Hizmet Hareketi mensuplarının beş yıldır çektiği acı ve ıztıraplara karşı ümit beslenen her sebep boşa çıkıyor, her “acaba” ile başlayan beklenti ve umut, geçersiz ve etkisiz kalıyor.
Adeta bütün sebeplerin çaresizliği, Müsebbibü’l-Esbab’a yönümüzü çevirmek ve nur-u tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyetin tecellisine çalışmak için bir uyarı niteliğinde.
Peki, sadece Allah’a teveccüh etmek, Onun avn ü inayetini ve hıfz u himayetini celb etmek nasıl mümkün olur? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizi maiyetine alır, bizimle beraber olur?
Bu soruyu tüm zamanları içine alacak şekilde şöyle sorabiliriz: Acaba niçin insanların bazısı daha başarılı, daha faziletli, Allah’ın inayetine daha fazla mazhar oluyor? Niçin nebilere mucize, velilere keramet, salihlere ikram veriliyor?
Onlar üzerinde İlâhî ikram, ihsan, inayet ve lütufların yoğunlaşmasında hikmet ve ölçü nedir?
Kur’an-ı Hakîm bu soruların cevaplarını bir ayetle veriyor:
“Öyleyse siz beni zikredin ki, ben de sizi anayım, bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara:152)
Cenab-ı Hak, kendisinin mümin kulunu anmasının nitelik ve yoğunluğunu, “kulun Allah’ı anma” şartına bağlıyor. Bu ayeti iyi anlamak için “zikir ve şükür nasıl olmalıdır ve buna karşılık Allah’ın anışı nasıl tecelli eder” sorularını cevaplamalıyız ve uygulamalıyız. Çünkü yaşadığımız şu süreçte Rabbimizi anmaya ve Onun tarafından anılmaya o kadar muhtacız ki…
Kulun Allah’ı zikri üç türlü olur:
- Dil ile zikir: Tesbih, tehlil, hamd, tazim, istiğfar, dua, evrad, ezkar ve Kur’an okumak gibi.
- Akıl ve kalp ile zikir: Allah’ın isim ve sıfatlarının varlıklarda tecellilerini düşünmek, bela ve musibetlere karşı Allah’ın takdir ve hikmetini düşünerek sabır ve tevekkül, rıza ve teslimiyet göstermek.
- Beden ile zikir: Vücudumuzun her organını yaratılış hikmetine uygun kullanmak, kendilerine yasaklanan şeylerden çekip korumak ve onlara uygun ibadetler etmek.
Namaz, oruç, zekât, hac gibi düzenli ibadetler farklı yönleriyle Allah’ı zikirdir. Bunlar içinde namaz ise dil, beden, akıl, kalp, ruh ve lâtifelerle yapılan en büyük zikirdir. Nitekim “Allah’ı zikir olan namaz ise en büyük ibadettir” ifadesi buna işaret eder. (Ankebut:45)
Ayrıca Allah’ı ve Onun dinini insanlara anlatmak, adeta onların ömür boyu Allah’ı zikretmelerine vesile olmak da bir tür zikirdir.
Allah bizi nasıl anar?
Bizim Onu zikretmemize karşılık Rabbimizin bizi anması ise, Rahmaniyetten ziyade Rahîmiyyet ve Vahidiyyetten ziyade Ehadiyyet tecellisi tarzında olur.
Rahman ve Rahîm isimleri her ne kadar “çok merhametli” anlamına gelse de aralarında fark vardır. Rezzak manası da taşıyan Rahman ismi, zikretsin veya etmesin bütün kullarına karşı ikram ve ihsanda bulunur, bütün insanları rızıklandırır. Bu ihsan, Rabbimizin koyduğu genel kurallar çerçevesindedir.
Gafur anlamını da içinde barındıran Rahîm ise bilhassa müminlerde, ağırlıklı olarak da ahirette tecelli eden bir isimdir.
İşte Rabbimizin bizi anması, müminlere özel olan Rahîmiyyet tarzındadır.
Nur-u tevhid içinde Ehadiyyet sırrının tecellisi
Vahidiyyet Allah’ın birliğinin bütün varlıklarda ve insanlarda, Ehadiyyet ise, birlik sıfatının özel şahıslarda tecelli etmesidir. Mesela, herkesi bildiğimiz yollardan rızıklandırmak Vahidiyyet, peygamberleri mucize yoluyla, velileri de keramet vesilesiyle yoktan rızıklandırmak ise Ehadiyyetin tezahürüdür. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bereketle ilgili mucizeleri, velilerin ve salih kimselerin kerametleri buna örnektir.
Allah’ın zikir şartına bağlı anışı Rahimiyyet ve Ehadiyyet şeklinde olunca, dünyada ve ahirette kişiye veya belirli bir gruba özel sıra dışı inayetler, sürpriz ikramlar, ekstra lütuflar, hususî kolaylıklar, güzel tevafuklar gerçekleşmektedir.
Bizim anışımız sadece dünyada iken, Allah’ın anışı hem dünyada hem de ahirettedir ve bizim zikrimizden kat kat fazladır.
