\1990’lı yıllarda
sistematik olarak işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili açılan davalarda son
yıllarda üst üste beraat kararları veriliyor.
Tüm katliamların dava dosyalarında yargının tamamen
iktidar odaklı çalıştığını belirten Avukat Mehmet Emin Aktar, “O dosyalarda
bulunan delillerin onda biri başka bir cinayet dosyasında bulunsa fail ceza
alır ama bu delillerle berat kararları veriliyor” dedi.
1990’larda işlenen
sivil ölümlerle ilgili birçok dava dosyası kapanıyor, failler beraat alıyor.Muş’a
bağlı Kızılağaç köyünde 1993 yılında gözaltına alınan dört kişinin öldürülmesi,
Mardin’in Derik ilçesinde 1992-1994 yılları arasında 13 kişinin infaz edilmesi,
Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Bespin Beldesi’nde (Görümlü) 1993’te altı
kişinin gözaltında kaybedilmesi, Muş’un Korkut ilçesine bağlı Vartinis
(Altınova) beldesinde 1993’te dokuz kişinin öldürülmesi, Şırnak’ın Cizre
ilçesinde 1993-1995 yılları arasında 21 kişinin infaz edilmesi ve zorla
kaybettirilmesi ve en son Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde 1993’te Alaca köyünde 11
kişinin gözaltına alınmasına ilişkin dosyalar bunların en bilinenleriydi.
Bu ölümlerden,
değişik kent ve mahkemelerde açılan davalarda yargılanan rütbeli ve rütbesiz
askerler, polisler, korucular ve JİTEM elemanları, ‘delil yetersizliği’
iddiasıyla beraat ettirildi. Kararlarla birlikte bölgede 1990’larda yaşanan
faili meçhul cinayetler, gözaltında kaybetmeler, yargısız infazlar, köy
yakmalar sonucu yaşanan katliamların sorumluları bir bir aklandı.
Mezopotamya
Ajansı’na konuşan Diyarbakır eski Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar, yargının
cezasızlık politikasını değerlendirdi.
Aktar, yargı
eliyle yaratılan cezasızlık politikalarının 90’larla sınırlı olmadığına,
Cumhuriyet tarihine baktıklarında bunun bir devlet politikası olduğuna dikkat
çekti. Av. Aktar, 1990’lara gelinceye kadar suçluların yargılanması konusunda
devletin başka pratiklerinin olduğunu söyledi.
Aktat’a göre
beraat kararları, devletin mağduru düşman olarak gördüğünün kanıtı. Aktar bu
tespitini şöyle açıkladı:
“Benim
düşmanım var bana başkaldırmış. Ben bu düşmanla çatışıyorum. Bu düşmana yandaş
olan, yakın olan ya da hiçbir şey yapmayan ama yanımda da durmayan kişilerin
tümü benim hedefimdedir ve cezalandırılabilir. Bunlar cezalandırılsın diye bu
mücadele anlayışında kullandığım polis, jandarma, özel tim, gizli veya açık
bütün silahlı gücü koruma şemsiyesi altına almak zorundayım. Bu çok yaygın bir
uygulama ve bugüne ilişkin değil.”
Türkiye’de
yargı sistemini mevcut egemenlik sistemini tamamlayan bir parça olarak
gördüğünü vurgulayan Aktar, devam etti:
“90’lar
açısından baktığımızda yargı bu kadar sistematik bir baskı altında değil. Kendi
içerisinde bir bütünlük vardı ama ara ara da olsa bazı aykırı durumları görmek
mümkündü. Yargının 90’larda çok az da olsa bir tarafsız davranma becerisi
gösterdiği durumlarla karşılaşabiliyorduk. Bugün tamamıyla yok oldu. Birkaç
vakayla da görüyoruz zaten. Bir gün önce bir grup avukat tahliye ediliyor, 12
saat geçmeden aynı mahkeme tekrar tutukluyor. Bir gecede ne oluyorsa artık
sabah mahkemenin kanaati değişiyor.
Bununla da
yetinilmiyor mahkeme heyetini de harcıyor. Bu tür uygulamalarla yargı
mekanizmasının içindeki görevli hakim ve savcıların dirençlerini de peşinen yok
ediyorlar. Artık kimsenin direnç gösterme şansı yok. O yüzden kimsenin yargıya
zerre kadar güveni kalmadı. Her an herkes bir şekilde yargılanabilir ya da her
an herkes ciddi bir suçlamadan dolayı aklanabilir, bununla somut bir şekilde
karşılaşmamız mümkün. ”
Aktar,
AİHM’in pozisyonunu da yorumladı. Ve AİHM’in; 2015 sonrası Cizre bodrumları,
Sur olayları ve başka yerlerdeki çatışmalar sonrasına ilişkin ihlallerde tedbir
kararları vermemesi ve iç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçesinin ardında
yatan nedenin de ‘mülteci tehditi’ olduğunu ileri sürdü.
AİHM’in son
süreçlerde verdiği kararlarda bu kaygının ciddi bir şekilde etkili olduğunu
savunan Aktar, “Anayasa Mahkemesi Türkiye için neyse AİHM de öyle bir mahkeme”
dedi.