
akademisyen, gazeteci gibi pek çok meslek grubundan Türkiye vatandaşı
çareyi yurtdışında aradı. Türkiye’den başta Avrupa olmak üzere Dünyanın
pek çok ülkesine göç dalgası başladı. Erdoğan ‘bilim insanları geri
dönsün’ dese de beyin göçü sürüyor.
Pasaportu iptal edilen ve ülkede sıkışanlar da Meriç ve Ege üzerinden
veya alternatif güzergahlardan Avrupa’ya geçişin yollarını arıyor. The
Circle adlı sitede ise maruz kaldığı baskılar nedeniyle Türkiye’yi terk
eden bir gazetecinin hikayesine yer veriliyor, kendi kaleminden.
Deniz Zengin yazısında Türkiye’de kaldığı süre boyunca ve ülkeden ayrıldıktan sonraki hayatında başına gelenleri kaleme alıyor.
Kendi kaleminden Zengin’in hikayesi özetle şöyle:
“Üniversitede doktora öğrencisiydim, gazetelerde yazılarım
yayınlanırdı, sivil toplum kuruluşlarında aktif görev alırdım, oldukça
iyi bir çevrem vardı ve tanınırdım. En önemlisi kimseyi incitmemiş bir
anneydim ben. Doktoram yarım kalmış, gazetem kapatılmıştı, güzel
niyetlerle başladığım her şey baltalanmıştı.
Onlarca insan tutuklanıyordu. binlerce kadın, kadınlarla birlikte
binlerce çocuk, her meslekten, her kesimden kişiler, hatta öğrenciler
bile tutuklanıyordu birer, beşer, yüzer. Bu kasırga beni de içine
alacaktı. Benden hiçbir farkı olmayan on binlerce kadın gibi hiç bir suç
işlemeden ben de hapishanelere düşebilirdim. Adaletin olmadığı yerde
suçsuzluğumu nasıl ispat edebilirdim. Üstelik üç çocukla tek başıma
kalmışken. Çocuklarımı gölgemden nasıl mahrum edebilirim. Ya da onlarla
dört duvar arasına nasıl girebilirim.
Tek başıma kalmışken diyorum. Çünkü artık hayatı tek başıma
omuzluyorum. Aynı yolun sevdalıları olarak başladığımız, aynı yastığa
baş koyduğumuz çocuklarımın babası ile bu süreçte yollarımızı ayırdık.
İfadesi kolay ama yaşaması oldukça zor olan, birbiri içinde bir çok
problemle aynı anda mücadele ediyordum. Sevda ile nikah masasına
oturmuştuk. Her şey çok güzeldi ama bir tek evlilik ağacının meyvesi
eksikti. Zorlu geçen günlerin; imtihan dolu uzun yılların sonunda ikiz
çocuklarımız dünyaya geldi.
Şimdi beş yaşında olan kızlarım, Halide ve Refika ömrümü uzatmıştı
benim. Tam iki yıl sonra, hiç beklemediğimiz bir zamanda erkek evladımız
dünyaya geldi. Minik yavrum Numan’ın doğumu ile birlikte hayatımızın
zor sınavları başlamış oldu. Zira 2013 yıl sonu ve o günlerle birlikte
hayatlarımıza giren bir Aralık zemherisi vardı. Zihinler bölünmüştü,
herkesin çevresinde derin izler bırakacak ayrılıklar yaşanıyordu.
Aileler, dostlar akrabalar herkes karmakarışık bir kaosun içine
düşmüştü. Memleketimiz bunları yaşarken çok geçmedi bu derin zihni
bölünmeler bizim ailemizde de yerini aldı.Sadece zihinsel ayrılıkla
kalmadı, zamanla duygusal ayrılıklar da yaşanmaya başladı.
Zorlaşan aile hayatımızın yükü çatışmalarla içinden çıkılmaz bir hal
alarak daha da ağırlaştı. Çalışma hayatım, sebebiyle her kadın gibi
parçalara bölünüyordum. Hem fiziksel, hem de psikolojik şiddet görmeye
başlamıştım. Sırtımı dayadığım çınarın da destek olmaması ile hayatım
çekilmez bir hal almıştı.
