Osmanlının en muhteşem dönemlerinin yaşandığı Kanuni
Devri… Zaferden zafere koşan ordu yeni fetihlerin rüyasıyla yine Edirne
yakınlarında yollarda… Hava cehennem ateşi gibi sıcak, dudaklar kavrulmuş ama
dilde zikirler sefer devam ediyor.
Yolun daraldığı
bir noktada askerler yol kenarındaki üzüm bağlarından geçmek zorunda
kalıyorlar. Sıcağın tüm yakıcılığı ve susuzluğa rağmen sulu sulu üzümlere kimse
el uzatmıyor. Sonunda nefsine hakim olamayan bir yeniçeri bir salkım üzüm
koparıyor ama o da ne? Kopardığı salkımın yerine hemen kuşağından çıkardığı bir
kese altını bağlıyor ve yola devam ediyor.
Ertesi gün
üzümleri toplamaya gelen bağ sahibi salkıma asılı bir kese altınla birlikte bir
de not buluyor. “Bağınızdan izinsiz üzüm yedim ama parasını da yerine bağladım,
lütfen hakkınızı helal edin.”
Yer Çanakkale… Bir millet ölüm kalım
mücadelesi veriyor. Havada mermilerin çarpıştığı öyle bir savaş oluyor ki biraz
sonra ölüm meleğinin selamını güle oynaya alacak olan Mehmetçik tevekkülle
şehadetini beklemekte.
Yüzlerce ağır
yaralı var, sıhhıye neferleri yaralıları sahra çadırından bozma hastaneye
taşırken çadırın önünde telaşlı bir doktor var. Adı Tarık Nusret… Gelen her yaralıyı kontrol edip ayırmakla görevli.
Eldeki morfin çok az, neredeyse tükenmek
üzere… O yüzden Dr. Tarık Nusret her yaralıyı dikkatle inceliyor ki kurtulma
şansı olanlara morfin verip ameliyata alabilsin. “Bunu içeri alın, bunu
dışarıya bırakın.” diyor.
Bir ara birini
daha getiriyorlar, gencecik delikanlı kanlar içinde, durumu çok ağır. Dr. Tarık
Nusret delikanlının yüzüne bakmadan “Dışarıya alın.” diyor. Ama o da ne,
delikanlının ağzından “Baba!” diye
bir ses işitiliyor. Dr. Tarık Nusret önce irkiliyor sonra delikanlının yüzüne
bakınca oğlu olduğunu fark ediyor. Bir anlık bir duraklamadan sonra “Bunu
dışarıda bir gölgenin altına alın.” deyip gözyaşlarıyla diğer yaralılara
yöneliyor.
Savaşın şiddeti
biraz azalır gibi olunca hemen dışarıya koşup oğlunu buluyor. Gencecik fidan
çoktan şehit olup ötelere pervaz etmiş bile. Şehidini alnından öpen baba “Affet
oğlum, o morfini sana veremezdim, buna hakkım yoktu.” deyip hıçkırıklarla
oğluna sarılıyor.
MERİÇ AH MERİÇ…
Yer Meriç kıyıları… Meriç acı, Meriç ölüm, Meriç gözyaşı,
Meriç anadan babadan, yardan, evlattan ayrılık demek. İleride adına kara
ağıtlar, hüzünlü türküler yakılacak bir nehir Meriç…
Zulümden kurtulma
adına Meriç’in karanlık ve soğuk sularından bir gece vakti dualarla karşıya
geçen bir avuç mazlum… Hava soğuk, belki elbiseler ıslak… Karınlar aç,
çocuklar huzursuz… Saatlerdir çamurlu yollarda yürüyen ayaklar yorgunluktan
bitap…
Ne başını sokacak
bir çatı var, ne de soğuktan morarmış elleri ısıtmak için yakacak bir kucak
kuru odun. Bedenler tit tir titrerken ağızlardan çıkan soğuk beyaz dumanlar
geceye karışıyor.
Daha fazla
dayanamayan içlerinden biri, ileride ışıkları görünen kasabaya doğru
seğirtiyor. Bir kahvenin kenarına dizilmiş odunlara rastlıyor, bir avuç odun
alacak üşüyen bedenleri bir nebze ısıtmak için. Hem kahve kapalı, hem de
etrafta in cin top oynuyor. İzin isteyecek kimse yok. Taşıyabileceği kadar odun
alıp arkadaşlarının yanına dönüyor.
Sabah olup da
dükkanı açmaya gelen kahveci kapıya iliştirilen bir not ve içinden 10 Euro
çıkan bir zarf buluyor. Notta “Isınmak için biraz odun aldık, parasını da
bıraktık, kusura bakmayın.” yazıyor.
90’lı yılların
başları… Türkmenistan’da ilk Türk
okullarının açıldığı yıllar… Yokluk ve parasızlık içinde devam eden okul
inşaatları… Müdür, öğretmen demeden herkesin elde kürek, mala, fırça
çalıştığı yıllar…
Bu arada bazı
gözler de tetikte, tedirgin, izleyip bu insanların bir yanlışını, açığını bulma
derdinde…
Tam bu sıralarda
devam eden bir okul inşaatından “Çocuk
düştü!” diye feryatlar duyuluyor. İnsanlar telaşla koştururken bağrışmaları
duyan okul müdürü Eyüp Hoca “İnşallah
düşen çocuk benimkidir, eğer öğrencilerden biriyse maazallah okul sıkıntıya
girer.” diye düşünüyor. Gidip baktığında
ise “Şükürler olsun ki düşen bir öğrenci değil benim kızımmış, okul sıkıntıya
girmeyecek.” diyerek yerde yatan evladına acı bir tebessümle bakıyor.
DÜŞEN BENİM EVLADIM OLSUN!
Aynı Eyüp Hoca
yıllar sonra haramiler çökene kadar Kimse
Yok mu Derneğinde yöneticilik yaparken nice mazluma kol kanat germeye devam
edecektir.
Olaylar farklı, isimler farklı, mekanlar, devirler
farklı olabilir. Ama aynı olan bir ruh var ki o hiç değişmeden bir kutlu
silsile içinde bu kahramanların kalplerinde yaşamaya devam ediyor.
Bugün Osmanlıyı sadece müsamere rezilliği ve
basitliği içinde dizilere hapsedenler, ne acıdır ki onu Osmanlı yapan ruhtan
habersiz, cedlerinin kemiklerini yattıkları cennet bahçesi kabirlerinde sızlata
sızlata zulümlerine devam ediyorlar.
Onun gerçek kadrini ve kıymetini bilenler ise her
türlü acı ve eziyete rağmen hala dimdik ayaktalar.
Bugün bu
insanları eli kanlı canilerle, ahlaksız hırsızlarla aynı kefeye koyup her türlü
zulmü reva görenler bilsinler ki ne zindanlarınız, ne işkenceleriniz ne de
şeytanları utandıran iftiralarınız bu ruh bizde oldukça asla bize zarar
veremez. Rabbimiz bizim yar ve yardımcımızdır. O ne güzel vekildir.
fsemih.yilmaz@gmail.com