Efendimizin hadislerinin büyük hassasiyetle toplandığı altı meşhur eserden oluşan Kütüb-ü Sitte, Kitab ul Fitan altında sıraladığı hadîs-i şerif koleksiyonunda, ahir zamanda çıkacak bir çok fitneden bahsetmektedir.
Genelde bu hadîs-i şeriflerin mecaz ve müteşabih anlamlar taşımaları farklı yorumlara sebeb olmuşsada, bazıları mana itibariyle gayet açık ve nettir. Mesela Enes b. Malikden rivayet edilen bir hadîste, Haccacın zulmünü şikayet edenlere, Enes, “sabredin, ben Allah Resulünden işitmiştim, bundan sonra gelecek zamanlar muhakkak çok daha fena olacaktır buyurmuştu” diyor. Tirmizide geçen bir hadîs-i şerifte de, Allah Resulü ahir zamanda zuhur edecek ehl-i nifaktan bahsederken, “bir takım insanlar ortaya çıkacak ve dini dünyalarına alet edecekler, dillerini kullanarak insanlara şirin görünmeye çalışacaklar fakat onların kalpleri vahşi bir mahluk kalbi gibi olacak” buyuruyor. Zannediyorum, bugün alemi İslamın içinde bulunduğu duruma şahit olan gerçek iman ve vicdan sahipleri binlerce defa haykırarak sadakta Resulallah diyorlardır. Demek ki fitne asrında öyle insanlar gelecek ki Haccac gibi zulmüyle nam yapmış zevata, tabiri caizse, rahmet okutacaklar. Aslında Fitan hadislerinde bildirilen alâmetlerin bir çoğu bugün zuhur etmiş durumda fakat Allahu alem, sonsuz merhamet sahibi belkide İslam dinini başlara taç yapmak için ve dünyanın dört bucağında onun nurunu hasretle bekleyen gönüllere ulaştırmak için aşk-u şevk içinde koşturan gariblerin yüzüsuyu hürmetine, Muciz-ul Beyanında vaad ettiği kıyametini, şu rotasını şaşırmış, çivisi çıkmış dünyanın üzerine bir balyoz gibi indirmiyor.
Kur’an, “içinizde her daim insanları hayra çağıran, iyiliği tavsiye eden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulusun” diyor ve bunu bir fiil kipiyle emrediyor. Allah Resulü de bu ayetle bağlantılı bir ifadeyle, “içinizde insanları Hak’ka ve istikamete çağıran bir topluluk olduğu müddetçe kıyamet kopmaz” buyuyor. Demek ki dünyada insanları iyiliğe davet eden bir topluluk bulunduğu müddetçe kıyamet kopmayacak. Peki, kıyamete karşı bir paratoner vazifesi gören böyle nezih bir topluluğun, Müslüman kimliği taşıyan insanlar tarafından akıl almaz iftiralarla zulümlere maruz bırakılmasını, açlığa mahkum edilmesini, hicret edenlerinde bazı ülkelerde şakiler gibi takip edilip, kaçırılmasını bahsi geçen hadisler çerçevesinde nasıl izah edeceksiniz? Allah davasının önünü kesmeye çalışanları, hizmeti Kur’aniyede gecesini gündüzüne katan muhabbet fedailerini derdest edip zindanlara mahkum edenleri, yukarıdaki hadisler ışında nereye yerleştireceksiniz? Allah Resulünün bu konudaki beyanı gayet nettir, “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” buyuruyor. Yani Müslüman, insanlara diliyle iftira atarak, yalan söylerek, koğuculuk yaparak zarar vermez, eliyle zulmetmez, mülküne çökmez, yaşlısı, genci, kadını, çocuğuyla zindanlarda çürütmez.
Dünyanın her hangi bir bölgesinde, bu durumlardan haberi olmayan bir Müslümana, bir ülke var ki, orada Müslümanlara yukarıda bahsettiğimiz zulümlerin hepsi yapılıyor deseniz, “bu anlattıklarınız hangi küfür ülkesinde oluyor” sorusuna muhatap olursunuz. Peki siz, bu zulümler bir İslam ülkesinde, Müslüman olduğunu iddia eden siyasi bir iktidar tarafından yapılıyor deseniz, nasıl bir tepki beklersiniz? Ne yazık ki bu anlatılanların hepsi acı bir gerçek ve kendi vatanımız olan Türkiyede de Müslümanlara bir soykırım yapılıyor. Aslında bugün İslam coğrafyasının genel itibarıyla, aşağı yukarı, durumu bu. Kur’an “Müslümanlar ancak kardeştir” buyuruyor. Bu İlahi beyanı işiten ehl-i imanın, dünyanın neresinde olursa olsun, zulüm altındaki kardeşleri için şakakları zonklayıp, vicdanları titremesi ve gücü yettiğince o insanların yardımına koşması gerekirken, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bazılarının kendi ülkesinde, kendi vatandaşlarına zulmetmeleri, bu insanların imanda samimiyetlerini yukarıda belirtilen ayet ve hadis-i şerifler ışığında sorgulamak gerekir. Durum buyken, İslamı temsil ettiklerini iddia eden bu iktidarların, baskı altındaki dünya Müslümanlarına sahip çıkmaları sembolik bir kınamadan öteye geçmez, ne yazık ki bugün bir çoğu bu kadarını bile yapamamaktadır… Bir şeyi esefle ifade etmek gerekir ki, İslam dünyası evrensel değerleri ve adaleti sosyal hayatın ve hukukun bir parçası yapma konusunda sınıfta kalmıştır. İstatistiklere göre İslam coğrafyası olarak tanımlanan ülkeler, adalet, insan hakları, güvenlik, hürriyet, din, akıl, mülk, nesil ve hayatın korunması gibi temel prensiplerde, dünya devletleri sıralamasında hep en alt sıralarda yer almaktadır. Bu ülkelerin dünyanın farklı bölgelerinde zulüm altında yaşayan Müslümanlara sahip çıkmalarını ümit etmek hayalperestlikten öteye geçmez.