Toplumun yaşadığı çatırtılardan ben de nasibimi aldım. Başlangıçta
şefkat ve ilgiyle yaklaştım, saygı duydum, sabrettim. Zamana bıraktım.
Bütün acıları, yaşananları, yaşayamadığınız kayıpları saran zaman, bizi
bir türlü sarıp sarmalamıyordu. Zaman bize ilaç olmadı. Açılan her yara
büyüdü. Aramızdaki ilişki, iletişim gittikçe zayıflıyordu. Konuşmuyor,
konuşup anlaşamıyor, bir noktada uzlaşamıyorduk. Artık kavga
ediyorduk.Yaptığımız en iyi şey kavga etmekti.
Eşref saatlerinin birinde “Evlenirken sana verdiğim sözü
tutamayacağım” deyiverdi. Lafa başlamanın cesareti ile yavaş yavaş
kalbindekiler ve aklındakiler döküldü. En sonunda: “Hayatta bir hakkım
daha olduğuna inanıyorum” dedi. Yani benden ayrılmak; bir başkası ile
yeni bir hayat kurmak istiyordu.
Karmakarışık duygular içinde kaldım bir anda. Beraber başladığımız
yolda, beni duygu ve düşüncelerimle yargılıyordu. Ne değişmişti ki?
Belli ki yeni dostlarıyla kurduğu dünyasında, duyduğu jargon ve
sloganlar onu büyülemişti.
Boşanma teklifini kabul etmedim. Biz bunun için yola çıkmamıştık. Üç
tane birbirinden masum yavrularım babasız mı büyüyeceklerdi?
Fakat tek başıma yüklendiğim bu mücadeleye bir yıl dayanabildim. O
meşum Temmuz gecesinden sonra her yanda olduğu gibi bizim ailemizde de,
iş fiziki şiddete dönüştü. Önce KHK zulmü ile tanışıp, üniversitedeki
akademisyenlik vadeden öğrenciliğim sebebiyle soruşturma geçirdim. Sonra
her yanda masum avı başladı. En yetkili ağızlar; “ihbar edin” diyordu.
Eşimin de eline bir koz geçmişti.
İffetimi, hayatımı, doğurduğum çocukları, sırlarımı, en mahrem
duygularımı emanet ettiğim adam beni ihbar etmekle tehdit ediyordu.
Nasıl dayanılırdı buna? Evindeki sahipsiz, çaresiz kadına gücü yeten bu
adam karşısında fazla direnemeyeceğimi anladım.
Günlerce, pek çok defa elini telefona götürüp beni tehdit etti.
Olmaz, olamaz dedimse de söz dinletemedim, kabul etmek zorunda kaldım.
Boşanma kararı aldığında Türkiye’nin en prestijli firmasında işe
başlamıştı. İstediği medeni hayata da adım atmış oldu.
Üç çocukla yoluma devam etmek zorundaydım. Düşündüm, maalesef ülkemde
kendim ve çocuklarım için bir çıkış yolu bulamadım. Önüne çıkana engel
dersen, takılıp düşersin; basamak dersen, bir basamak yükselirsin. Bu
duygularla hayatıma yeni bir rota çizmeye karar verdim.
Artık benim için yeni bir süreç başlamıştı. Memleketin her yanından
cadı avı haberleri geliyor, lakin medya bundan hiç ama hiç
bahsetmiyordu. Bilinen bir insandım. Kapatılan gazetelerde yazılarım
yayınlanmıştı. Geceler harap olmuştu benim için. Her gece buraya da
gelirler mi düşüncesi ile uykuya dalıyordum. Hayatım daraldıkça
daralıyordu. Bir fikir çilesi dönemi yaşadım. Çok düşündüm, evet hayat
dar, ama yeryüzü çok genişti.
