RAMAZAN F. GÜZEL-tr724.com
KHK ile kapatılmadan önce tirajı bir milyonu geçen ve Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi ünvanını kimselere kaptırmayan Zaman Gazetesi, 4 Mart 2016’da dünyanın gözü önünde gasp edildi.
Bunun üzerinden 2 yıl 8 ay geçmişken, kuruluşunun 32. Yıldönümünü sessiz sedasız kutladı; bir zamanlar o kurumda çalışmış, yetişmiş gazetecilerin ve yazarların sosyal medyadaki Cumartesi günkü sessiz ve kırık dökük paylaşımları ile..
Ankara Rüzgarlı Sokak’taki mütevazi yerinde başlayan yayıncılığı hızla büyüyerek, belli bir grubun yayın organı olmaktan çıkıp sayısı milyonlara ulaşan bir yayına dönüşmüştü. Hemen her kesimden insanı köşesinde yer vermesiyle çok seslilik adına Türk medyasına farklı bir soluk getirdi kanımca.. Tasarımı ve vizyonu ile uluslararası ödüller alırken, baskısı ve şubeleri hemen her kıtada 20’den fazla ülkede kendisini göstermişti.
Siyaset üstü yayıncılık yapma iddiasında olan gazete, özellikle 2007’deki GKB’nın e“sanal muhtıra”sından sonra iyice bir taraf seçme noktasına savrulmuştu. Sonrasında başgösteren Ergenekon ve Balyoz Davaları’ndan sonra ise bu taraf seçme olgusu daha kalın hatlarla çizilmiş oldu. Türkiye siyasi tarihini ve basın tarihini inceleyecek olanlar, bu dönemlerde yaşanan “sosyal mühendisliği” çok derinlemesine tahlil edeceklerdir; “demokratikleşme”, “sivilleşme”, “özgürleşme”, “her kesimden insanın kendisini devlette temsil etme imkanı”, “batılılaşma”, “Avrupa Birliği üyeliğinde yol alma” gibi vaatlerle başta Kürtler ve Cemaat olmak üzere, liberalinden, solcusuna bir çok kesimin nasıl manipüle edildiğini, tek adam yolunda bu kadar geniş bir yelpazenin iyi niyetlerinin nasıl da suistimal edilip sonra –işleri bitirildiği düşüncesinden sonra- nasıl da iplerinin çekildiğini ileriki nesiller ibretle okuyacaklardır, 50 yıl boyunca Hitler’in nasıl iktidara yürüyüp tek adam olup ülkesini ve dünyayı felakete sürüklediğini okuya geldiği gibi…
TERÖR BAHANESİYLE GASP
Zaman Gazetesi’nin ve yayın grubunun, Samanyolu Televizyonu ve yayın grubunun, İpek Medyası’nın ve grubunun ve dahi kapatılan yüzlerce medya kuruluşunun kapanışına giden yolda şahsi ya da kurumsal bazdaki hataları, sevapları bilahare tartışılır, konuşulur.. Fakat asıl irdelenmesi gereken mesele, tirajı ya da yayın çapı ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, böylesine kolayca terör iddiasıyla yaftalanıp sonra gasp edilmesi, sonra da bu yayınlar dolayısıyla yüzbinlerce insanın suçlanması, mağdur edilmesidir.. Bu yöndeki (ve bu yazıda ele alacağımız) yeni Anayasa Mahkemesi kararı da bir dönüm noktası ve ibret levhasıdır..
Bu karara gelmeden önce, bir yayının terör iddiasıyla kapatılıp kapatılamayacağına kısaca değinmek gerekir.
Şu anki iktidarın önde gelen isimlerinin çoğu, bu yayınlarda sivrilerek kendisini gösterip meclise kapağı atmış kimselerdir. O dönemde hemen herkes bu yayınlarda yazılarını yayınlatmak, ulusal ve uluslararası basın ve fikir camiasında sesini duyurmak istemiştir. Çok rahat söylüyorum ki, benim de bir çok yazılarım çıktı bu gazetede ve diğer muhalif denilen yayınlarda.. Hepsinde de doğru bildiklerimi, evrensel hukuka dair izlenimlerimi aktarmaya çalıştım; yurt içindeki yayınlarında olduğu kadar yurtdışındaki yayınlarında da..
