SEMİH YILMAZ
Bir gün Hz. Musa (As) zahirde zulüm ve adaletsizlik gibi görünen ama neticeleri itibariyle adaletin tecelli ettiği gizemli olayların iç yüzünü anlamak için Allah’a yalvarır. Hikmet sahibi Allah da peygamberinin bu duasını kabul eder. O’na yolların kesiştiği yerde bulunan bir çeşmenin karşısında saklanmasını ve olaylara hiç müdahele etmeden izlemesini emreder.
Hz. Musa (As) emredildiği gibi çeşmenin karşısında bir ağaçlığın içinde gizlenir ve beklemeye başlar. Kısa bir zaman sonra ufukta tozu dumana katarak gelen bir atlı belirir. Atlı, çeşmenin başına geldiğinde durur, içi altın dolu kuşağını çıkarır ve su içip elini yüzünü yıkar. Biraz istirahat ettikten sonra kuşağını çeşmenin yanında unutup yola devam eder ve gözden kaybolur.
Atlının hemen arkasından gelen bir delikanlı ise çeşmeye vardığında kuşağı bulur ve altınlarla birlikte sevinç içinde başka bir yola doğru oradan ayrılır. Çok geçmeden delikanlının arkasından çeşmeye iki gözü de görmeyen bir ihtiyar gelir. Soğuk sudan içip biraz ferahlayayım derken, kuşağını unutan atlı yine tozu dumana katarak geri döner. Bir müddet kuşağını aradıktan sonra ihtiyar amaya dönüp:
– Burada unuttuğum içi altın dolu kuşağımı sen mi aldın, eğer aldıysan hemen ver yoksa canını alırım, der.
İhtiyar:
– Oğlum, ben gözleri görmeyen ihtiyar bir adamım, senin altınlarını da ben almadım, dese de atlı adama inanmaz ve bir kılıç darbesiyle ihtiyarın canını oracıkta aldıktan sonra geldiği gibi gider.
Önünde gerçekleşen bu olayları dehşet ve merakla seyreden Hz. Musa (As):
– Ya Rabbi! Ben bu olaylardaki adaleti anlayamadım. Bana yaşananların iç yüzünü bildir, diye dua eder.
Mutlak hikmet ve adalet sahibi Allah bu duaya şöyle cevap verir:
– İnsanlar böyledir zaten Ya Musa! Olayların dışına bakar, zulüm var sanırlar, iç yüzünü bilmezler.
Altınlarını çeşme başında unutan atlı, zamanında yanında çalıştırdığı bir fakire hakkını vermemişti, parayı bulan delikanlı işte o fakirin oğludur. Aldığı para zamanında babasının alması gereken ücretin ta kendisidir. Böylece babadan intikal eden mirası almış oldu.
Öldürülen ama ihtiyara gelince o da zamanında çok zalim hatta katil biriydi. Gözlerini kaybetmeden öldürdüğü son insan ise o atlının babasıydı. Bugüne kadar yaptığı zulümler hep yanına kar kalmıştı ama bu sefer adalet tecelli etti.
Bu hikayede Hizmet, ne atlı, ne genç adam ne de ama ihtiyar… Ama bir gerçek var ki o da Allah bir zalim “Şirzime-i kalil“i (Despot azınlık) bu Hizmete musallat etti. O zalimlerin eliyle de Hizmetin düştüğü zelle ve günahları bu zulüm kurnasında temizleyip yanına tertemiz almak niyetinde.
Her birimiz dönüp geçmişe baktığımızda hem fert hem de cemaat planında pek çok hata ve günaha girmişizdir. Hocaefendinin tabiriyle “Kaç kişinin katili“yiz kim bilir?
Bir muhasebe yapmak gerekirse Hz Yusuf (As) misali düşlerimiz, rüyalarımız, ideallerimiz ve mefkurelerimiz vardı. Ama bunları kendi öz kardeşlerimizi tahrik edip hasede ve gıbtaya sevk etmeden, onları şeytanın tahriklerine kaptırmadan yapamadık ve onlar da bizi kuyuya attılar.