Çocuklarımın babasına; bir Avrupa ülkesine vize için yardım eder,
istediğim nafaka miktarını kabul ederse, ayrılacağımı söyledim. Buna
hakkım vardı. Çocuklarımın velayetini vermeye hiç niyetim yoktu.
Velayetin bende olmasını, aylık dört kişi için bir asgari ücret nafaka
ödemesini şart koştum. Yaklaşık iki yıl evliliğimi bitirmemek için
yaşadıklarımı kimse bilemez. Korkmadığımı ilk söylediğimde tavrımdan
dolayı şaşırmıştı. O beni tehdit ettikçe ben de onu tehdit ettim.
Çocuklarımın varlığı bana güç veriyordu.
“Kadın zayıf ama anne güçlüdür “deyişlerini yaşayarak tecrübe
ediyordum. Bir Avrupa ülkesine vize için yardımcı olmaz ise
boşanmayacağımı söyledim. İtibarlı bir holdingde çalıştığı için turist
vizesi alabiliyordu. Sözün kısası, 2017 Ocak ayında çocuklarımın
velayetini alarak boşandım.
Boşanmamıza rağmen hala peşimi bırakmıyordu. Bize nafaka olarak kişi
başı vereceği iki yüz lirayı kabul ettirmeye çalışıyor, eğer kabul
etmezsem ihbar edeceğini söyleyip, savurduğu tehditler ile zulmü artık
zirveye çıkıyordu. Her yanım karanlıklarla çevrilmişti. Boşanır boşanmaz
üç çocukla annemin evine taşındım. İşsiz, eşsiz kalakalmıştım.
Çocuklarımın babasından vize aldığımız ülkeye kadar da bize eşlik
etmesini şart koşmuştum. Annem emekliliğiyle biriktirdiği hac parasını
cebime koydu. O paralarla hem aile vizesi, hem de biletlerimizi aldım.
Son bir görev olarak gideceğimiz ülkeye kadar-bana değil- çocuklarına
refakat edecekti. Kendi gidiş-dönüş ücretini de benim ödemem şartıyla
refakati kabul etti.
Tüm bilet ve vize masraflarını karşıladım. Bir taraftan da şaşkınlık
içerisindeydim. Yurtdışına, uzaklara gidiyorduk; “çocuklarım var
götüremezsin” diyemiyordu. Yoksa demek istemiyor muydu? Bu kadar yardım
etmesini ise bizi başından atma gayreti gibi sezdim. Çocukları uzaklara
çok uzaklara gidiyordu. Ne zorluklarla bu hayata gelen yavruların
gidiyordu işte!
Yolculuk günü geldi çattı. Dört bavul, üç çocukla havaalanındaydım.
Yola revan olmak ne zordu, anlatamam. Kontrolden geçebilecek miydim?
İsmim arananlar arasında var mıydı? Çocuklarımı benden alacaklar mıydı?
Ben bunlarla meşgul, kurdeşen dökerken çocuklarımın babası Türkiye’
de uçağa binmeden; gümrük sahasında pasaportlarımıza el koyup “çıkarmam
sizi buradan; 10.000 TL nafaka verdiğime dair kâğıt imzalayacaksın”
dedi. Böyle bir para vermemesine rağmen, benim ve yavrularımın
gözyaşlarını göre göre bize bu kötülüğü de yaptı.
Çaresizdim ve imzaladım. Denize düşüp yılana sarılanın haliydi halim.
Sineme saplanmış hançerlerin sızısı beni sarsmışken Atina havaalanına
indik. Ucuz olsun diye biletleri aldırdığım Yunanistan’ da bir
tanıdığımıza vermesi için zarfın içine koyduğum 1.500 euro’yu emanet
ettim. Emanet ne demektir? O tanıdık havaalanına gelemedi. Bu defa o
paraya el koydu.
Bir ay kadar sonra parayı yatırdı ama yolladığı paranın açıklama
kısmına “Nafaka” yazmış; beni iyice ademe mahkûm etmek istemişti.