Fakat bu süreçte devlet fişlemesine devam ediyormuş. Yüzbinlerce insanı olduğu kadar beni de fişlemiş. Hakimliğe geçerken Taraf’ın yayınlarında öğrendim ki avukatlık yıllarımda bu gazetelere yazmışlıklarım hep fişlenmiş ve damgalanmışım bunlardan dolayı.. HSYK’daki sorgumda da bana bu çalışmalarımı sormuşlardı. (Yazılarımın içeriğine hiç girmiyorlardı, sadece bir yerlerde yazmış olmam idi mesele..)
Şimdi Zaman davasında yargılananlara bakıyorum; tek suçu bu yayın kuruluşunda çalışmış olmak, ya da buralarda bir yazısının çıkmış olması… Ve bütün bu suçlamaları yöneten şimdinin başkanı R.T. Erdoğan, Zaman’ın 25. Yıl kuruluş yıldönümüne katılmış, çalışmalarını öve öve bitirememiş ve Erdoğan, “Dizgiciden müsahhihe, tasarımcıdan editörüne, muhabirlerden yazarlara, her sabah gazete dağıtan kardeşlerimizden, genel yayın yönetmenine, üst yöneticilere, sahiplere kadar herkese böyle güzel bire eseri çıkardıkları için şükranlarımı sunuyorum” demişti.
O zamanlar tarih 2012’yi gösteriyordu.. Yani yolsuzluk operasyonlarından 1 yıl önce idi ve hiç terör meselesi konuşulmuyordu… Bu konuşmasından 4 yıl sonra Erdoğan, gasp için adamlarını gazeteye gönderdiğinde ise Diyarbakır’da görevliydim ve o esnada bu gasp hadisesini (bir AKP mücahidi) Ağır Ceza hakiminin evinde canlı izliyorduk. İkimizin de ağzı açık idi.. Ben, “Hukuken böyle bir şey nasıl yapılabilir?!” diye, o hakim arkadaş ise polisin pervasızlığı, gazete yöneticilerinin dik duruşu karşısında ne diyebileceğini bilemez halde: “Bu.. bu var ya, bunu kesin Cemaat yapmıştır, sırf kendilerini mağdur göstermek ve kahraman olarak gözükebilmek için” diyebilmiş sadece..
“Hukuken nasıl olur?!” demek gerek tabii ki, bir hukukçu olarak.. Başka kişisel mülahazalar spekilasyondan ibarettir. Zira, bırakın bir basın kuruluşuna el koymayı, kayyum atamayı, ortada bir terör suçuna girecek yayın olsa bile, suça konu basın-yayın malzemelerinin aranıp bulunması ve bunlara el konulması dahi mümkün değildir ve CMK m.119 ve 127’de de durum açıktır..
Nitekim, “Basın araçlarının korunması” başlıklı Anayasa m.30 çok nettir ve “elkoyma tedbiri”nin basın hürriyeti konusunda özel bir kanun olan 5187 sayılı Basın Kanunu’nun “El koyma, dağıtım ve satış yasağı” başlıklı 25. maddesine göre uygulanabilirliği çok özel ve sınırlı bir şekilde düzenlenmiştir.
“ARKADAŞLARLA BİR HAZIRLIK” YAPIP, SULH CEZALARLA “YARGIDA ŞEYİNİ YAPMAK”
Erdoğan, muhaliflerini ekarte ederken bir sihirbaz gibi her seferinde şapkasından br tavşan çıkarmasını bilmiştir. Ergenekon ve Balyoz yargılanmalarını organize ederken “özel yetkili mahkemeler” ihraz etmişti. Yeni muhaliflerini tasfiye hazırlığında iken de, 6545 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 28 Haziran 2014 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve bununla birlikte “Sulh Ceza Hakimlikleri” ihdas edilmişti.
