Roma Olimpiyatlarında altın madalya alıp ülkesine döneli daha iki gün olmuştu. Onu tanıyanlar sokakta selam veriyor, elini sıkmak için adeta yarışıyorlardı. Henüz 18 yaşında olmasına rağmen kazandığı büyük başarı onu ülkenin en çok konuşulan insanlarından biri yapmıştı.
Boynunda olimpiyat madalyası, bir arkadaşıyla birlikte şehrin seçkin restoranlarından birinde yemek yemek için beraberdiler ama ne olduysa sanki görünmez olmuşlardı, hiçbir garson kendilerine bakmıyor, ilgilenmiyordu. Boynunda olimpiyat madalyası taşıyan siyahi genç, daha fazla dayanamadı, biraz sinirli ve de yüksek bir sesle garsona “Bakar mısınız?” diye seslendi.
Az sonra yanına gelen garsonlar mekanı hemen terk etmelerini, müesseselerinde beyazlar haricinde servis yapılmadığını söyleyip iki siyahi delikanlıyı yaka paça dışarı attılar. Şampiyon boksör cılız garsonlara hiç direnmedi çünkü polisler gelirse haksız çıkarılacağına yüzde yüz emindi. Gözyaşları içinde şehrin içinden geçen Ohio Nehrine doğru ilerledi ve boynundaki olimpiyat madalyasını hiç tereddüt etmeden nehre fırlattı. Bu genç daha sonra 22 yaşında Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu olup Muhammed Ali adını alacak Cassius Clay‘di.
Şampiyonun adını Muhammed Ali olarak değiştirip müslüman olduğunu ilan etmesi kimileri tarafından hiç de iyi karşılanmadı, ısrarla kendisine Clay diye hitap etmeye devam ediyorlardı. Bunlardan biri de rakibi Emie Terrel‘dı. Terrel, Ali’den yediği her yumruk sonrası aynı soruyu duyuyordu. “Benim adım ne?” Terrel maç sonunda nakavt olmuş, şişmiş ve mosmor bir suratla yerde yatarken Ali tüm salona aynı soruyu soruyordu: “Benim adım ne?” Salondan ise tek bir ağızdan coşkuyla aynı ses yankılanıyordu: “Ali!”
Bu maçtan çok kısa bir süre sonra tüm dünyaya adını ezberleten şampiyon, yeni bir sınavla daha karşı karşıyaydı. Ama bu seferki ringde yapılacak adil bir mücadele değildi. Amerika, Vietnam’da savaşa girmiş, Ali’yi de savaşmak için askere çağırıyordu. Belki de şampiyonun ününden faydalanıp askere katılım sayısını artırmayı düşünüyorlardı. Bu düşüncelerin hepsi önemsizdi çünkü Ali Vietnem’a savaşmak için gitmeyecekti.
“Vietnamlılarla bir alıp veremediğim yok, hem onlar beni sizler gibi zenci diye hiç aşağılamadı, bana hiçbir kötülük de yapmadılar.” demiş ve askere gitmeyi reddetmişti. Ali, savaşın siyah insanların Amerika’da maruz kaldıkları baskıyla aynı mantığa sahip olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden savaşa karşıydı.
Ali’nin savaşa gitmeyi reddetmesi bir anda onu tepkilerin odağı haline getirmişti. Spor yazarları onun “Hem Amerika hem de boks dünyası için bir utanç kaynağı” olduğunu yazarken birileri de onu “ağzı kalabalık, hilekar siyah, ırkçı bir hain” olarak çoktan yaftalamıştı.
O ise bu tepkilere “Özgürlüğümü istediğim zaman bana karşı çıktınız, hakkımı aradığımda bana karşı çıktınız. Eşitlik istediğimde bana karşı çıktınız. Benden gidip sizin için savaşmamı mı istiyorunuz? Ben haklarımı ve dini özgürlüklerimi elde etmeye çalışırken sizler bana kendi ülkemde bile destek vermediniz, beni savunmadınız.” diyerek cevap veriyordu.
Bunun üzerine Ali’ye baskıyı daha da artırdılar. Bileğinin gücüyle elde ettiği Dünya Şampiyonu ünvanını elinden aldılar, bununla da yetinmeyip pasaportuna, ehliyetine ve boks lisansına el koyup ringlere çıkmasını yasakladılar. O artık bir “vatan haini“ydi. Basit bir trafik cezası yüzünden 5 yıl hapse ve 10 bin dolar para cezasına çarptırılırken Ali asla pes etmiyordu.
Başlattığı hukuk mücadelesini 1971 yılında Amerika Yüksek Mahkemesinin kararıyla kazandığında Amerika Vietnam’da tam bir bataklığa saplanmış ve ülkede savaşa karşı tepkiler artmaya başlamıştı. Artık insanlar Ali’ye hak veriyor ve mücadelesi için onu alkışlıyorlardı.
Ali, 1974 yılında yenilgisiz George Foreman‘la yaptığı maçı 8. raundda nakavtla kazanırken yeniden dünya şampiyonu oluyordu. Kariyeri boyunca 37’si nakavtla olmak üzere 56 maç kazanmış, sadece 5 yenilgi almıştı. 3 kez dünya ağır sıklet boks şampiyonu olan ilk boksör Ali’ydi.
1996 Atlanta Olimpiyatlarında Olimpiyat Oyunları ateşini yakma şerefi Ali’ye verilirken bunun yanında bir zamanlar Ohio Nehrine attığı altın madalyasının yerine de kendisine yenisi takdim edilmişti.
Başkan Obama onun hakkında yazdığı bir makalede “Kimsenin konuşmaya cesaret edemediği konularda ve kimsenin cesaret edemediği zamanlarda konuştu.” derken onun büyük bir hayranı olduğunu itiraf ediyordu.
Muhammed Ali, hak bildiği davada asla geri dönmedi, pes etmedi. Çok sevdiği boksu yasakladılar, hapse attılar, vatan haini dediler ama bu onu yıldırmadı. Davasının ve fikirlerinin yılmaz bir savunucusu oldu.
Eskiden Ali’ye yapılan bu haksızlıklar günümüzde de Hakan Şükür ve Enes Kanter gibi yine bir davaya gönül vermiş başarılı sporculara yapılmaya devam ediyor. Adları spor salonlarından siliniyor, kazandıkları şampiyonluklar anılırken isimleri zikredilmiyor, takımları sanki NBA’de hiç yokmuş gibi maçları Türkiye’de gösterilmiyor, haklarında kırmızı bültenle yakalama kararları çıkarılıyor, babaları hapislere atılıyor, her gün ölümle tehdit ediliyor ve vatan haini damgası bu pak alınlara yafta olarak takılmaya çalışılıyor.
Randy Robert “Kan Kardeşliği” kitabında “Bir zamanlar spor ve politika tamamen uzak iki dünya gibi görülürdü. Sporcular, ırksal, ekonomik ve politik sorunları konuşmaktan özellikle uzak dururlardı. Muhammed Ali’den sonra bu kurgu bir daha asla aynı olmadı.” der.
Tarih Ali’yi nasıl haklı çıkarıp itibarını ve onurunu koruduysa inanıyoruz ki kifayetsiz muhterisler tarafından bu zulme maruz kalan tüm mazlumları da öyle haklı çıkarıp itibarlarını iade edecek ve yeniden tüm dünyaya onların adlarını ezberletecektir. Şairin dediği gibi “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir / Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.”
fsemih.yilmaz@gmail.com