Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN-TR724.COM
Hocaefendi “Belki Bir Gün Biz de Dirileceğiz” yazısında şu önemli hususa vurgu yapmaktadır: “Bütün bu hususların yanında, bu yoldaki hasların hamlardan ayrılması, zalim ve gaddarların da toplumun her kesimi tarafından bilinip tanınması çok önemlidir ve böyle bir ilâhî imhalle her zaman yanılabilen ve yanıltılabilen yığınların bazılarında ehl-i ilhada taraftarlık hissiyle –bu biraz da her şeyin ayân beyan ortaya çıkmamasından kaynaklanır– ba’sü ba’de’l-mevt kahramanlarına karşı tavır almalar olabilir; bu itibarla ak-kara birbirinden ayrılacağı, âlim-âmî herkesin nerede durduğu/duracağı belli olacağı âna kadar herkese bir teemmül fırsatı verilir; dolayısıyla netice de biraz gecikmiş olur.”
Allah (cc), davasına hizmet edenlerin saf ve ihlaslı olmalarını ister. Bu kıvama sahip olmayan hizmette bulunan insanlara ise mehil vermektedir. Kendilerine gelsinler, gerekli kıvama ulaşsınlar diye onlara imkan tanımaktadır. Ama kesinlikle ihmal etmemektedir. Eğer bunlar gerekli olan ihlası yakalayabilirlerse yola devam ederler, değilse er ya da geç yollarda dökülmeye mahkumdurlar.
Efendimiz (sav), Medine-i Münevvere’de baş gösteren humma hastalığına binaen “Medine körük gibidir. İçinde pisleri barındırmaz” buyurmuşlardır. Allah (cc), hastalıklarla, bela ve musibetlerle insanları imtihan eder. Ta ki samimi, hasbi olanlarla ile başka amaçlar peşinde koşanlar birbirlerinden ayrılsınlar. Bu imtihanlar sonucunda geriye sadece ihlaslı, samimi, beklentisiz ve tek gayeleri Allah rızası olanlar kalır.
Maalesef, Hizmet içerisinde de bazen insanlara zülmedenler, prensiplere aykırı hareket eden ve hizmetin imkanlarını kendi menfaatleri adına kullanan insanlar da bulunmaktadır. Allah (cc), bir taraftan bu insanlar eliyle kullarını imtihana tabi tutarken, diğer taraftan bu insanlara ıslah olmaları adına mehil vermektedir. Verilen mehil tamam olduğunda, hala bu insanlar hatalarından dönmemişler ise haklarından gelmektedir. Bu tip insanların daha sonra zalimlerin saflarında yer aldıkları da görülmektedir. Maalesef bu insanların düşmanlığı, diğer insanlara kıyasla çok daha fazla olmaktadır. Kazanma kuşağında kaybeden bu insanlar sadece ayrılmakla kalmamışlar, hizmet ve hizmet insanına karşı içlerinde biriktirdikleri kin, nefret, hased, intikam vs. gibi duygular sebebiyle Şeytan’ı bile geride bırakacak icraatlarda bulunmuşlardır. Bugün , Hizmet içerisinde çok önemli görevler , mesuliyetler yüklenmiş olan bazı insanların, Hizmet’e karşı tavır aldıkları ve bazılarının Tiran’la aynı safta yer aldıkları görülmektedir.
Cenâb-ı Hak günümüzün karasevdalılarını daha engin ufuklara ve muhtemel büyük problemlere hazırlamaktadır…
Allah (cc), önemli işler yaptıracağı kullarını bu işe hazırlarken, bir taraftan da bu işlere büyük zararlar verebilecek olan insanları da elemektedir. Bunun için de, bu insanların tanınıp bilinmesi çok önemlidir. Bu süreç aynı zamanda buna da imkan sağlamıştır. Hocaefendi 2015 yılında yayınlanan bir bamtelinde özetle bu hususa şu şekilde vurgu yapmışlardır: “Allah’ın (cc) icraatına geriye dönüp baktığınız da ortaya çıkan hikmetler karşısında “her şey tam milimi milimine olması gerektiği gibi olmuş” demek ihtiyacı hissedersiniz. Bugün daha önce destek verdikleri halde ve bir kısmı itibarıyla bizzat işin içinde göründükleri halde , süreçte Hizmet’e düşman haline gelenler ve zalimlerin saflarında yer alanları, bu art niyetli, münafık tipleri tanımak için trilyonlar verseydiniz yine de bu işe muvaffak olamazdınız. ”
Hocaefendi “Terakki Rampası Tazyikler” adlı bamtelinde, Allah’ın (cc) kullarını hazırlaması ile ilgili şu hususlara temas etmektedir: “Bu açıdan, Cenâb-ı Hak bu şekildeki muamelesiyle günümüzün karasevdalılarını daha engin ufuklara ve muhtemel büyük problemlere hazırlıyor denebilir. Çünkü çok farklı kültür ortamlarında hizmet vereceksiniz; ayrı ayrı dinlere, ayrı ayrı anlayışlara, ayrı ayrı mezheplere bağlı insanlara muhatap olacaksınız. Kendi gül gibi ülkenizde, kendilerinden hiç kötülük beklemediğiniz kimseler tarafından maruz kaldığınız kötü muameleyi göz önünde bulundurup güzergâh emniyetini temin etmeye bakmalısınız. Allah Teâla, bu sıkıştırmanın arkasında sizi çok geniş bir kapıya doğru itiyor ve hadiselerin diliyle adeta şöyle buyuruyor: Bütün bir dünyaya açılan bir hizmetiniz var. Kendi ülkenizde bunlara maruz kaldığınıza göre, o farklı kültürlerde yetişen insanlar da aynı endişeleri taşıyabilirler. Bazılarının kendilerinden başka bir varlığa tahammülleri olmayabilir. Onlar da kendilerini hasedin kıskacında bulabilirler. Haset öyle bir marazdır ki, küfrün yaptırtmadığını yaptırtır insana. Kendinizi ona göre ayarlayınız ve çok şeffaf hareket ediniz.”
