Dert, hâdiseleri insanlara farklı okutturur. Onun için, onulmaz dertlere derman olacak Allah‘dır (cc). İnsanın daraldığı, bunaldığı ve içine bir sıkıntı geldiği zaman, davası adına önüne aşılması zor engeller çıktığı zaman; Allah’a sığınmalıdır. Derdini sıkıntılarını O’na (cc) dökmeli, derdine çâreyi Hz.Yâkub (as) gibi O’nda aramalıdır. “Ben’ dedi, ‘sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arzediyorum…” (Yusuf sûresi, 86)
İtminâna ulaşmış bir kalbin iki kanadı vardır: Bir kanadı itibariyle Râdiye’dir. O, Allah’dan hoşnuttur. Celâl ve Cemâl tecellîlerini rızâ ile karşılar. Diğer kanadı ise, Mardiyye‘dir. Allah’ın rızâsına mazhardır.
Bu makamdakileri Kur‘an-ı Kerim; “…Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan (cc) hoşnut…“ diye anlatıyor. (Beyyine 8; Maide 119)
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!” (Tevbe sûresi, 100)
Bâzen bir muhâlif rüzgar esebilir, bazı şeyleri savurmuş gibi görünebilir. Merhametsiz, mürüvvetsiz gibi görünen insanlar bulunabilir. Fakat sen, Allah’a ve kullarına karşı sana yakışır bir tavırla muâmelede bulunmalısın.
Hz.Nuh ve Hz.Mûsa’da CELÂL ismi, Hz.İbrahim ve Hz.Îsâ’da CEMÂL isminin tecellileri daha ziyâde görülmüştür. İnsanlığın iftihar tablosu Hz.Muhammed (sav), kendisinin Halîlullah ve Rûhullah’a benzediğini ifâde etmiş; “Ben, ahlak açısından İbrahim ve Îsa gibiyim“ (Bamteli, 23.09.2018) buyurmuştur.
”İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki, seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiştir.“ (Fussilet sûresi, 34)
Yaratılış gayesine uygun hareket eden Hakk’ın temsilcileri, bugün öyle bir imtihandan geçiyorlar ki, âdeta mahşer imtihânı gibi. Allah’ın sonsuz rahmetinden ümit ediyoruz ki, bu imtihanı oradaki imtihânın yerine tutsun.
Hâbil, Kâbil’e; „Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben Seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Hiç şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi Allah’dan korkarım.“ (Maide sûresi, 28) dediği gibi, gönül erleri de îmanda veya insan olmada kardeşleri olanlara el kaldıracak değildirler.
Dünyâda eşi az görülen böylesine bir zulüm karşısında bugüne kadar hizmete gönül vermiş hiçbir kimse el kaldırmadı, zulme zulümle cevap vermedi. Kendilerine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında meşrû müdâfâ, adâlet ve hukuk çerçevesinde haklarını aramanın dışında mukâbele-i bilmisilde bulunmadılar.
Yusuf sûresinde Hz.Yusuf‘a (as) zulmeden kardeşlerine karşı bir peygambere yakışan tavır ve davranışla muâmelesi şöyle anlatılmaktadır:
8-9 – Hani onlar, (aralarında şöyle konuşmuşlardı): “Yusuf ile öz kardeşi, babamıza daha sevimli geliyor. Oysa biz daha güçlü bir grubuz. Pek belli ki babamız bu işte yanılıyor. Yusuf’u öldürün yahut onu uzak bir yere atın ki babanızın sevgi ve teveccühü yalnız size kalsın. Ondan sonra da tövbe ederek sâlih kimseler olursunuz.”
10 – İçlerinden biri: “Yusuf’u öldürmeyin de bir kuyu dibine bırakın. Yolcu kâfilelerinden biri onu yitik olarak alıp götürsün. Eğer yapacaksanız böyle yapın!” dedi.
Hz.Yusuf (as) kuyuya atılıp, kervancıların kuyudan alıp köle olarak Mısır’da satılması, kaderin sevkiyle Vezir tarafından satın alınıp saraya girmesi, sarayda bir iftirâ neticesinde hapse girmesi, bilâhare Mısır’a maliye bakanı olarak iktidar verilmesi ve kardeşleri tarafından kuyuya atma tuzağı kurulduğu an Cenâb-ı hak Yusuf’a (as) şöyle vahyediyor. “…Biz de Yusuf’a şöyle vahyettik: ‘Zamanı gelecek, onların hiç hatırlarına gelmediği ve seni hiç tanımadıkları bir sırada, kendilerine yaptıkları bu işi hatırlatacaksın.”