Anacığımdan borç bilet parası olarak aldığım parayı kurnazlık yapıp o
anki mevcut durumdan istifade ederek bana nafaka olarak yatırmış oldu.
Şu anda bulunduğum ülkeye direk uçuş olmadığından Atina’da
çocuklarımın babasından ayrılıp Münih’e uçtuk. Münih havaalanında üç
çocuk ve iki el bagajı ile beklediğim saatler bir kadının başına
gelebilecek en zor saatlerdir diye düşünüyorum. Çocukları zapt
edemiyordum. İhtiyaçlarını tek başıma karşılayamıyordum. Onlar ağladıkça
ben de ağlıyordum. Neyse ki uçağa bindik. Özellikle en küçüğümüz Numan,
uçakta hiç susmadı.Yolculardan ikaz edenler bile oldu. Ama
yaşadıklarımdan sonra etraftaki hiçbir şeye aldırış etmiyordum.
Zalimlerin zulmünden kurtulmuştum.
Şu an bir Avrupa ülkesinde sadece Müslümanların bulunduğu bir mülteci
kampındaydım. Sadece Müslümanların bulunduğu bu kampta banyo-tuvalet,
mutfak ortak kullanılıyor. Otuz beş kadar ailenin yaşadığı bir yerdeyim.
Avrupalı bir Hıristiyan olsam bu dini seçmezdim diye düşündüm çoğu
zaman. Zira kampın her yanı pislikten dökülüyordu. Sanki Avrupa’da değil
de, Ortadoğu’da bir köyde hissediyordum kendimi. İslam âlemi diye bir
âlemden bahsetmesem iyi olacak diye düşündüm. Müslümanlar var ama
alemden eser yoktu sanki.
Mülteci olarak sığındığım devlet, şimdilik bana geçinebileceğim kadar
bir ücret veriyor. Daha önce tanımadığım, tanıdıkça arkadaş olduğum
insanlar bana yardımcı oldular ve kalacak bir yer buldular. Buranın
şartlarına göre gayet uygun fiyatlı, tek odalı bir yer. Bu eve çıkmaya
gönlüm el vermedi. Geride bıraktığım mahzun, mazlum ve mağdur emsalim;
on binlerce kadın varken bunu yapamadım.
Akla hayale gelmeyen zulümler altında hayatı kararmış kadınlar
çocuklar varken bunu göze alamadım. Bana verilen ücretin bir kısmını
memlekete ihtiyacı olanlara gönderip, zor şartlarda bu kampta kalmayı
tercih ettim. Düşkünlüğü ve miskinliği iliklerime kadar hissediyorum,
insanların giymeyip ortalığa attığı kıyafetleri yıkayıp çocuklarıma
giydiriyorum. Bir zeytini üç ısırıkla yediriyorum çocuklara. Onlara
oyuncaklar yapıyor, memleket türkülerinden ninniler söylüyorum. Kendime
ait bir banyom bile yok.
Hissiyatımda gelişmeler ve bakış açımda değişmeler var. Mülteci
kampında gün saymak yerine sabırla ayakta kalmaya devam ediyorum.
Şartlar zor malum… Muhtemelen sonrasında günler daha da zor geçecek.
Kuruluşuna baktığımda hayran kaldığım ve bugün halihazırda demokratik
olan bu ülke, benim rehberim oldu. Ülke, imkanları ile çocuklarıma
babalık yapıyor. Ümit varım. Geçmişe hiç bakmıyorum, takılmıyorum.
Elbette aldığım dersler var.
Ben kim miyim? “Başlamak için şartların mükemmel olmasını beklemeyin.
Şartları mükemmeIIeştiren başlangıcın kendisidir.” Diyerek yollara
düşmüş bir anneyim. Ben bir kadınım. Yaşadıklarıma inat ayakta kalmaya
çalışan, her daim ayakları yere basan bir kadın. Ötekileştirmek için
mücadele verilen bir sistemden, insan olarak yaşamak için yollara düşmüş
bir kadın.”