Telbîs İblîs, Miladi 12. Yüzyıl ulemasından Abdurrahman el-Cevzî’nin üç yüzün üzerindeki eserinden biri, belki biriciği. İnsan psikolojisini ve şeytanın bu psikolojideki kibir, ucb, emel, korku ve sair kayma noktalarını nasıl işlettiğini çalışmış el-Cevzî. Şeytanın, sıradan insanlardan, tasavvuf erbabına, medrese hocalarından sultanlara kadar, camide ibadetiyle meşgul kaddi bükülmüş ihtiyarlardan, hak dini arayan papazlara kadar herkesi aldatmak için başvurduğu hileleri ve “kıyafet değişikliklerini” sıralamış. Benim sıram nedense son iki sayfaya sıkışmıştı: Şeytanın her kesimden insanı tûl-i emel ile aldatması.
Tûl-i emel “ümidin uzaması” demek. El-Cevzî onu, modern dönem stratejik yönetim uzmanlarının her başarının manisi olarak gördükleri “erteleme-oyalanma” ile bir görüyor. “Sonra yaparım,” yapmanın en sinsi düşmanıdır zira…
O iki sayfada aradığım herşeyi bulamadım elbette. Ama bir defa kalp ve kafamda tebdil-i kıyafet dolaşan İblis’in farkına varınca, nicedir ne çok defa aldatıldığımın farkına vardım. Bazı şeyleri düzeltmek için birşeyler yapmam gerektiğini düşünmeye başlayalı on yılı geçmiş. Bu kadar süre ve sanıyorum samimi bir dertlenmeye rağmen hiçbir şey yapmamışım. Kimseyi itham kastım yok. Yaptığım; düştüğüm, takıldığım yerlere “bas-geç” uyarısı asmaktan ibaret. Elbette İblis’in başkaları için başka taktikleri vardır; ve elbette her “erteleme kararı” şeytani veya hevâî olmak gerekmez. Fakat hakikat de dikkatten zarar görmez.
Bana şeytan hiç “acele etme, daha vaktin var” ile gelmedi. Aksiyon kararımı geciktiren bir dizi irca oyununun kurbanı oldum hep. Yapmam gerekenin önüne başka bir şeyi koyma oyunu…
Bunlardan ilki “sorunun temeline irca” oyunu oldu. O da türlü türlü libaslarla geldi bana. Kendimin ve ekibimin yaptığı gazeteciliğin kalitesini yeterli bulmuyordum. Yapılması gereken hızlı ve kaliteli bir yeniden eğitim programı başlatmaktı. Ama şeytanım bana asıl sorunun gazetecilik mesleğine yönelenlerin düşük kalite sorunu olduğunu fısıldadı. Yıllarca Boğaziçi ve ODTÜ mezunu gençleri gazetecilik mesleğine çekmeye çalıştım. Başarısız oldum.
Bazen de “daha şümullü soruna irca” taktiğiyle geldi bana. “Bizim bir Kürt sorunumuz yok, demokrasi sorunumuz var!” veya “Kadının eksik temsili bizim kurumlarımıza has bir sorun değil, toplumun hepsi böyle!” deyince küçük ölçekte çözebileceğimiz bir sorunu çözümsüzlüğe veya uzak gelecekteki muhtemel bir çözüme kurban etmiyor muyuz?
Bazen de “kutsala veya geçmişe irca” metodunu kullanmış şeytan. Şimdinin adam kayırmacılığı sorununu çözdürmemek için bana, Hazreti Osman’ın hilafetinin ikinci döneminde yaşanmış nepotizmle meşgul etmiş beni; bugünün diktatörlüğüne direnmem gereken yerde İkinci Abdülhamit’le, Muaviye’yle uğraştırmış.
Bazen “ben-gibiye irca” taktiğiyle aldatmış beni. İstişareye ihtiyaç duyduğum anlarda beni, ben-gibi olanlara yönlendirmiş. Hatalarımı mert bir şekilde söyleyebilecek cömertlikteki gerçek dostlardan uzak tutmuş beni. “Madem fikirlerine güvendiğim herkes böyle düşünüyor, demek ki doğru düşünmüşüm,” diye de kandırtmış beni bana…
Bazen de “akim kalmış tecrübeye irca” sinsiliğine başvurmuş, hamle enerjimi sömürüp bitirmek için. “Kaç defa söyledik olmuyor! Sırf gaz almak için soruyorlar!” diye başlayan yakınmalarla sonu gelmez istişaremsilere sürüklemiş beni. Konuşmuş konuşmuş konuşmuş konuş konu ko…muşum başımı şeytanın beşiğine… Uyumuşum…
Uyanabilmişsem tûl-i emelin uzun uykusundan… bu defa “kalbe daha hoş gelene irca” okuyla aldatmış beni… İbadetle bile, manevî füyûzât arayışı ile bile aldatmış… Hiçbirini yapamadıysa reddedilmeyecek bir dostun aklına düşürmüş beni… Ziyaretle aldatmış… Ziyafetle aldatmış… Zerafetle aldatmış…
Aldatmış ve ben ertelemişim bir koca on yıldır…
Ertelenmiş hayaller çöplüğü ruhum…
Oyalanma muhacir! Bari sen oyalanma! Yarın çok geç! Ne olur erteleme!