Bir firma tecrübeye önem veriyor ve daha önce aynı iş kolunda 10 yıllık iş tecrübesi istiyor. İş müracaatı yapan şahıs ise böyle bir tecrübesi olmadığı halde ise girebilmek için “10 yıl çalıştım” diyor. Beyanı esas alan ve ispat edici belge istemeyen şirket o şahsa işi veriyor. Soru şu; “bu iş yerinde çalışmam karşılığında aldığım ücret helal midir?”
oruyu “helal mi?” diye bitirmek yerine “doğru mu-yanlış mı/ayıp mı veya suç mu?” diye bitirmek de mümkün. İşin aslına bakarsanız doğrusu da bu. Neden? Çünkü sosyal hayatımızı düzenleyen, insanlarla ve çevreyle ilişkimizi belirleyen her davranışın en az üç boyutu vardır; dini, hukuki ve ahlaki. Helal ve haram dini, doğru/yanlış/ayıp ahlaki, suç ise hukuki boyutta karşılık bulan kavramlardır.
Şimdi soruya dönelim; iki şey var. Birincisi yalan beyan. İkincisi ise iş sözleşmesi şartlarına göre çalışmak ve ücretini almak. Eğer kişi sözleşme şartlarının bütününe riayet ederek çalışsa hatta üstün bir performans göstererek emsallerinden çok daha iyi bir iş çıkarsa, firmaya büyük katkılarda bulunsa aldığı ücret neden helal olmasın ki diyebilirsiniz. Nitekim böyle diyenler de var. Ama işe girerken söylemiş olduğu yalan ne olacak? Mesele burada düğümleniyor. Ölmemiş vicdan burada başını çıkartıyor ve aldığı ücreti insana sorgulatıyor. Belki gerçekten 10 yıllık iş tecrübesi olan birisinin hak ve hukukuna tecavüz ettiğini düşündürtüyor. “Neden o yalanı söylemeden bunları düşünmüyor insan?” sorusunu sormak lazım burada. O imanî, ahlakî ve hukukî değerlerin fert üzerindeki yaptırım gücüyle doğru orantılı bir mesele. Şimdilik bu bir kenarda dursun.
Soruya cevap teşkil edecek şahsi düşüncelerime geçeyim. Dinî açıdan; yalanın tarifi de hükmü de belli. Vakıaya ve ilmi İlahiye aykırı beyanın adıdır yalan. Olmamış bir şeye olmuş, olmuş bir şeye olmamış deme, gördüğü bir şeye görmedim, görmediği bir şeye gördüm deme vakıaya muhalif olan yalanın en basit örneğidir. İlmi ilahiyeye muhalif olma ise tamamıyla kişinin kalbi ve niyeti ile alakalıdır. “Şunu yapacaktım” diyor aslında yapmayacaktı ve bunu sadece kişi ile Allah biliyor. İşte bu beyan da yalan. Bu zaviyeden bakınca 10 yıllık iş tecrübesi olmadığı halde var deme bu tarifler ışığında dini açıdan yalan ve haram.
Ahlâkî açıdan; yukarıda tercih ettiğimiz değer yargısı ifadelerine göre yanlış ve ayıp. Ahlaki düzlemde değer yargısı ifade eden başka kelime ve kavramları da kullanabiliriz istersek. Burada “Herkesin ya da büyük çoğunluğun ahlaki kriterler eşliğinde yaşadığı toplum şartlarında geçerli bu dediğiniz” itirazını yapabilirsiniz. Doğru söylüyorsunuz. “Örf ve adet haline gelmiş bu uygulama, zaten herkes böyle yapıyor, yaptığının yanlış olduğunu dahi düşünmüyor” gibi itirazlar işte tam da bu kertede söylenen sözde mazeretler.
Cevabım şu; bir eylemin örf ve adet haline gelmesi onun dini ve ahlaki açıdan helal ve doğru olduğu anlamına gelmez ki? Kur’an “maruf” tabiri ile bunu anlatır. Ortaya konulan örfün üst değerlerle çatışmaması esastır. Çatışıyorsa, o örf fıkıhta kullandığımız tabirle “mülga”dır. Bunu günümüz insanına kanunun anayasa ile çatışmaması örneğini vererek izah edebiliriz. Onun içindir ki hem ahlak hem de hukukçularımız örf ve adetin İslam dininin genel değerleri ile çatışmaması merkeze koyarak sınıflandırmalarda bulunmuşlardır. Örfün geçerliliği açısından yapılan bu tasnifte karşımıza çıkan iki kavram vardır; sahih örf ve fasit örf. Şimdi dini açıdan yalan ve hükmünün de haram olduğu açıkça belli olan bu hususu örf, adet, gelenek, teamül diyerek hukuki açıdan hükmün meşruiyet temelini oluşturacak sahih örf içine koyamazsınız. Dolayısıyla buna muhalefet etme, bu yanlışı ortadan kaldırıp sahih örf için mücadele etmek gerekirken söz konusu yanlışı meşruiyet sebebi olarak görmenin doğru olduğuna inanmıyorum.