Yıllarca ne çaba ve uğraşlar içinde kazanılan nice insanın, basit ve sudan sebeplerden daireden ayrılmalarına üzülsek bile belki yeterince dertleriyle ilgilenip tekrar kazanma yoluna gitmedik, ne de olsa Hizmetimiz her geçen gün büyüyor, pek çok insan aramıza katılmaya devam ediyordu.
İnsanların keyfiyetlerini, yapılan işlerin başarı seviyelerini duvarlara yansıtılan excell tablolarıyla ölçmeye başladık, oysa ne yapılan işler ne de hizmet götürülen insanlar birer sayıdan ibaretti.
Üstad hazretlerine 1. Dünya Savaşına girme sebepleri sorulduğunda “Emredilen beş vakit namazı kılmadık, beş sene sipere yatırıp kaldırmakla namaz kıldırdı, senede bir ay bin hikmetli orucu tutmadık, beş sene sahursuz oruç tutturdu. Zekat olarak bazı maldan kırkta bir, bazı maldan onda bir vermedik, birikmiş zekatımızı kırkta otuz dokuz aldı. Velhasıl bir millet-i günahkara kanıyla abdest aldırıp fiili tevbe ettirdi. Mükafat olarak da milletin beşte birine derece-i velayet ve mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahlarını sildi.” diye cevap veriyor.
İşte biz de kardeşliğin hukukunu gözetemedik, bizzat din kardeşlerimiz tarafından terk edildik. Zulme uğratıldık, kuyulara, hapislere atıldık.
Kendimizi yetiştirmek yerine birileri soracak diye kitap okuduk, Kuran’ı bile doğru dürüst okuyamazken mürşit havalarına kaptırdık benliğimizi.
Muhteşem binalara sahip kurumlarımız her geçen gün başarılarını artırdıklarında evet hamd ve şükrümüzde bir azalma olmadı ama o binaların granit mermerleri ve mobilyalarının seçimi için gösterdiğimiz özen kadar insan kalitesini artırma adına yeteri kadar ihtimam göstermedik. İçlerinde hakkıyla ve gerektiği ölçüde hizmet edilmeyince hepsini bir zalim ve hain ele kaptırdık.
Çok satan ama bizzat sahiplenmesi gerekenler tarafından bile az okunan gazetelerimiz, dergilerimiz mevcuttu. Okumuyorsunuz diye yıllarca başyazı yazmayı bırakan bir rehberimiz vardı ama bizler bu vurdumduymazlığa bile devam ettik. Gazetelerimizde tüm mazlumların sesi olamadık, herkesin sığınacağı bir liman olmak varken ne yazık ki mazluma bazen kimlik sorduk.
Bir sürü televizyon kanalımız vardı ama izlemedik. Gözümüzün biri hep dışarıda kaldı, soranlara da izleyecek kalitede değiller ki, diye burun kıvırdık. Bizzat bize hitap etmesine rağmen okunmayan gazete ve dergilerimiz, izlenmeyen televizyonlarımız bir bir elimizden alındı.
Yıllarca hicret edin, dünyaya dağılın, yeni insanlarla tanışın denildi; rahat evlerimizi, işlerimizi rahat yaşantımızı bırakıp gidemedik. İsteyerek, canı gönülden Allah rızası için hicret etmeyince Allah cebri lütfi bir şekilde hicret ettirdi.
Sözün özü birileri zulmetti ama kader adaletiyle tecelli ediyor. Yeter ki biz eski hatalardan ders alıp yeni zellelerden kendimizi muhafaza edelim. Eskisinden daha güçlü bir dirilişin yaşanacağına inandığımız yakın geleceğimizi, geçmişin zaaflarına düşüp hatalarını tekrar ederek değil, aldığımız dersleri rehber edinerek kurmaya bakalım.
fsemih.yilmaz@gmail.com