Bundan önce Erdoğan “Arkadaşlarla bir çalışma içindeyiz” diye de duyurmuştu, Amerika’ya yaptığı çağrıdaki gibi “Yargıda şeyini yapma” sürecine girilmişti. Erdoğan’ın bir büyükelçiler toplantısında söylediği rivayet edildiği gibi, “Canı sıkıldığında 2 polisle, 1 savcı ya da hakimle birilerini terörist ilan edebilmenin” kılıfı uydurulmuştu.
Bu Sulh Ceza Hakimlikleri ile, “Kanuni hâkim” veya “Olağan hâkim” de denen “Tabii hâkim ilkesi” tamamen ayaklar altına alınmış oldu, ayrıca bir üst mahkemeye itiraz edilememekte, bir sulh ceza hakimliği dairesinin verdiği karara karşı, onu takip eden numaraları dairesine karşı itirazlar ileri sürülebilmekte… Bu ise “hukuk devleti ilkesi”ne, “tabii hâkim ilkesi”ne, kişi özgürlüğü ve güvenliği”ne, “adil yargılanma hakkına” aykırıdır. (Fıkrada ters yola giren Temel’in, polis aracından gelen “ters yolda seyreden araç, o yoldan çık” uyarısı karşısında, “Ne bir aracı, hepsi ters yoldan geliyi” demesi kadar absürt ve trajikomik bir süreçti bu..) Baştan aşağı bütün hukuki süreçler yanlışlıklar ve hukuk katliamları içeriyor.
Belki de en önemlisi “Kanunilik İlkesi” açıkça katlediliyor. Kanunilik İlkesi, “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” şeklinde özetlenirken; hiç kimsenin kanunun açıkça suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamayacağı ve hiç kimsenin bir fiil için kanunda gösterilen ceza dışında bir ceza ile veya kanunda gösterilen cezadan daha ağır bir ceza ile cezalandırılamayacağı ifade edilir. İlke, Alman ceza hukukçusu Anselmo Feuerbach tarafından latince “Nullum crimen, nulla poena sine lege” şeklinde ilkeselleştirilmiştir.
Bu ilke, 1982 Anayasasının 38. m.’de: “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” Şeklinde formülize edilmiştir. Bu ilke TCK’nın 2.m.’de: “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbiri hükmolunamaz.” şeklinde temel bir ilke olarak yer almıştır.
Ama gelin görün ki, açılışını Erdoğan’ın yaptığı Bank Asya’da hesabı olanlar, sırf bundan dolayı yargılanıyorlar, Erdoğan’ın hemen her yıldönümüne katıldığı ve övecek kelime bulamadığı Zaman Gazetesi’nin çalışanları ve aboneleri için şimdi hukuk ve yargı cezalar yağdırıyor.
ALİ ŞEKER KARARI İLE İÇ HUKUKUN BİTİŞİ
Evet, Zaman Gazetesi’nin 32. Yaş günü sessizce anılırken, kimsenin ruhu bile duymadan iç hukuk yollarını bitiren yeni bir karar açıklanıverdi. Anayasa Mahkemesi, 01.10.2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Bireysel Başvuru kararıyla, -bırakın Zaman’da çalışmayı vs- Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV lehine protestoya katılmayı ve Aktif Sen üyesi olmayı “terör örgütü üyeliği için yeterli kuvvetli suç şüphesi” saymış oldu. (Başvurucu, tutuklama tedbirinin hukuki olmaması ve soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini öne sürmüştür.)
Halbuki daha önce Yargıtay 16. Ceza Dairesi 2017/1862 E. 2017/5796 K. sayılı 30.12.2017 tarihli kararı ile “sendika irtibatının terör örgütü üyeliği suçunu oluşturmayacağı”na hükmetmişti ve AYM bunu hiçe saymış oldu. (İki üyesi halen tutuklu ve hücrede olan AYM, aykırı bir karar verseydi başına ne gelirdi acaba, o da ayrı bir tartışma konusu.)
