Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN-TR724.COM
İdare edilenler veya cemaat olanlar, bu tarzda bir gruplaşmaya, ekipleşmeye, evet deyip destek olmasalar, böyle bir grup içinde bulunma ile elde edilecek şahsi menfaatlerini, hakkın hatırına tercih etmeseler, hak dava içerisinde oluşabilecek “tirancık’ların”, “firavuncukların” önüne geçilmiş olacaktır.
Böylece, kendilerine maddi, manevi makam ve mansıplar sunan idarecilere karşı da hakkı savunabileceklerdir. Bu hususta,Nureddin Topçu tarafından telaffuz edilen ve Hocaefendi tarafından da sık sık dile getirilen, bireylerde, “isyan ahlâkı’nın” temel bir karakter haline gelmesi çok büyük önem arzetmektedir.
İdare edilenlerde tarafgirlik, adam kayırma ve ekipçilik…
Maalesef, birileri tarafından kayrılan, ekip ya da bir grup içine alınan ve aynı zamanda kendi varlığının devamını mensup olduğu grubun varlığıyla mümkün görebilen insanlar, hakperest olamayacaklar ve tarafgirlik tuzağına düşmekten kendilerini alamayacaklardır. Grup/ekip psikolojisiyle, aykırı fikirlere sahip olan diğer dava arkadaşlarını, ne kadar hakperest olurlarsa olsun muhalif olmakla suçlayacaklardır. Bu muhalif damgası yiyen insanlar ne kadar değerli olurlarsa olsunlar bunun bir önemi yoktur. Çünkü onlar yönetimdeki ekip gibi düşünmemekte, hizmet içerisinde fitneye sebebiyet vermektedirler. Bu hareketleri ile de hizmeti imaniye ve Kur’an’iyeye zarar vermektedirler. Her ne kadar aynı davanın yolcuları olsalar, Allah (cc) karşısında derin kulluk şuuruna sahip olsalar ve ehil olsalar da bunun bir önemi yoktur. Çünkü bu tarz bir fitne adam öldürmekten daha beterdir.
Buna binaen eleştiriyi hazmedemeyen grup ya da grup lideri tarafından bunlara karşı uygulanacak, her türlü bertaraf etme, yok etme, uzaklaştırma, sindirme, karalama ve hizmet edemez hale getirme meşru olarak kabul edilecektir. Sonuç itibariyla bunlara karşı yapılan haksızlıklara karşı, yer yer gayrı samimi olarak üzüntülerini ifade etseler bile, içten içe sevinmekte ve bu haksızlıkları bertaraf edecek herhangi bir eylemde bulunmamaktadırlar. Çünkü, hizmetin/davanın selameti! için buna ihtiyaç vardır.
Vicdanları nasıl susturabiliriz?!..
Böyle bir mazeret silsilesi üretmeye de ihtiyaçları vardır. Çünkü bunlar inanan insanlardır. Hesap gününe, Cennet ve Cehennemin varlığına ve Allah (cc) tarafından hesaba çekileceklerine inanmaktadırlar. Dolayısıyla diğer dava arkadaşlarına yapılan zulümlere böyle bir bahane bulamasalar, vicdanları onlara rahat vermeyecektir. Bu süreçte, diğer parti/cemaat/hizip/fraksiyon mensuplarının bu hizmet erlerine karşı ürettikleri bahaneler gibi, aynı hastalıktan sudur eden benzer klişe sözleri arka arkaya sıralayacaklardır: “İyi ama onlar da itaat etselerdi, ulü’l-emr’e itaat etmek farzdır, fitneye sebebiyet verip ikiliğe meydan vermeselerdi, cemaatin huzurunu kaçırmasalardı, mevcut işleyen sisteme karşı tavır almasalardı, hizmetin selameti için bu yapılanlara ihtiyaç var, vs…. vs….”
