Vakit neredeyse gece yarısı olmuştu. Hapishanenin soğuk duvarları çoktan sessizliğe bürünmüş, mahkumlar biraz sonra olacaklardan habersiz hücrelerinde geleceğe ait kurdukları umut dolu hayalleriyle başbaşa kalmışlardı.
Gecenin sessizliğini ellerinde silah ve sopalarla hücreleri basıp kendilerine muhalif mahkumları öldüresiye döverek dışarı çıkaran askerler bozdu. Dayak faslı acımasızca koridorlarda da devam ederken başlarına çuval geçirilen mahkumlar, kah sopalarla dövülüyor, kah başları duvarlara çarpılıyor ya da yerlerde öldüresiye tekmeleniyorlardı.
Dövmekten yorulan askerler sonunda mahkumları bir kamyona bindirdiklerinde 3 arkadaş artık hayatlarından umutlarını kesmiş, ölümün gelmesini bekler olmuştu. Kamyon, içindeki mahkumlarla karanlıkta bilinmezliğe doğru yol alırken bir zamanların güzel ve mutlu ülkesi de darbeci diktatörlerin elinde karanlığa gömülüyordu.
Sabaha doğru kamyon durduğunda askerler 3 arkadaşı yeni mekanlarında ayrı ayrı hücrelere attılar. Üzerlerinde iç çamaşırlarından başka hiçbir şeyleri olmayan mahkumlar, başlarında çuvalla ertesi güne kadar kımıldamadan ayakta beklemekten bitap düşmüşlerdi. Günlerdir bir şey yiyip içmemişler, tuvalete bile gidememişlerdi. Biraz sonra bağrış çağrış ve hakaretlerle hücrelere dalan askerler, ellerindeki benzin bidonlarını mahkumların üzerlerine boşaltırken bir yandan da “Hepinizi yakacağız!” diyerek çığlıklar atıyorlardı.
Eğlence bitip askerler giderken en azından başlarındaki çuvalları çıkarmışlardı. Hücrenin tavanına yakın parmaklıkların arasından sızan güneş ışıkları, mahkumlara tekrar güç vermiş, yaşama dirençlerini artırmıştı. Ama bu mutluluk da fazla sürmedi, birazdan parmaklıklar dışarıdan bir saçla kapatıldı ve güneş bile yasaklandı.
Karanlık yetmezmiş gibi ne bağırarak arkadaşlarıyla ne de arada bir hala nasıl ölmediklerine hayretle bakıp kontrol eden askerlerle bile konuşmaları yasaktı. Beton zemin üzerinde yatıyorlardı, ne yatakları ne de yastıkları vardı. Yıkanmayı unutalı çok olmuştu. Gün oluyor askerler yemek ve su vermeyi bile bırakıyorlardı. Bu durumda hücrede rast geldikleri haşeratı yiyor, idrarlarını içiyorlardı. Yemek demeye bin şahit isteyen bir tabak geldiğinde ise zaten içi sigara izmaritleri ve küllerle kaplı oluyordu. Bir subay “Madem hala var olan bazı kanunlar yüzünden sizi öldüremiyoruz o zaman delirtiriz.” demişti, işte yapmaya çalıştıkları şey tam da buydu.
2 yıldır ailelerinden tek bir haber alamamışlardı. Belki de onları öldü biliyorlardı. Ama bir gün hiç ummadıkları bir şey oldu. 3 arkadaştan şair olanı apar topar hücreden çıkarılıp üzerine hortumla sıkılan suyla bir duş aldırıldıktan sonra nispeten temiz ama oldukça eski elbiseler giydirilip parmaklıklarla çevrili bir odaya alındı. Biraz sonra içeriye henüz 5-6 yaşlarındaki kızıyla anne ve babası girdiğinde gözlerine inanamamıştı. Kızını neredeyse bebekken bırakmıştı. O yüzden bu görüşme sanki baba kız arasında yeni bir tanışma olmuştu.
Her ne kadar sevdiklerine dokunamasa da onları görmek, ruhunu kanatlandırmıştı. Görüşmenin başından beri konuşmayıp kendisine tuhaf tuhaf bakan babası birden ayağa kalkıp “Bu adam da kim, benim oğlum nerede? Oğluma ne yaptınız?” diye bağırmaya başlamasa belki de bu hayal alemi sonsuza kadar devam edecekti.
“Baba benim, bak buradayım, oğlun burada!” demesine rağmen aşırı zayıf vücudu ve işkenceyle değişen çehresine bakan babasını inandıramamıştı. Sonunda askerler araya girip sevenleri ayırdıklarında bir sonraki görüşme ancak yıllar sonra olacaktı.
Her gün yapılan onca işkenceye rağmen onlar için en zoru kimseyle konuşamamaktı. Sonunda buna da kendi aralarında bir çare buldular. Aralarında oluşturdukları morsa benzeyen bir alfabeyle konuşmaya başladılar. Duvara vurdukları her bir dokunuş ete kemiğe bürünüyor, yalnızlıklarını bir nebze olsun gideriyordu. Birkaç yıl içinde artık o kadar ustalaşmışlardı ki duvara vurdukları hamlelerle hayalen aralarında satranç bile oynayabiliyorlardı.
Dünyadan aldıkları ilk haber ise lütfen tuvalete götürüldüklerinde temizlenmeleri için bırakılan eski bir gazete kağıdı parçasından ibaretti. Televizyon fiyatlarının arttığından ve erovizyon yarışmasından bahsediyordu.
Birkaç yılda bir kaldıkları mekanlar değişiyor, başka hapishanelere gönderiliyorlardı. Son geldikleri yer ise en kötüsüydü. 2 metrekarelik tabutluklara konulduklarında artık dayanma güçleri de tükenmeye başlamıştı. Ne ayakta duracak kadar yüksek ne de uzanacak kadar geniş olan bu yerde halüsülasyonlar görmeye ve akıl sağlıklarını da kaybetmeye başlamışlardı.
Neyseki askerler mekanlarını tekrar değiştirdiklerinde biraz nefes alabilmişlerdi. 7 yılın sonunda kitap okumalarına izin verildiğinde o gün sanki bayram olmuştu. Gerçi kaldıkları hücrenin içinde bile askerlerin beyaz boyayla çektikleri sınırların dışına çıkamıyorlardı ama bu lütuflar bile onları mutlu etmeye yetiyordu.
Bir gece askerlerin dinledikleri radyodan bir halk oylaması yapıldığını ve “Hayır” oylarının kazandığını duydular. Neyin oylandığından bile haberleri yoktu. Gece hücrelerine dalıp onları öldüresiye döven askerlerin küfretmelerinden dikta rejiminin oylamayı kaybettiğini öğrendiler. Oylamadan sonra işler değişmiş, askerler bile biraz insaflı olmaya başlamışlardı. 10 yılın ardından ilk defa tuvalet için plastik bir lazımlık kullanmalarına izin vermişlerdi mesela.
Geçen 12 yılın sonunda kalacakları son hapishaneye götürüldüklerinde ilk defa temiz çarşaf ve hücre içinde klozetle tanıştılar. Plastik lazımlığa ihtiyaç kalmadığından ona da çiçek ektiler. Yıllar geçmiş ve sonunda tüm siyasi mahkumlara af çıkmıştı. Artık özgürdüler, dışarıda kendilerini bekleyen ailelerine kavuştuklarında bunca yıl nasıl hayatta kaldıklarına inanamaz haldeydiler.
Bu üç arkadaştan elinde kırmızı lazımlığa ektiği çiçek ve üzerinde beyaz bir fanilayla annesine sarılan orta yaşlı adamın adı Jose Alberto Mujica’ydı. Daha sonra Uruguay Devlet Başkanı olacak bu adam dünyanın en fakir başkanı olarak bilindi. Dünya adına tek varlığı 1987 model bir vosvos arabası ve 3 ayaklı sakat köpeğiydi. Başkan seçildikten sonra karısının fakir çiftlik evinde yaşamaya devam etmiş, başkanlık sarayında kalmayı reddetmişti.
Çamaşırlarını evinin bahçesindeki ipe asarak kurutan Mujica’ya göre özgürlük “Sade, yüksüz, bagajsız, maddi kaygıları olmayan, yalın bir hayat yaşamaktı.” Ve bu anlayışı da hapishaneye borçluydu.
Bu hikayedeki yaşananlar geçende seyrettiğim “12 Yıllık Gece” filminin bir özeti aslında. Ülkeler, zalimler, mazlumlar, yaşananlar ve tarihler farklı olsa da ortak bir nokta var ki o da “Zalim ne kadar zulmederse etsin insanlık hep mazlumların omuzlarında yükselir.”
Saraylarında debdebe içinde yaşayan zalimler gün gelir zulümleri altında kalıp ezilir ve tarihin sayfalarında birer acınası kötülük figürü ve lanetle anılan insanlar olarak yerlerini alırlar. Mujica’nın ifadeleriyle “İki kuruşluk iktidarları ve kurnazlıklarıyla her şeye bahane bulup sonunda yandaş dalkavuklarıyla fildişi kulelerinde yaşayan” bu zalimler aslında acınmayı en çok hak eden zavallılardır. fsemih.yilmaz@gmail.com