Îman; makam, imkan ve gücün karşısında bükülmeden dik durmayı, müstağni ve izzetle yaşamayı gerektiriyor. İnsan, îmanını, inancını bıraktığı, insanlığını unuttuğu yerde kalır, yoluna devam edemez.
Îmânını dünyevî hiçbir şeye alet etmeyen ideal bir mü’min, kalbi ile Allah arasına hiçbir engel koymama gayreti içindedir. Resûlullah Efendimiz (sav) başta olmak üzere, hulefâ-i Raşidin Efendilerimiz, Ensar ve Muhâcirin hazerâtı (r.anhüm) ve milyonlarca Hak dostları, ölümle sona erecek dünyânın hiçbir şeyine tenezzül ve tevessül etmemişlerdir.
Onlar, sâdece ölümsüz ebedî âlemi kazanabilme adına, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlip olmuşlar, bu vesîle ile dünyâyı bir misafirhâne kabul edip, muhtaç gönüllere hakîkatleri duyurabilmek için, Allah’ın kendilerine emânet ettiği bütün imkanları seferber etmiş, hayatlarını bu yolda fedâ etmişlerdir.
Mü’min, batıp yok olup gideceklere takılmadan, Sâhib-i kâinata yönelmelidir. Zîrâ, kıblenâmesi olmayanlar hiçbir zaman hedefe ulaşamazlar. Mü’minin gerçek kıblesi, beyt-i Hüdâ olan kalbini, erkân-ı îmaniyye ile aydınlatmanın yanında, Cenâb-ı Hakk’ın beytullah olarak takdir ve tâyin buyurduğu Kâbe-i Muazzama’nın ifâde ettiği rûha yâni; kalbiyle, ruhuyla Allah’a yönünü çevirmesidir.
Mü’minlerin gerçek vazîfesi, Allah’ı tanımadan yaşamakta olan milyarlarca insanın îmanını kurtarmaya vesîle olmanın yanında, şu kısa vâdeli dünya lezzetleri ve zevkleri içinde boğulup gitmelerine engel olmak ve âhiretlerini kurtarmaya çalışmaktır.
Aynı zamanda, mü’minler içinde vahdeti, huzur ve güveni temin etmek, diğer insanlara model ve örnek olmak yanında, cihan sulhuna katkıda bulanmaktır. Mazlum, mağdur, garip, yetim muhtaç olan bütün insanlara -rengi, dili, dini ne olursa olsun- şefkatle, merhametle muâmelede bulunmak, onların da gerçeklere uyanmasını sağlamak, bu şekilde ebedler âlemine huzur içinde gitmelerine vesîle olmaktır.
Mü’minin derdi, sancısı bunlar iken nice zâlimler, münâfıklar, fâsık ve fâcirler; kendi çıkarları, kıskançlık ve çekememezlik gibi insanlığa hiçbir yararı ve faydası olmayan tavır ve davranışlar içinde, toplumu birbirine hasım hâline getirip, âileleri dağıtıp, şefkâte muhtaç çocukları anne babalarına hasret haline getirmek sûretiyle, kendilerine de hiçbir faydası olmayan en büyük kötülüğü yapmaktadırlar.
Kıskançlık , çekememezlik, hazımsızlık öyle bir marazdır ki, erkân-ı imâniyyeye kâmil mânâda inanmaktan başka bu hastalıklardan kurtulmanın hiç bir çaresi yoktur. Zirâ, ‘inadın gözü kördür, meleği şeytan şeytanı da melek gösterir.’ Hz.Üstad; “İnadın gözü meleği şeytan görür. İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine, melek der, rahmeti de okutur. Muhâlif (karşı) tarafında eğer meleği görse, libasını (elbisesini) değişmiş onu şeytan zanneder, adâvet (düşmanlık) eder, lânet eder” diyor. (Sözler)
Îman hakîkatleri, insan vücudunu teşkil eden uzuvlar gibidir. İslâm, bir bütün olarak yaşanmayınca, kendisinden beklenen fonksiyon elde edilemez. Din, Cenâb-ı Hak tarafından Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’da nasıl tesbit edilmiş ve emredilmiş, Resûlullah (sav) tarafından bize nasıl intikâl ettirilmiş ise, hükmü kıyâmete kadar devam edecek olan İslam dini o şekilde yaşanmalıdır. Yoksa kolunu kanadını kırmış ve yollarda engellere takılıp kalınmış olur.
Hac sûresi 11.âyette; “Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir hesâba binâen, imanla küfrün arasında bir yerde ibâdet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse, onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Dünyâyı da, âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur” buyrulmaktadır.
Kur’ân ve Sünnet çizgisinde hayatını sürdüren bir mü’minin, îman ve Kur’ân hizmetinde kararlılık göstermesi, sabır ve sebât içinde bulunması çok önemlidir. Herkes kendi doğrularına göre hareket ederse, kendi çıkarlarına göre istişârede bulunursa, kimse gerçek doğruyu hiçbir zaman bulamaz.