Şimdi bu iddiamızı destekleyici mahiyette cereyan eden bir hadiseye bakalım. Müslümansınız ve Avustralya gibi bir ülkedesiniz. Müslümanların açtığı ve sahiplendiği onlarca mescit, cami, okul, vakıf ve kurum bulunan, Asr-ı Sadette sahabelerin hicret ettiği Habeş diyarı misali, dininizi ve kültürünüzü dilediğiniz gibi yaşayabildiğiniz bir batı ülkesinde, bir öğle namazı sonrası cemaatten bir arkadaş size yaklaşıyor, Uygur bölgesinden olduğunu ve İslam ülkelerinin Çin’de yapılan korkunç soykırıma neden kayıtsız kaldığını soruyor. Önce ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz, sadece çaresiz bir ifadeyle sessizliğe boğuluyorsunuz. Arkadan, zaten bu konuda söz söyleyebilecek bir kaç İslam ülkesi olduğunu, bunların arasında Türkiye de olduğunu ifade ediyor ve onların niye sessiz kaldığını soruyor. Siz Türk asıllı bir Avustralya vatandaşı olarak, “nasıl ses çıkartsınlar ki daha yeni Çin’den 3.5 milyar dolar aldılar”, diyemiyorsunuz. Fakat meseleyi daha genel alarak, dünyada İslam ülkesi diye bir ülke yok, sadece Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler var, diyebiliyorsunuz. Daha sonra bu kardeşiniz size Uygur bölgesinde yapılan zulmü detaylarıyla anlatıyor. Müslüman erkeklerin silahlı devlet memurları tarafında toplanıp, kamplara nasıl götürüldüklerini, orada nasıl silah zoruyla domuz eti yedirilip, içki içirdiklerini, geride bıraktıkları ailelerinin evlerine Çinli erkeklerin devlet tarafından yerleştirildiğini gözleri kızarmış bir şekilde anlatıyor. Siz, rikkatinize dokunan bu hikayeleri vicdanınız sızlayarak dinliyorsunuz ve aklınıza kendi ülkenizde yapılan zulümler geliyor. Ateş düştüğü yeri yakar derler fakat bu çaptaki ateşler zamanında söndürülmezse, çevreye yayılır ve daha büyük tahribatlara neden olur. Artık dayanamıyorsunuz ve bu kardeşinize Müslüman ülkesi diye bahsettiği ülkenizde 60 binden fazla masumun cezaevlerinde süründürüldüklerini, bunların 17 bininin kadın olduğunu, 700 den fazla bebeğin de anneleriyle hücrelerde yaşadığını, 125 bin insanın ihraç edilip, pasaportlarına el konulduktan sonra her hangi bir yerde çalışmalarının engellendiğini, anlatıyorsunuz. Ve sonra bu zulüm tablosuna, son 3 yıl içinde cezaevlerinde öldürülen 100den fazla masun hikayesini ve zulümden kaçmaya çalışırken dev dalgalar tarafından yutulan anneleri, babaları ve çocukları ekliyorsunuz. Dolayısıyla farklı üleklerden gelen bu iki Müslüman arasında geçen diyalog, senin derdin dert midir benim derdim yanında feryadı figanına dönüşüyor.
Evet, değerli Zaman okurları, İslam dünyasında büyük bir yangın var ve bu yangını söndürmeye koşacak gönüllü tulumbacılara ihtiyaç var. Zaman şikayet, şekva, eleştiri ve tenkit zamanı değil, zaman büyüğümüzün ifadeleriyle, aktif sabır zamanı. Aktif sabır nedir? Kaderi tenkit etmeden, sağda solda suçlu aramadan, takdir-i İlahiye ibadet ve dua ile tevekkül etmek, bununla beraber, yapılan zulümlere hukuki yollarla mukavemet etmek, mazlumların çığlıklarını dünyaya duyurmak, muavenet hasletiyle yaralarına biraz olsun merhem olmak ve açılan büyük hasarı tamir etmeye çalışmaktır.