Ahmet Dönmez-
877 gündür Silivri Cezaevi’nde esir tutulan eski mesai arkadaşım, sevgili arkadaşım Emre Soncan’ın son mektubu elime ulaştı. Mektup dediysem; tutsaklık günlerini edebi metinler olarak tarihe not ediyor kendisi. Çok da iyi yapıyor.
İçindeki fırtınaları, duygusal kopuşları, umutları, beklentileri, silinmeyen düşleri, hayalleri, hayalkırıklıklarını, yalnızlığı, bekleneni, gelmeyeni, eskimeyeni, eskimeyeceği, geleceği ve uçup gidenleri kâh bir serçenin kanadında kâh bir yağmurun tanesinde resmedip kağıda döküyor. Bunlar birikip bir kitap olacaktır. Zaten cezaevlerindeki gazetecilerden yüksek kalibreli onlarca kitap çıkacağından da eminim.
İşte Sevgili Emre’nin son mektubu:
“Gökyüzü, yeryüzüne yaylım ateşi açmış hiç durmadan yağmur yağdırıyor, pencere pervazlarından seken damlalar birer namlu ucu olup şakağıma dayanıyor.. Şakaklarım sırılsıklam fikir sancılarıyla zonkluyor.. İlke, ahlâk, adamlık, ‘adamlık’ tabirini cinsiyetçi ve eril bir anlam yüklemeden kullanıyorum, şeref ve haysiyet gibi, rüyadan ibaret olan yaşamlarımızı hakikate yaklaştırıp anlamlandıran tüm kavramlar, benimle birlikte zihnimin ve ruhumun en korunaklı köşelerinde mağmum ama bir o kadar da ümitvar hâlde yağmuru seyrediyor.. Etraftaki bütün sesler, hapishane paralelinde ilerleyen otoyoldan gelen araç gürültüleriyle aynı anda kesiliyor bir an, geriye yağmur şıpırtılarıyla iç çekişlerimin senfonik naifliği kalıyor.. Durup öylece, başımı daha doğrusu gözlerimi ve kaşlarımı kaldırıp, alnımı gerginleştiriyor, üzerindeki çizgileri belirginleştirip derinleştirerek bulutlara bakmaya çabalıyorum… Çabalıyorum ama zalim bir karanlık var, bulutların lâtif kıvrımlarını seçemiyorum.. Yaşadığım anı kendime, Sabahattin Ali’nin ‘Isıtmak İçin’ adlı öyküsünden bir cümleyle özetliyorum: ’Hayat sanki sadece gözlerimin eriştiği yerlerden, içinde yaşadığım zamandan ibaret..’ ..Lâkin bir hayatım olmuş muydu hiç, bilmiyorum..
İçeri girip sonra, koğuşun metal kahverengiliğinde, demli çay kırmızısı aranıyorum.. Üstünde karavanadaki yemekleri de ısıttığım ‘Çaycı’dan bardağıma, tavşan damarlarında akan renkten bir şifasıcaklığı dolduruyorum.. Muhayyel bir suflör kulağıma,
‘Çay-ı mâ hoşgüvâr-ı şîrînest
Çünki leb-i lâl-i yâr rengînest’
dizelerini fısıldıyor.. Sevgilinin lâl dudakları, hangi asırda, hangi coğrafyada kaldı, bilmiyorum..
Sahile konan ve denizin bir gün kuruyacağını düşünüp, bu futuristik kederi nedeniyle deryadan su içemeyen Butimar misali, ‘yakında düşleyeceğim bir şey kalmayacak ve gelecekte bağımı koparacağım’ tedirginliğiyle, altı karamel üstü çikolata kaplı, tatlı mı tatlı hayallerimi ihtiyatlı kullanıyorum.. Zirâ mahpuslukta tüm hayâllerini bir çırpıda kurup tüketemezsin.. Hatıralar da öyledir.. Gerçi Camus’un ‘Yabancı’sında Meursault hapse düştüğünde şöyle diyordu: ’Bir tek gün dışarıda yaşamış olan bir kimse, hiç zahmetsiz yüz sene hapiste kalabilir.. Canının sıkılmaması için yeter derecede anıya sahip olmuştur’.. Gerçekten öyle miydi? Meursault bu tespiti, odasındaki nesneleri ve onlara dair ayrıntıları zihninde saymakla saatler geçirebildiğinden hareketle mi yapmıştı? Ya hatıralar unutulursa peki, ya hapis hatıraları unutturursa? Yeterince anıya sahip miyim, bilmiyorum..
Gecenin kıpırtısız renksizliğinde, pencereyi hafifçe aralayıp Aralık soğuğunun tenime çarpmasına, bedenimde ve benliğimde ürperti meydana getirmesine müsaade ediyorum.. Benim gözümde yaz ifrat, kış tefrit, bahar istikamettir; baharı özlüyorum.. Yeniden diriliş için baharın efsunlu soluklarına muhtaç tabiat gibi, buza kesmiş ruhum çözülsün diye Nisan ılıklığını bekliyorum.. Buzul esaret bitince, tropikal hürriyet başlar mı, bilmiyorum..
Tek kanal çeken radyoda peş peşe çalan birbirinin tıpkısı pop parçalardan öyle usanmışım ki, alt kattan yükselen televizyon hırıltısını duymamak adına, kulaklıklarımı takıp radyo paraziti dinliyorum.. Dinlerken de gözümün önüne, çok eskiden yayın gittiğinde ekranda beliren gümüşî ‘karıncalar’ı getiriyorum.. Ben geçmişe mi aitim acaba, mâzi benim evimse eğer, niye halâ gelecek tasavvurlarımı yaşatıyorum, bilmiyorum..
Bazen kendimi, kendi sesime benzemeyen gücenik ve bıkkın bir tonda konuşurken buluyorum.. Sanki ses tellerime bezginlik tohumları serpilmiş de, teller titreştikçe, ağzımdan çıkan sözcüklerin arasında sesten, mecalsiz ve buruşmuş çiçekler yürüyor.. Böyle olunca da işte, ‘En iyisi dudaklarımı konuşmak için hafifçe araladığımda, bu isteğimden vazgeçmek ve uzun uzun susmak’ diyorum.. Bazen ise kendimi, kendi üslubumdan uzak cümleler kurarken buluyorum.. Ve o zamanlarda, harflerin mürekkep kokusu, mürekkebin maviliğine karışıp kağıdın beyaz derinliklerinde kayboluyor.. Bana ait olmayan her şey gibi usul usul yitip gidiyor.. Hakiki ben neredeyim, bilmiyorum..”