89 – “Artık zamanı geldiğini düşünerek Yusuf: ‘Siz’ dedi, ‘cahilliğiniz döneminde Yusuf ile kardeşine yaptığınız muâmeleyi elbette biliyorsunuzdur değil mi?” deyince;
90 – “Aa! Sen, yoksa sen Yusuf musun?” dediler.
O da: ‘Evet ben Yusuf’um, bu da kardeşim!’ Gerçekten Allah bizi lütfuna mazhar etti. Şu kesindir ki kim Allah’ı sayıp haramlardan sakınır, itaatlara devam ve imtihanlara sabrederse, Allah da böyle güzel hareket edenlerin mükâfatını aslâ zâyî etmez.”
91 – “Kardeşleri de şöyle dediler: ‘Vallahi de, tallahi de Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu idik!”
92 – “Yusuf şöyle cevap verdi: “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helâl ettim, Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur.”
93 – “Şu gömleğimi alın babamın yanına varıp onun yüzüne sürüverin, o zaman gözü açılacaktır. Sonra da bütün çoluk çocuğunuzla buyurun, yanıma gelin.”
Görüldüğü gibi, eline fırsat geçtiği zaman kötülüğe kötülükle mukabelede bulunmadığını görmekteyiz. İnsanlığın iftihar tablosu Efendimiz (sav); kendisine ve mü’minlere yıllarca kötülük yapan Kureyş ve Mekke’de bulunan kabilelere, -mutlak inkâr edenler hariç- Mekke fethinde hiçbir kötülük de bulunmayıp (Ebu Süfyan ve Hint dâhil) onları affettiğini görmekteyiz.
Sürekli kötülük telkin eden nefs-i emmâre’den kaçma, günah işledikten sonra kendini kınayan nefs-i levvâme’den sıyrılma, haramdan kurtulup helâle râzı olan nefs-i mutmainne’ye ulaşma; Allah’ı çok zikir, fikir ve tedebbür, hayâtın sonunu düşünmekle olur. “İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur“ (Ra’d sûresi, 28)
Bir kuşun kanadını, bir karıncanın ayağını kırılmış görseniz, zihninizi meşgul eder. Bugün insanlar olup biten öyle şeylerle karşılaşıyorlar ki; îmanınız, tevekkül ve teslimiyetiniz olsa da bir insan olarak hiç acı duymamanız, teessür altında kalmamanız mümkün değildir.
Buna rağmen, “Hepsi Allah’tan“ demeli, “Sana gelen iyilik, güzellik Allah’tan; fenâlık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir.“ (Nisâ, 79) ilâhi beyâna kulak verip, kusur ve hatâlarımızdan dolayı Rabbimizden özür ve af dilemeliyiz.
Enbiyâyı İzâm’ın, Asfiyâyı Kirâm’ın mâruz kaldığı şeylere mâruz kalmanız; sizin doğru yolda yâni, peygamber ve Sahâbe Efendilerimiz‘in (r.anhüm) yolunda yürüdüğünüzü gösteriyor. Evet, bu yol enbiyâ ve asfiyâ yoludur.
Bu yüce ve kutsî mefkûreyi, uğrunda can ve mallarını verenler emânet edip gittiler. Bizler de, gelecek nesle bu emâneti devrederek bu dünyâyı terk edeceğiz. Dolayısıyla, barış, huzur ve güven dolu bir dünya bırakabilirsek rahmetle anarlar; enkaz bırakırsak arkamızdan bedduâ ederler.
Mü‘minler, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidirler. Öyleyse, ehl-i îman, emânette emîn olmalıdırlar. Bugün mü‘minlerin çektiklerini gelecek nesillerin çekmemesi için, herkes elinden geleni yapacak ve başa gelenlere katlanacaklardır.
Bizden evvelkiler katlandılar, ümit verdiler. Hz.Üstad, “Ümitvâr olunuz; şu istikbal inkilâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ, İslam‘ın sadâsı olacaktır.“ (T.Hayat) dedi. O zat ve talebeleri, hilâf-ı vâki ve mübâlağa sayılacak beyânda bulunmadılar.
Bugün Cenâb-ı Hak, bu emâneti bu çağda bize yüklemiş. Rahatsız, huzursuz olsak da, çile ve ızdırap çeksek de, her türlü mihnet ve sıkıntıya katlanacak; ‘Aman bu emânete zarar gelmesin‘ diyecek, sabredip kendi işimize bakacağız.