Hukukî açıdan; buna şirketin kendi tercih etmiş olduğu kurallar açısından bakılabileceği gibi ülke geneline şamil umumi kanunlar açısından da bakılabilir. Şirketin yalan beyanı kabul edeceğini sanmıyorum. 10 yıl çalıştığına dair belge istememesi beyana güvendiğinin göstergesi olarak okunabilir. İş başvurusundaki beyanları kontrol etme-etmeme, yalan ortaya çıkınca alacağı tavır, bu davranışı mahkemeye intikal ettirme-ettirmeme son tahlilde şirketin kendisinin bileceği bir şeydir. Diyelim ki yalanın açığa çıkmasına rağmen ilgili personelin çalışmasına izin verdi, performansını beğendiği ya da alternatifi olmadığı için işe devam dedi. Bütün bunlar olabilir ama bu kabul başlangıçta söylenen yalanı ortadan kaldırmadığı gibi kişinin yaralı vicdanını tedavi etmez, acaba aldığım ücret helal mi sorularının ikna edici cevabı olmaz.
Ülke kanunları açısından bakılınca; hukukçu değilim ama yalan beyanın meselenin mahkemeye intikali ile suç olarak değerlendirildiği ve cezai düzenlemelerin bu istikamette yapıldığı herkesin malumudur. Suçun maddi unsurları olarak sayılan fiil, fail, mağdur, netice, illiyet bağı ve suçun konusu hâkim içtihadına bırakılan açık kapı da dahil cezanın belirlenmesindeki ana unsurlardır. Burada yalan beyan fiil, onu söyleyen fail, netice ile fiil arasında illiyet bağı, bu fiilin doğurmuş olduğu netice ve bundan pasif veya aktif olarak mağdur olan kişiler ve suçun konusuna göre ceza verilecektir.
Sonuç; dikkat ederseniz dinî açıdan haram, ahlâkî açıdan yanlış dedim ama hukukî açıdan herhangi bir sonuç/hüküm cümlesi söylemedim, kanaat izhar etmedim. Halbuki soru helal mi haram mı diye bitse de soru İslam hukuku açısından soruluyor. Klişe deyimle caiz mi-değil mi demek isteniyor.
Bir kere defalarca ifade ettiğim gibi İslam hukuku tabiri yanlış. İslam ayet ve bağlayıcı hadislerden müteşekkil bir dinin adı. Hukuk ise Müslümanların bu nasslardan hareketle toplumsal hayatı düzenleyen içtihatlarından/görüşlerinden müteşekkil manzumenin adı ve ilahi değil beşeri. Meseleye böyle bakarsanız doğru isimlendirme İslam Hukuku değil Müslümanların Hukuku olmalıdır.
İki; bugün ibadetler hariç hayatın sair alanlarında bir devletin yaptırım gücünü de arkasına alarak tatbik edilen bir hukuktan bahsetmek mümkün değildir. “Bunun bilinci içindeyiz, siz elimizde bulunan mevcud hukuki norm ve formlarda ne diyor ona cevap verin yani Hanefi Şafii vb. mezhepler ne diyor, onu söyleyin” diyorsanız, cevabım şu; ayet ve hadisiyle dini değerlerin haram dediği bir şeye İ. Azam’ın, İ Şafii’nin helal demesini mi bekliyorsunuz da bu soruyu soruyorsunuz? Evet, cevabım bu. Daha ötesine gitmeye, İ.Azam şöyle diyor, İ.Ebu Yusuf şunu söylüyor demeye gerek duymuyorum.
Hayır, “hukuk müdevvanatımızın bugün itibariyle uygulanmadığını ve onun hukuk tarihinin konusu olduğunu biliyoruz, sizin görüşünüzü, içtihadınızı soruyoruz” diyorsanız; biraz önce verdiğim cevabı tekrarlayayım, dini bağlamda Allah’ın ve Hz. Peygamberin yasakladığı ve haram hükmünün verildiği bir eyleme ne benim ne de bir başkasının “yasak değil, helaldir” demesi mümkün mü Allah aşkına? Bu Allah böyle diyor ama, Hz. Peygamber böyle söylüyor
fakat, ulema da caiz değildir velakin…”deme anlamına gelmez mi?
