Ali Demirel-shaber3.com
Mekke’de her biri birbirinden çetin, imtihan dolu günler yaşanıyordu. O günlerde şöyle bir ayet iniyordu:
– Mü’minler sadece “İman ettik!” demeleri se¬bebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutul¬mayacaklarını mı zannettiler? Biz elbette kendilerinden önce ya¬şamış olanları denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de im¬tihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir. (Ankebût Sûresi, 29/1-3)
Demek ki, geleceğin sürpriz sıkıntılarını göğüsleyebilmek için sadece Allah ve Resulü’ne iman etmek yetmiyordu. Elbette iman, çok önemli bir meseley¬di ama imanın da kendi içinde dereceleri vardı ve bu yolun yolcusu olan bir mümin için hedef, imanda kemal noktayı yakalamaktı.
Allah’ın yardımı yakındır
Bir de işin imtihan boyutu vardı. Kendisi bildiği halde Allah (c.c.), hangi kulunun nasıl bir “er oğlu er” olduğunu herkese gösterme adına onu çok değişik imtihanlara tabi tutacak ve böyle¬likle onu, “has kulum” diyerek dünya-âleme de tanıtacaktı.
Onun için O (c.c.), kimseyi kendi haline bırakmayacağını ilan ediyor, kendi yolunun yolcuları ile başka gemiye rüzgar taşıyanları mutla¬ka ayıracağını söylüyordu.
Öte yandan ne Cennet ucuz, ne de Cehennem lüzumsuzdu. Rıza gibi büyük bir kazanca talip olanların ödeyeceği bedel, he¬defi küçük olanlara nispetle daha farklıydı. Allah’ın rıza ve hoşnut¬luğunu talep etmenin bir bedeli vardı şüphesiz. Bunun için alın teri dök¬mek, sabır ve sebat imtihanlarından geçmek ve dehrin ciğersûz hâdiseleri içinde pişip kıvama ermek gerekiyordu. Zaten Allah da (c.c.) bunu anlatıyordu:
– Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen du¬rumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öy¬le şiddetle sarsıldılar ki Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır. (Bakara Sûresi, 2/214)
Dünya rahat yeri değil!
Sıklıkla örnekleri verilen peygamber hayatları, bu imtihanların örnekleriyle doluydu. Bilhassa ilk yıllarda hemen her gün bir kıs¬sadan bahsediliyor ve “Sizler de bu günlere hazır olun!” mesajı ve¬riliyordu.
Dünya ve âhiret adına belli başlı kazanımları elde etmeyi he¬defleyenler için Allah, sa’ye sarılıp alın teri dökmeyi bir eşik olarak koymuştur. Zaten atâlet ve gevşeklikle elde edilecek bir hayır yoktur. İşlemeyen demirin pas tutması doğaldır. Öteden beri canlılığını muhafaza edip pırıl pırıl ışıldayanlar, hep işleyen demirlerdir.
Hem dünya, rahat yeri değil hizmet etme zemini olarak yaratılmıştır. Mükafat yurdunun âhiret olduğunda hiç şüphe yoktur. Âyetlerden de anlaşılacağı üzere dünya rahat yeri olsaydı, Allah’ın en seçkin kulları olan peygamberler bu dünyada rahat yüzü görürdü.
Sabahın aydınlık fecri çok yakın
Evet, müminleri gelecekte güzel günler bekliyordu. Ama bunun için gün, armudun sapını üzümün çöpünü hesap etmeden ve doyma bilmeyen bir iştiha ile koşma günüydü.
Sabahın aydınlık fecri çok yakındı. Ufukta bahar vardı ve doğ¬mak üzereydi. Şafağa selâm duran günler bahar solukluyordu ama bu günlerin doğumu için bir Ebû Bekir, bir Hatice olmak gere¬kiyordu. Dün sökün etmiş her yeni şafak, hep böylesine sağlam bir duruşa sahip olanların omuzlarında bayraklaşmıştı.
Bugün de öyle olacaktı. Böyle bir iman yakalandıktan sonra dünya bom¬ba olup patlasa ne ehemmiyeti vardı ki!
BİR SORU BİR CEVAP
Zor günlerde yeise düşmemek için neler yapılmalı?
Bu soruyu bize Barış Bey sormuş:
Her şeyden önce kendisini insanlığın ihyasına adamış adanmış bir ruhun hayatında ümitsizliğe, karamsarlığa yer yoktur. Bize düşen üzerimize düşeni yaptıktan sonra her zaman derin bir teslimiyet duygusuyla Hakk’ın takdir ve teveccühlerini aktif bir sabır içinde beklemektir.
Şu hususları bir kere daha hatırlayalım isterseniz:
Bazen bu yolun yolcuları, kendi güç, kuvvet ve kabiliyetlerini her şey sayıp onlara güvenme gafletine düşeceklerinden veya düşme durumunda bulunduklarından Cenâb-ı Hak onları şirke düşmekten koruma adına her isteyip dilediklerini hemen vermez ve onların yüzlerini tevh
ide çevirir.
ide çevirir.
Bazen de her şey yerli yerinde olmasına rağmen diriliş erlerinde tam bir teveccüh olmayabilir; işte böyle bir durumda Cenâb-ı Hak, onları değişik baskı, saldırı ve tazyiklere maruz bırakarak, kendine yönelmeleri ve O’na içlerini dökmeleri için belli bir süre onların gayretlerine aynıyla cevap vermez.
Bazen netice gecikebilir!
Bütün bu hususların yanında, bu yoldaki hasların hamlardan ayrılması, zalim ve mazlumun da toplumun her kesimi tarafından bilinip tanınması çok önemlidir. Rabbimiz bazı meseleleri zamana bırakarak, mühlet vererek ak-kara birbirinden ayrılacağı, âlim-âmî herkesin nerede durduğu/duracağı belli olacağı ana kadar herkese bir zaman verir; dolayısıyla netice de biraz gecikmiş olur.
Sebep ne olursa olsun bize, kurallarına göre ve hikmet dairesinde vazifemizi yapıp ötesini Allah’a havale etmek düşer. Her hizmet eri bilmelidir ki, o, Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet ettiği takdirde Cenâb-ı Hak da ona diriliş yollarını gösterecek ve onun dökülüp yollarda kalmasına asla meydan vermeyecektir.
ÖRNEK HAYATLAR
Ben O’nun sevdiğini kendi sevdiğime tercih ederim!
Bugün örnek hayatlar köşemize Hz. Ömer’i misafir edeceğiz.
Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sorar:
– Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?
Birisi, “Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm’a daha çok hizmet edeyim diye” dedi.
Bir başkası, “Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarf ederek dine yararlı olayım diye” der.
Herkes buna benzer şeyler söyler. Hz. Ömer hiçbirini beğenmez. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer’e sorar:
– Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verir:
– Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubeyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm’a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.
Gurura karşı ilaç
Hz. Ömer’in hayatından başka bir sahne:
Halife Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine’nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah’ın da gözüne ilişir ve kendisine yetişip sorar:
– Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?
– Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum…