1992’de başladım köşe yazarlığına. O günden beri aynı yazımı kelimesine bile dokunmadan ikinci bir defa yayınlamadım. Sakil geldi bana nedense. “Bak ben ne yazmıştım yıllar önce, aynısı çıktı” kabilinden gördüm bu tür yazıları. Kimseye haksızlık etmek istemem, tahminleri/yorumları aynen tutmuş olabilir. Dolayısıyla noktasına virgülüne kadar o yazı belki yeniden yayınlanmayı hak ediyordur ama dediğim gibi bana sakil geldi ve yapmadım.
Yanlış anlaşılmalara medar olmaması için hemen ifade edeyim, okuyacağınız bu yazımda da söz konusu kuralımı delmeyeceğim. Sadece yayınlanmış bir yazımdan emekli olmuş ve taksi şoförlüğü yapan bir Anadolu insanının tespitlerini aktaracağım. Bu aktarımların yerel seçim arifesindeki ülkemizin siyaset ve din merkezli bitme-tükenme bilmez gündemine anlam katacağını düşünüyorum.
Yazımın Zaman gazetesinde yayınlanış tarihi 6 Aralık 2014. Bir cenaze münasebetiyle eşimle beraber Erzurum’dayız. Misafir olduğumuz evden Şifa hastanesine gidecek, morgda bulunan cenazenin evine, camiye ve mezarlığa götürülmesine eşlik edeceğiz. Bir taksi çağırdık duraktan.
Şimdi o yazıdan devam edeyim. “Kayak Yolu’ndan Dadaşkent, oradan Şifa Hastanesi’ne dedik bindiğimiz taksiciye. 60 yaşlarında bir görünümü var. 2 günlük sakalı yüzündeki çizgi çizgi kıvrımları kapatmaya yetmemiş. Belli ki çilekeş birisi. “Şu yoldan gideyim Ağabey; daha kısa, daha az yazar” dedi. 2014 Türkiye’sinde hala karşılaştığımız, insanlığımız ve Müslümanlığımız adına onur duyduğumuz bir manzara bu. 7 çocuk büyütmüş işçi maaşıyla. 6’sı üniversite okumuş. Emekli ama taksicilikle iş hayatına devam.
Muhabbete aşık bir insan. Arkada oturan kayınbiraderim Anadolu insanının klasik sorusunu sordu: “Ne var ne yok?” “Hepimizin hırsızız Ağabey. Bizi afattan başkası temizlemez.” dedi. Bende şaşkınlık had safhada. Evet; gerçekten şaşırdım, çünkü “Çok yazmasın, şu kısa yolu tercih edeyim” diyen insan şimdi “Hepimiz hırsızız” diyordu. Siz olsanız şaşırmaz mısınız? “Ne demek istiyorsunuz?” dedim. “Çocukluğumda bizim köyde bir Musa vardı. Bankaya parasını yatırmış dediler. Bu söz duyulduğu andan itibaren köyümüzdeki büyüklerimiz Musa ile selam sabahı kestiler. Bayramda dahi evine gitmediler. Biz böyleydik Ağabey. Ya şimdi?
Ben sordum bu defa “Ya şimdi?” Arka arkasına sıraladı. “Hem namaz kılıyoruz hem gıybet ediyoruz. Hem namaz kılıyoruz hem faiz yiyoruz. Hem namaz kılıyoruz hem zekât vermiyoruz. Hem namaz kılıyoruz hem rüşvet alıyoruz. Hem namaz kılıyoruz hem fitneye odun taşıyoruz. Hem namaz kılıyoruz hem yalan söylüyoruz.”
“Bizi afattan başkası temizlemez” sözünün temelinde yatan düşünce buymuş demek ki dedim içimden. İyi de neden buradan başlamıştı? Kayınbiraderim sadece “Ne var ne yok?” gibi çok genel ve masum bir soru sormuştu. Cevabı basit bu sorunun: “Dervişin fikri neyse zikri de odur.” Adam dertli ve “Dertli söyleğen olur.”
Elimde tuttuğum kitabın arka sayfasını çevirip not almaya başladım. Zira hemen yanı başımda ağzından çıkan her cümle neredeyse not alınacak ölçüde irfanla donanmış bir insan vardı ve konuşma oldukça ilginç bir yere doğru sürükleniyordu.”
Bu bilge insanın şimdi söyleyecekleri ise soğan ve patatesle başlayıp patlıcan, biberle devam eden ve nihayetinde devletin tanzim satışları ile kabzımallığa soyunduğu sıcak gündemle alakalı. Zaten bana bu yazıyı hatırlatan da sosyal medyadaki birtakım haberler oldu. 2 kilo domates için saatlerce kuyrukta bekleyen bazı emekli amcaların, teyzelerin bu manzaranın sorumlusu olarak 16 yıldır devleti yöneten Erdoğan rejimini gördüğü görüşlerden bahsediyorum.
Yazıdan devam ediyorum. “Kayınbiraderim yine sordu: “Pekala ne olacak bu işin sonu.” “Cebine ve canına “dedi şoför Ağabey. Kayınbirader bunu hemen formülleştirdi; “2 C yani.” Ne ben ne de şoför amca anlamadı bu formülleştirmeyi. “Ne demek istiyorsun?” dedi kayınbiraderime. “Cebine ve canına” diyorum diye cevap geldi arkadan. “He, tamam, şimdi anladım. Evet, bizim milletin cebine ve canına dokunmadıkça uyanmaz Ağabey” dedi o kulaklara hoş gelen Erzurum şivesiyle. ”Bu noktada aykırı bir yorumum ve tahminim olacak. Onu yazının sonuna bırakıp devam edelim.
Türkiye’nin gündeminde o zaman bir de saray tartışmaları vardı. Şoför amcaya maliyetinin bizatihi Erdoğan’ın ifadesiyle 500 milyon dolar olduğu söylenen ve o zamanların yarı özgür gazetelerinde “kara saray, ak saray, kaçak saray, israf sarayı” diye adlandırılan sarayı sorduk. Cevabı hem kısa hem de çok ustacaydı. “Bakın, hepimiz Müslümanız. Müslümanlıkta israf nedir?” Devam edecek zannettik ve sustuk. Meğer ki soruyu bize soruyormuş. “Size soruyorum; dinimizde israfın hükmü nedir?” “Haramdır” dedim yüksek sesle. “Tamam, mesele bitmiştir o zaman.”
Karşımda Türkiye gündemini iyi takip eden ve hâkimane cevaplarıyla dikkatimi çeken birini bulunca dış politikaya atladım ve bir soru daha sordum; “Dış politika hakkında ne diyorsun?” Hemen “Suriye” dedi. “Ne diye uyuyan aslanı uyarıyorsun ki? Suriye’nin arkasında Çin’in, Rusya’nın, İran’ın olduğunu bilmiyor ve görmüyor musun? Bunlarla uğraşmaya senin gücün yeter mi?” “Yanlış mı yaptı diyorsun?” diye söze girdim. “Tabii ki yanlış yaptı. Bu yanlıştan dönmenin yolu da bükemediğin bileği öpeceksin. Burada senin vatandaşın açlığından ölsün, sen milyonlarca insana kapını aç. Olacak şey mi?”
Kısa süren uzun yolculuğumuz bitmişti. Ücretini ödemek için elimizi cebimize attığımızda şoför amca Anadolu insanının kanaatkâr vasfıyla karşımıza çıktı ve bizi bir kez daha büyüledi; “62 TL tuttu ama siz 50 verin yeter.” O öyle dese de biz 62 verdik. Çünkü bu konuşmayı dinlemek için 62 değil 162 vermeye değerdi!”
O yazımı Tarık Buğra’dan bir alıntı ile bitirmiştim. Bunu da öyle yapacağım. Diyor ki Tarık Buğra: “Beni bir kere kandırırsan sana yazıklar olsun, iki kere kandırırsan bana yazıklar olsun.”