Daha da hızını alamayanlar “Grup/kurum/bölüm/bölge/birim başındaki idareci, cemaatin başındaki manevi büyüğün temsilcisidir. O’na nasıl itaat gerekiyorsa idareciye de öyle itaat etmek gerektir. Dolayısıyla onlar ne derlerse itaat edilmelidir. Evet belki bunlar bazen istişarenin hakkını vermiyor olabilirler, bazen kendi başlarına da karar almış olabilirler… Muhakkak bizim ya da sizin bilmediğimiz şeyler vardır. Neticede son söz onlara aittir. Onlara bu yetki verilmiştir. Gassalın elindeki meyyit gibi bize itaat etmek düşer…” gibi sözlerle bu işe bir de kutsiyet kılıfı giydirirler.
Hem kendi aralarında birbirlerine teselli vermek, hem de kendi başlarına kaldıklarında vicdanlarını rahatlatmak için buna benzer mazeretleri durmadan üreteceklerdir.
Hizmet erleri için “Başkalarına üstün gelme arzusu” ile ilgili enfes yorumlar…
Bediüzzaman Hazretleri, “Uhuvvet Risalesi’nde” tarafgirliğin yol açtığı, bir diğer önemli probleme daha dikkat çekmektedirler: “Çünkü vâsıta-yı halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zâyi olur. Zira tarafgir bir muannid, kendi a’mâl-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister. Hâlisen livechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adâlet edemez. İşte ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adâlet, husûmet ve adâvetle kaybolur.”
Bu konuda, Abdullah Aymaz Hocaefendi, “şevki kıran maniler’den” ikincisi olan “meylü’t-tefevvuk” ile ilgili açıklamasında çok önemli tespitler yapmaktadır: “Demek ki, bu öne geçme, önde görünme, kendini üstün görme arzusu müstebit bir duygu… İstibdatçı bir arzu ile bu duygu, Hizmet insanlarının başına vurur, bindikleri şevk atlarından yere düşürürler. Çünkü bu duyguya sahip olanların çoğu kabiliyetsiz ve hırslı insanlardır. Lâyık olmadıkları yerleri bir şekilde zapt edince, oralara gelmesi gereken yeteneklerin kolunu kanadını diktatörce kırmaya heveslenirler. İstişareye önem vermezler. Dedidiğim dedikçi bir havaya girerler. Dâhî bile olsalar, meşveret ve şûrânın bereketinden istifade edemezler. Kıskançlıkla insanları zora ve zarara sokarlar; insanları da ümitsizliğe sevk ederler. Bunların Hak davaların başında bulunması, büyük talihsizliktir. Çünkü enaniyetleri tahrik ederler… Evet büyüklük taslamadan herkes kendini bir seviyede er ve ırgat gibi Hak davanın hizmetinde görürken bu sefer, onbaşılık, yüzbaşılık, patronluk duyguları kaynamaya başlar. Gayr-i memnunlar peydahlanır… Velhasıl işin içinden çıkılmaz bir hal alır…”
Bütün bunların sonunda hak cephesinde bölünmeler, ihtilaflar baş gösterecekdir. Herkes hak ve hizmetin faydası için hareket ettiğini, ama diğerlerinin öyle olmadığını düşünecek ve maalesef birbirlerine karşı göstermeleri gereken ali cenablığı gösteremeyecek, insafsızca birbirlerinin aleyhine hareket edeceklerdir. Hal böyle olunca da “Sakın birbirinizle ihtilâf etmeyin; sonra korkuya kapılıp zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. ” ayeti kerimesinde beyan edilen tokata müstahak hale geleceklerdir.
Bir mü’min diğer mü’min için, duvarın birbirini perçinleyen tuğlası gibidir…
Üstad Hazretleri “Uhuvvet Risalesi’nde” bu meseleyi ve çözüm yolunu şu şekilde izah ederler: “Ehâdis-i şerîfede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâm’ı esaret altına alır.” Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilâfınızdan istifade eden zâlimlere karşı “Müminler birbirleriyle ancak kardeştirler.” kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.
Mâlûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisinide dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvâzenede bulunsa; bir küçük taş, muvâzenelerini bozup onlarla oynayabilir.. birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, “Bir mü’min diğer mü’min için, duvarın birbirini perçinleyen tuğlası gibidir.” düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefâlet-i dünyeviyeden ve şekâvet-i uhreviyeden kurtulunuz!..”
İnşaAllah bir sonraki yazıda problemlerimizin çözümünde hayati öneme sahip olan “isyan ahlakı” ile devam edelim…