Bu dava iddia, şatahat, laubalilik, gurur, kibir, hased vs. kaldırmaz…
Ancak, Hz. Ali (ra) efendimizin buyurdukları gibi insanlardan bir insan olanlar, iddiasız, samimi, hasbi, beklentisiz ve her türlü şirkten uzak olanlarla temsil edilebilir…
İmtihan çok çetindir. Hiç kimse akibetinden emin olmamalıdır. Cibril-i Emin’in (as), hakkında Ayet-i Kerime ininceye kadar akıbetinden çok endişe ettiği rivayet edilmektedir. Esved b. Yezîd en-Nehaî gibi devâsa kametler -ki buna Hocaefendi de dahildir- küfür üzere ölmekten korkmuşlardır ve korkmaktadırlar. Üstad Hazretleri, “Üstadım akibetimden çok korkuyorum” diyen Zübeyir Ağabeye, onu teselli etmek yerine “Korkma, titre” demişlerdir.
“Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik…”
Büyüklerin bu husustaki hallerini anlamak için sözü, Hocaefendi’nin “Yüce Hedefe Kilitli Ruhlar” bamtelindeki ifadelerine bırakalım. Burada Hoca Efendi, sonuç itibarıyla Allah’ın (cc) rızasını kazanarak ipi göğüsleyebilecek olanlarla ilgili üç numune-i imtisal vermektedir:
“Urve hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca teyzem Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lutfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor (bazı rivayetlerde ve belki başka zamanlarda farklı ayetleri sürekli okuduğu da nakledilir); bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor, ağlıyor ve adeta gözyaşlarıyla yüzünü yıkıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”
Günah, Hazreti Aişe validemizin rüyasına bile girmemiştir. Bir kadın olduğunu hissettiği an İnsanların En Şirini’yle yüz yüze gelmiştir. Vahy-i semavî sağanağı altında ömrünü geçirmiştir. Hicreti müteakip Efendimiz’le (aleyhissalatü vesselam) on sene beraber kalmıştır. Sahabe-i kiram arasında en çok hadis rivayet edenlerden olmuş; hususiyle kadınlık âlemine ait, aşağı yukarı beş bin kadar hadis rivayet etmiştir. Din-i İslam adına yaptığı budur, fakat annemiz, bunları hiç kıymetli görmemiş; kulluğunu çok yetersiz bulmuş ve hep haşyetle gözyaşı dökmüştür.
“Ben ölünce kimseye haber vermeyin, kefenleyin ve cesedimi bir çukura atıverin!..”
Allah rızası unvanlı yüce hedefe kilitli o büyük insanlar ibadet, ubudiyet ve hatta ubûdette fani olmuşlardı; Allah kapısının azat kabul etmez bendeleri gibi oturup kalkıp her zaman Hakk’ı hecelemiş, hep Hak’la gecelemişlerdi; fakat yapıp ettiklerini asla yeterli görmemişlerdi.
Hadis ilminin büyük imamlarından, A’meş lakabıyla meşhur Süleyman b. Mihran(rahimehullah) hazretleri tabiîn tabakasının mümtaz simalarındandı. Misafirperverlik gibi güzel hasletlerde numune-i imtisal, fıkhî meseleleri çözmede müşkilküşâ bir fakih ve Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) lâl ü güher sözlerini sonraki nesillere ulaştıran en güvenilir ravilerden biriydi. Hayatı bütünüyle amel-i salihle geçen, aynı zamanda hiçbir tûl-i emeli de olmayan A’meş hazretleri, bütün faziletleriyle beraber, kendisini bir hiç olarak görürdü. Vefatına yakın hastalanmıştı. Yanındakiler “Bir doktor çağıralım” deyince “Yahu ne tabibi! Benim için değmez. Beni bana bıraksalar kendimi bir ateşten korun içine bırakıverirdim; elimde olsaydı kendimi şuradaki mezbeleliğe atıverirdim. Siz de öyle yapın. Ben ölünce kimseye haber vermeyin, kefenleyin ve cesedimi bir çukura atıverin!” demişti
“Günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum…”
Bir de Esved b. Yezîd en-Nehaî var ki, aşk derecesinde gönlümün onunla irtibatı olduğu kanaatini taşıyorum. Alkame, İbrahim ve Esved, Nehaî ailesinin abide şahsiyetleri. İmam Rabbani hazretlerinin, “Hakikat-i Ahmediye’yi (aleyhissalatu vesselam) arızasız temsil eden Ebu Hanife’dir” dediği İmam-ı Azam bu Nehaî ekolünde, medresesinde, mektebinde yetişmiş.
Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” demiş.”