KERİM BALCI
Muhterem Hocaefendi’nin vaazlarından derlenmiş Namaz kitabının dibacesinde takıldım kaldım. 1994 yılında Sızıntı’da yayınlanmış bir baş yazı, kitaba fatiha yapılmış olan bu makale. Cesedin inşasından önce ruhun ikamesine kalkışılmış bu sıralama ile. Fatiha’nın “iyyake na’budü” ile başlaması gibi bir şey. Sözün ağırlığını bilenler, “iyyake na’budü” ile başlayan bir Fatiha’yı okuyamazlardı sanırım… Hakk’a karşı yalan beyanda bulunma korkusuyla…
Takılıp kaldım Namaz yazısında… Benim ihmal ettiğim, hırsızladığım, gafil olduğum namazımla orada anlatılan Salat-ı Kübra arasında o kadar fark var ki…
Bu Salat-ı Kübra’da semadaki ilk elest secdesinden, meleklerin saf tutmasından, Cennet tecrübelerimizden, ruhun heykelinin dikildiği ihtişam dönemlerimizden, Mirac-ı Muhammedî’den, eşyanın namazından, duyguların niyazından esintiler var. Yol yok artık yürünen ama yol mülahazası var. Şadırvan yok, ama su sesi tınılaması var, ezanda Bilal’i duymak var, ruküda bütün kaddi bükülmüşlerin kad büküklüklerinin iniltisi var… Adeta kendi bireysel, küçük, eksik namazını varlığın külli namazının frekansına ayarlamak var…
Namazını böyle yaşayan, hayatını nasıl yaşar? Hayat-ı Kübra diye bir şey olabilir mi? Her şeyin her şeyle, her bireyin her zaman ve mekanın her bir ferdiyle alakadar olduğu, her adımda, atılmış bütün adımların ayak sesinden tınılar duyulduğu bir hayat yaşanabilir mi? “Alimin ölümü alemin ölümü gibidir,” kutsî beyanı tam da böyle bir Vefat-ı Kübra’dan bahsediyor olabilir mi?
Hayatı hayat-ı kübra olanların, duruşu, düşüşü, sürgünü, sürgünde sürgün verişi nasıl olur acaba? Kendi düşüşünde, Adem’in — ifadedeki İsevi çağrışımlara karşı duruşumuz mahfuz — düşüşünü, Roma’nın düşüşünü, Hüseyin’in Yed-i Muhammedî ile okşanmış mübarek başının düşüşünü, Al-i Osman’ın hazin düşüşünü, meteorların düşüşünü, yaprağın düşüşünü, yağmur tanelerinin düşüşünü birlikte yaşayabilse insan o düşüş külliyet kazanmaz mı?
Yapabilseydik bunu, şu muvakkat Tenkilimiz, Tenkil-i Kübra olmaz mıydı?
Kıyaslama yoluyla anlama ve anlam yüklemeden, veya ötekilerin dramının bilinirliğinden yararlanma çabasından, veya öncekilerin çıkış stratejilerinden ders çıkarmaktan bahsetmiyorum. “Ağlamayı şimdi öğretti bana Mevla, ve bu ders sadece bu dert için bana verilmiş olamaz. Ağla gözüm bugüne kadar yaşanmış bütün düşüşlere ağla; bütün sürgünlere ağla; bütün soykırımlar için göz yaşı dök ve külli bir yakarışla yakar!” ufkundan bahsediyorum. Ağlayabilirsek Kurûn-u Vustânın vahşetini bir defada kusan Yirminci Yüzyılın soykırımlarına, gözyaşımız Holokost mağduru altı milyon Yahudi için de akabilirse, Darfur’un, Kamboçya, Doğu Timor, Filistin, Doğu Türkistan, Bosna ve Rwanda’nın hepsine birden ağlayabilirsek… O zaman ağıtımız külli olduğu gibi, duruşumuz da külli olmaz mı?
Ve acaba aslında kendi ölümüz için okuduğumuz hatmin sevabını, Server-i Kainat Efendimizden başlayıp “ândan hasıl olan” silsilesi içinde tâ “cümle ehl-i iman ervâhı içün”e kadar hediye ettiren toplumsal erdem, bu külliyet kesb etmiş bilincin altını çizmiyor mu? Veya Yörük cenazelerinde köyün sözlü tarihini ölümler üzerinden kaydetmiş ve cemaati bütün bilindik vefatlar için ağlatan ağıtçı kadınlar aslında derin bir hikmeti öğretmek üzere öğütçü analık yapıyor olamazlar mı? Veya “Ateş nereye düşerse düşsün, önce beni yakar,” beyanı, “Geçmişte ve gelecekte her nereye düşmüş ve düşecek olursa olsun,” manasını da barındırmıyor mu?
Hepsinden öte “Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi öyle ağır yükler yükleme bize!” yakarışına Ezelî Kelama dahil olma hakkını veren, “bizden öncekilerin” yüküyle hemhal olma edebini öğretiyor olması değil midir?
Düşüşü böyle yaşamak, hayatı böyle idrak etmek, namazı böyle kılmak… Hepsi de “kalp ve ruhun derece-i hayatına yükselmenin” mücessem ifadeleriyse eğer, o namazı öyle kılmanın yolu, bu hayatı böyle yaşamaktan, bu gözyaşını böyle dökmekten geçiyor demektir…İşte böyle, Namaz yazısında takılıp kaldım…