“Ali Şeker Başvurusu” denilen dosyaya baktığımızda görüyoruz ki Anayasa Mahkemesi; üç yıl önce gerçekleşmiş sıradan ve hukuk sınırları içinde gerçekleşmiş demokratik bir hak olan protesto eyleminden dolayı sanığın tutukluluğu için yeterli ve gerekli bir gerekçe olarak saymıştır.
Dosyada geçtiği haliyle , sanığın “..15/12/2014 günü Zaman Gazetesi ve Samanyolu televizyonu hakkındaki soruşturmayı protesto etmek amacıyla Samsun Adalet Sarayı önünde Aktif-Sen organizesindeki eylemilere örgüt talimatı ile katıldığının belirlenmesi” ve devamında “.. FETO-PDY ile bağlantılı olduğu bilinen (?!) Zaman gazetesi ve Samanyolu TV’ye ilişkin olarak yapılan bazı soruşturma işlemlerini protesto amacıyla yapılan etkinliklere katılmanın da bu süreçte ülke genelinde yaşanan gelişmeler karşısında başvurucu ile FETO/PDY arasında örgütsel bir ilişki bulundugu yönünde kuvvetli belirti olarak kabul edilmesinin temelsiz ve keyfi bir yaklaşım olduğunun ifade edilmesi güçtür.
- Sonuç olarak başvurucuucu yönünden suç şüphesini doğrulayan kuvvetli belirtilerin bulunmadığının kabülü mümkün değildir.”
İfadelere baktığınızda bunun bir istihbari rapor bağlamında kaleme alınıp havale edildiği net anlaşılacaktır. Majestelerinin hukukunda asıl baklayı şu kısımda çıkarıyorlar:
“57. FETÖ/PDY ile bağlantılı oldukları belirtilen (kim nerde belirtmiş, hangi karine ile?!) savcı ve hakimler tarafından 2013 yılının sonunda bazı siyasiler ve bunların yakınlar ile kamuoyunun tanıdığı bir kısım iş adamı hakkında yolsuzluk yaptıklan iddiasıyla soruşturma başlatılması (17-25 Aralık soruşturmaları) ve 2014 yılının başında Milli İsthbarat Teşkilatı’na (MIT) ait malzemelerin bulunduğu tırlarla silah taşındığı iddiasına dayanılarak tırların durdurulup aranması, FETÖ/PDY’nin faaliyetlerinin Hükümeti devirmeye yönelik olduğu yönündeki soruşturmaların temel dayanağını oluşturmuştur. 17-25 Aralık ve MİT tırlarında görev alan bazı yargı mensupları ve emniyet görevlileri hakkında soruşturmalarında uygulanan tutuklama tedbirleri de Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu edilmiş; Anayasa Mahkemesi başvuruları açıkça dayanaktan yoksun görerek kabul edilemez bulmuştur.”
Bu kararların hangi saiklerle verildiği, zaten kararın içinde var.. “Merdi kıpti şecaat arzederken..”
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı ile iç hukuk yolları tüketilirken, aslında hukuğun da kendisi ülkede tamamen bitirilmiş oluyor burada!.. Bundan sonrası AİHM’dir.. Fakat ülkenin siyasi ve hukuki geleceğinde de yepyeni ve karanlık bir sayfa açılmış oluyor. AYM’nin de belirttiği gibi, görevlerini yaptığı için hakim savcılar yolsuzluk ve sözde mit tırları davalarında tutuklanırken, sonradan siyasi güçle bütün bu dosyaların üstü örtülürken.. bütün bir hukuk, yargı sistemi, baştaki iktidar partisi ve seçmenleri, bütün bir havuz medyası, ülkenin bütün mekanizmaları bu suçlara alet edilmiştir. Siyasette ve hukukta bir medcezir yaşandığında ise yeni bir soruşturmalar dalgası açılacaktır. Bunun adı RETÖ mü olur, E-RETÖ mü olur bilinmez ama bu yoldan gidildiğinde olacak olan şudur:
İşin içinde “Terör örgütlerine yardım etme” “Çıkar amacıyla örgüt faaliyetlerine iştirak, yardım ve yataklıktan” bütün bir hukuk sistemi, bir iktidar partisi ve ona destek vermiş herkes ve onların bu faaliyetlerine lojistik takviye yapan bütün medya kuruluşları aynı mikyas ile yargılanacak, o yayınları takip etmiş olan herkes terör örgütü üyeliğinden yargılanacak ve böyle cezalar alacaklardır.