Mucizeler ve kerametler Ehadiyyet tecellisidir
Şimdi bu ayete şöyle anlam verebiliriz:
“Siz beni iman, tefekkür, marifet, istiğfar, sabır, tevekkül, teslimiyet, memnuniyet, muhabbet, tesbih, tehlil, hamd, şükür, tazim, dua, ihlâs, takva, namaz, oruç, zekat, hac, tebliğ, cehat, hizmet gibi yollarla zikredin ki, ben de sizi dünyada ve ahirette, af, mağfiret, rıza, ikram, ihsan, inayet, lütuf, tevfik, teshil ile anayım, sürpriz ve ekstra yardımlara mazhar edeyim, sıra dışı ve şaşırtıcı güzelliklere gark edeyim.”
Demek ki Rabbimizi, çeşitli yollarla kaliteli ve derinlikli bir şekilde çok zikretmek, Allah katında itibarımızı arttırır.
Bunun için ömrünü zikir ve ibadetle geçiren Peygamberimize (s.a.v.) bin mucize ihsan eden Rabbimiz, Bedir savaşı gecesinde sabaha kadar namaz kılıp dua eden Habibine yardım için üç bin melek gönderdi.
Hz. İbrahim (a.s.) tarafından kupkuru bir vadiye bırakılan Hz. Hacer Validemiz, sabır ve tevekkülle zikre devam edince Rabbimiz onu ve hatırasını ebedîleştirdi. O kadar ki, koştuğu yerlerde sa’y etmek ibadet, kendisine ihsan edilen zemzem ise şifalı ve tükenmez bir mucize oldu.
Hz. İbrahim’in (a.s.) ateşten kurtarılması, Hz Yunus’un balığın karnından çıkarılması (a.s.), Hz. Eyyub’a (a.s.) şifa verilmesi hep bu sırdandır.
Nitekim Hz. Yunus (a.s.) için Rabbimiz şöyle buyurur:
“Şayet Allah’ı çok tesbih eden kimselerden olmasaydı, tâ mahşere kadar onun karnında kalırdı.” (Saffat:143-144)
Londra’dan Kabe’ye gidiş
Konuyla ilgili yaşanmış bir örnek:
Ömrünü iman ve Kur’an hizmetine vakfetmiş avukat Bekir Berk Ağabey, vefatından birkaç yıl önce kansere yakalanmıştı. Londra’da tedavi gördüğü yıl ilginç bir hadise yaşamıştı. Öğle namazının farzına durmuş ve iki rekâtını güçlükle kılmış. Üçüncü rekâtın secdesine giderken, ne kadar uğraştıysa başaramamış, takati kesilmiş. Bu duruma çok üzülerek, “Yâ Rabbi, ben Sana secde etmek istiyorum, ama yapamıyorum. Yoksa Bekir kulunu secdeye layık görmüyor musun” diye içinden geçirmiş. Bu içten geçiriş, adeta makbul bir dua olmuş, Allah’ın inâyetiyle alnının Kâbe’deki soğuk mermerlere değdiğini, oraya secde ettiğini görmüş. Bu şekilde namazın iki rekâtını Londra’da, iki rekâtını Mekke’de edâ etmiş. Bu hatırasını namazdan sonra tahdis-i nimet olarak anlatmış.
Demek ki Cenab-ı Hak, onun sorusunu sadece secdeye gitmesini sağlayarak değil, aynı zamanda Kabe’de misafir ederek cevaplamış. Bu da Sultanlar Sultanına yakışan çok özel ve manidar bir lütuftur.
Yine Rabbimiz anmak ve anılmakla ilgili bir hadis-i kudside şöyle buyuruyor:
“Her kim Benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz ben ona harp ilan ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Farzlara ilaveten bir de kulumun sürekli yapmaya devam ettiği öyle nafileler vardır ki, bunlarla bana yaklaşır da yaklaşır. Nihayetinde Ben, o kulumu severim. Bir kere sevdim mi de artık Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli ve yürüyen ayağı olurum. Böylesi bir kul benden bir şey isterse de istediğini ona muhakkak veririm. Bana sığındığı vakitte ise onu özel korumam altına alırım.” (Buhârî, Rikak: 38)
Bu hadis-i kudsîde verilen müjdeler de farzlarla birlikte nafileleri eda etme şartına bağlıdır.
“Allah’ın dinine yardım edin”
Biz de Allah tarafından sıra dışı lütuflarla anılmak ve Onun katındaki itibarımızı arttırmak istiyorsak zikrin bütün çeşitleriyle geleceğimize yatırım yapalım. Eğer Allah tarafından yeterince anılmıyorsak, önce zikrimizin kalitesini ve miktarını sorgulayalım ve şu emri rehber edinelim:
“Ey iman edenler! Siz Allah’a itaat ve dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam tutar.” (Muhammed:7)
Demek ki, bütün gücümüzle, her fırsatta, her vesileyle, her yolla Rabbimizi anmalı, dinine hizmet için koşturmalıyız ki, muhatap olduğumuz zulüm ve bela sarmalından kurtulup selamet sahiline çıkalım.
Bunun ölçüsü, miktarı, zamanı nedir?
Bunu bilemeyiz, Rabbimizi sorgulayamayız, sadece itaat eder, rahmet ve inayetini ümit ederiz.
Unutmayalım ki, büyük hedefler, büyük idealler, büyük bedeller ister.
Sonsuz rahmet sahibi olan Allah, bu süreci bu kadar uzatıyorsa elbette zamanla anlayacağımız nice hikmetler, nice lütuflar, nice başarılar ihsan edecektir.
Biz Rabbimizin rahmetini ümit eder, hikmetine itimat eder, takdirine de boyun eğeriz.