Kaldı ki içtihat yaptım ve bir şey söyledim diyelim. Ne faydası olacak? Hukuktan bahsediyoruz. Yaptığım içtihadın kanun olmayacağı belli. Olsa olsa masa başında yapılmış bir kanun taslağı ve tasarısı olabilir. Mahkemede hâkim değilim ki içtihadım hâkim yetkisi içinde kabul edilsin ve devletin yaptırım gücüyle uygulamaya sokulsun. Dolayısıyla bu düzlemde yapılacak bir içtihat “farazi” olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu mesele özelinde farazilik. “Eğer hukuki düzenlemeyi ben yapsaydım böylesi bir mesele yasamaya bu şekilde yansıyabilirdi, hâkim böyle bir yorumda bulunabilirdi.” demektir
Bu cümlelerimle aslında çok köklü bir meseleye temas ettim. Evet böyle düşünüyorum, İslam hukukuna göre caizdir-değildir diye sağda solda ahkam kesenler eğer bir zamanlar yürürlükte olan hükümleri aktarıyorsa ve bunların bugünkü toplumsal hayatta karşılığı var ve hala sorunlarımıza çözüm getiriyorsa ne âlâ, aksi halde bunlar hukuk tarihi bilgisidir. Yok kendi içtihatlarını, tercihlerini aktarıyorlarsa bunun bugün hukuki düzlemde toplumsal karşılığı yoktur. Yoktur zira yaptırım gücü yoktur. Uygulamaya konulmayan, yaptırım gücü olmayan, uygulanmadığı takdirde cezai müeyyidesi bulunmayan hukuk mu olur?
Fakat bu yaklaşım sivil alanda düşünce üretmeye engel olmaz mı diyebilirsiniz. Evet, bu ihtimal var ve ayrıca tartışılması, üzerinde durulması gereken bir husus. Sadece şu kadarını söyleyeyim; ilgili ve yetkin kişilerin fikri çıkarımlar adına alabildiğine üretken olduğu bir zeminle günümüzü yani ilgili-ilgisiz, yetkili-yetkisin ağzı olan herkesin konuştuğu bir zemini karşılaştırmamak ve karıştırmamak gerek.
“İyi ama hiç mi açık kapı yok, hile-i şeriyye nerede kaldı” diyorsanız, o hile-i şeriyye Türkçede kullandığımız manada işi kitabına uydurmak, kanuna karşı hile demek değil, meşru çözüm demektir. Türkçede kullandığımız manasıyla hile-i şeriyye tarihi süreçte birtakım tıkanıklıkları aşmak için ortaya konan istisnai çözüm yollarını bir usul haline getirmedir ki bu daha sonraki dönemlerde ahlaki zeminden kopmuş Müslümanların çıkarttığı şeylerdir. Lütfen oraya geri dönmeyelim. Şahsi menfaatlerimiz Kur’an ve sünnetin te’vil ve tefsire kapalı net beyanlarının tahrif ve tahribi ile neticelenecek yorumlara vesile olmasın. Menfaatin boyutu, çapı, derinliği, genişliği ne olursa olsun imanımızın, kabullendiğimiz ahlaki değerlerin yaptırım gücünü zedelemesin, helalı haram, haramı helal yapmasın. İslam’ın değerlerini ve değerler hiyerarşisindeki yerini bozmayalım. Allah ve Resulünün, onların emir ve yasaklarının her hal u kârda birinci sırada tutmaya ve ilkesel davranmaya özen gösterelim. Konjonktürel davranmayalım. Yanlış yanlıştır. Yanlışı kim yaparsa yapsın yanlış demesini bilelim. Bizim mahalle yanlışı yaparsa göz yummaya son verelim. Bunun “Zalim de olsa mazlumda olsa kendi kabilendeki insanı müdafaa edeceksin” diyen cahiliyye asabiyetçiliğinden hiç farkı olmadığını artık görelim. Dini-ahlak ve hukuk arasındaki parçalanmışlığa son verelim. Parçalanmış kişilik yapısının sebebi olan bu zihniyeti terk edelim. Her sorunun ve her problemin cevabı dinde yok. Hukukta var, ahlakta var. Karşılaştığımız her meselede Kur’an ne diyor bakış açısını terk etmek zorundayız. Kur’an özel ve genel manada söyleyeceğini söylemiş. Kur’an’ın nazil olduğu dönem şartlarındaki sorunlardan çok daha farklı sorunlarla karşı karşıyayız bugün. Kur’an bunlar adına genel ilke ve prensiplerle konuşuyor ve mesaj veriyor bizlere. Onlar da belli; adalet, özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü, barış, malın, canın, ırzın, aklın, neslin korunması vs vs. Bu ilkelerden hareketle sorumuzun cevabını kendimiz bile bulabiliriz, illa ona-buna sormaya gerek yok. Bunu da unutmayalım. Bizim ahlaksızlıklarımız, adaletsizliklerimiz, zulümlerimiz Müslüman kimliğimizden dolayı dine izafe ediliyor ve bundan dolayı da çocuklarımız başta deizme, agnostizme, ataizme ve nihilizme yöneliyorlar. Bilmem farkında mıyız. Artık yeter.
Son sözüm, buraya kadar okuduğunuz tüm düşünceler ve görüşler benim şahsi görüşlerimdir ve sadece beni bağlar. Hakikat tekelciliği yapmıyorum. Hakikat budur, doğru budur, gerçek budur demiyorum. Bir başkası başka gerekçelere dayanarak bu yalan beyanla işe girmeye evet diyebilir, caizdir, ahlakidir ve yanlış ya da ayıp değildir, hukukidir ve suç unsuru ihtiva etmemektedir; dolayısıyla yapabilirsiniz diyebilir. Ben demiyorum vesselam.