İstenen bu mudur? Hayır! Ama A noktasından çıkıp B noktasından geçen bu ışının C noktasındaki izdüşümü budur! Yeter ki bu kısır döngüye evet diyecek birileri gelecek olsun…
AİHM NE DİYORDU, BUNDAN SONRA NE DER?
“İfade özgürlüğü” başlıklı İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.10’a göre; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir” ve basın özgürlüğü de bu anlamda en önemli argümandır. Anayasa m.28’e de bu; “Basın hürdür, sansür edilemez” şeklinde girmiş olup, OHAL dönemlerinde bile bunun kısıtlanmasında Uluslararası hukuk kuralları asla çiğnenemez. Bu yöndeki demokratik protesto ve gösteri hakları kısıtlanamaz.
Buna rağmen Türkiye, basın kuruluşlarına baskı uygulama, kapatma, araçlarına el koyma noktasında sık sık AİHM’lik oldu. Özgür Gündem gazetesinin kapatılması ve Dicle Haber Ajansı muhabirlerinin tutuklanması da AİHM’e taşınmış, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3., 5., 10. ve 13. maddeleri ile sözleşmeye Ek 1 Numaralı Protokol 1/1. maddesinin Türkiye tarafından ihlal edildiği belirtilerek, AİHM’in başvuruyu acilen dikkate alması istenmişti.
Basın araçlarına el konulamayacağı, basın özgürlünün kısıtlanamayacağına dair AİHM’in sayısız kararları var ve bu noktada Türkiye aleyhine bir çok mahkumiyet kararı bulunmakta.. Fakat şu son dönemeçte nedense AİHM çok tutuk davranıyor. OHAL Komisyonu kurulması aymazlığını fikrini Türkiyeli yetkililere fısıldayanlar da kendileri.. Bundan sonrası için gelen redleri de basın keyifle (“AİHM’den FETÖ’ye 30 bin kez ret!” başlıklarıyla) duyurdu.[2]
Türkiye ve AB, şu son dönemde çok ağır bir imtihan veriyor. Türkiye, her türlü gücü ele geçirmiş birilerinin, kanundan kaçarken ters yola girmiş bir tır şöförünün önüne gelen her şeyi ezip geçmesini büyülenmişcesine izliyor.. hukuk da kimi zaman eli bağlı, kimi zaman olayın şehvetli destekçisi olarak hadisenin içinde yer alıyor. Avrupa da, yeri geldiğinde tehditlerden, kimi zaman menfaatleri gereği sessiz kalmayı, çok lazım olduğunda “kaygılarını iletmeyi” tercih ediyor.. Bosna katliamında olduğu gibi, şartların olgunlaşmasını bekliyor.
“Mutlak hak mutlak haksızlıktır” (Cicero) ve bu zulmü Türkiye’de insanlar iliklerine kadar hissediyor. Adaletin küçüldüğü böyle ülkelerde, büyük olan artık suçlulardır ve onlar şimdi en kilit, en tepe noktalarında. Hadis-i Şerif’te “Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır” denilirken, bu çöküşte adaletin oynadığı rolü üzüntüyle izliyoruz.
Hukuk ve demokrasi mücadelesinde bu topraklara ve millete mecburen bir bedel ödetiliyor. Ödeme sonrasında (Hitler sonrası Avrupa’da vs olduğu) gibi, ders alınmış yeni bir sayfa açılması şimdilik sadece bir temenni. Adalet yolunda bedel ödeyenler, ileride temiz sayfa açıldığında kendilerine bir yer bulabilecekler mi, o bilinmez.. Ama herkes bu arınma sürecinde elinden geleni yapmalı, eteğindeki taşları dökmeli. Şahsen öyle yapmaya çalışıyorum ve yazıyorum. Bedeli neyse de ödemeye devam..