Gerçek istişâre; dünyâyı ve âhireti bizden daha iyi bilen, ihlâs ve samîmiyetleriyle rüştünü isbat eden, akıl, mantık ve irâdelerini hislerinin önünde tutan, en önemlisi Allah’a hesap verme endişe ve korkusu içinde hareketlerini tanzim eden, liyâkatli -ve neticesine hatalı bile olsa tenkit etmeyip teslim- olan insanlarla yapılandır.
Şûrâ sûresi 38.âyette; “Onlar öyle kimselerdir ki Rab’lerinin çağrısına kulak verip, namazı hakkıyla îfâ ederler. İşlerini istişâre ile yürütürler, kendilerine nasib ettiğimiz imkânlardan hayırlı işlerde sarf ederler.” buyrulmaktadır.
Al-i İmran sûresi 155 ve 156.âyetlerde; “İki ordunun karşılaştığı gün içinizden arkasına dönüp kaçanlar var ya, işte onları, işlemiş oldukları birtakım hataları sebebiyle şeytan kaydırmak istemişti. Allah yine de onları affetti. Çünkü Allah gafurdur, halîmdir (çok affedici ve müsâmahalıdır).”
“Ey îman edenler! Dini inkâr edip de Allah için seferde ölen veyâ gazâlarda öldürülen arkadaşları hakkında: ‘Bizim yanımızda olsalardı ne ölürler, ne de öldürülürlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın diye yaptı. Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah bütün yaptıklarınızı görür.” buyrulmaktadır.
Allah (cc) Al-i İmran sûresi 159.âyette; “(Habibim) İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki, Kendisine dayanıp güvenenleri sever.” buyurmuştur.
Efendimiz (sav) de; ‘Benim Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyeti bulursunuz’ buyurmuş ve Ashâbını senâ etmiştir. (Beyhâki)
Helâket ve felâketlerin, insanları zillet ve sefâlete mahkum ettiği, şeytan ve nefsin esir aldığı böyle bir dönemde, zâhiri şer gibi görünen ve yaşanan sıkıntılarla, Hizmet Hareketi’ni bütün dünya duydu. Böyle bir dönemde gönül erlerine düşen vazife de, sistemli düşünmek, uygun vesileleri kullanmak, bulundukları ülkelerde güven ve emniyet telkin edip entegrasyon içinde faydalı olmaya çalışmak olmalıdır.
Hizmet-i îmaniyye ve Kur’âniyyeye hiçbir beklenti içinde olmadan hizmet vermek, yâni; adanmışlık ruhu çok önemlidir. Bugün bu dâvâya sâhip çıkan adanmış ruhlar da, Hz.Üstad’ın “..Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin (insanlığın) îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat) dediği gibi; onlar, kimseye düşman olmazlar. Diklenmeden, inatlaşmadan, hak bildikleri yolda dimdik durarak, sabreden ve aslâ sarsılmayan yiğitlerdir.
Enfal sûresi 46.âyette; “Allah’a ve Resûlüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp zâ’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” buyrulmaktadır.
Fussilet sûresi 30.âyette; “ ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra da istikâmet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip: ‘Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâ’d edilen cennetle sevinin!’ derler.”
31 ve 32.âyetlerde; “Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz. Orada sizin canınızın çektiği her şey, gafur ve rahîm’den (affı, merhamet ve ihsanı bol olan Allah tarafından) bir ikram olarak sizindir. Hem orada siz bütün istediklerinize kavuşacaksınız.”
“Meleklerin inmesi sırasında müminlerin onları görmeleri gerekmez. Melekler onları cesaretlendirmek, teselli etmek için gelir ve kalplerine kuvvet verirler.”
33.âyette; “Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir?”
34.âyette; “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!
35.âyette; “Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.”
46.âyette; “Kim makbul güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez.”
Ve 53.âyette; “Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyâda, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; tâ ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?” buyrulmaktadır.
İnsanlar dünyâda, âhiret hayatlarını ya kazanır veya kaybederler. Cenâb-ı Hak’ın son Peygamber olarak gönderdiği Resûlullah’a (sav) itaat edenler, dâvetine icâbet edip Sefîne-i Muhammediye’ye dâhil olanlar kazanacak, isyan edenler ise kaybedeceklerdir.
Dünya gemisi sahile O’nunla (sav) ulaşacak, insanlık O’nun rehberliği ile kurtulacak, O’nun sunduğu reçeteyi kullananlar dertlerine derman bulacak ve yine O’nun pınarından su içenler gerçek hayatı elde edecek, ebedî olarak Cennette sevdikleriyle beraber haşr olacaklardır.
Hizmet insanları, hakkın tebliğicileri, sulh-u umûminin temsilcileri, emniyet ve güvenin bekçileri olarak, fitne ve fesat çıkarmadan, kavga ve gürültüye sebebiyet vermeden, kalp ve gönül yıkmadan Allah ve Resûlü’nü kullarına sevdirebilme yolunda vazifelerini îfâ etmeli, Cenâb-ı Hakk’ın icraatına müdâhale etmemelidirler. Mücâdelelerini, kin ve nefretle değil, sevgiyle, tatlı dil güler yüzle, adâlet ve hakkaniyetle, şefkat ve merhametle devam ettirmelidirler.