Üç haftalık bir aradan sonra maslahat serisine söz verdiğimiz değerlendirme yazısı ile son verelim. Maslahat hakkında son iki yazı boyunca verdiğim örneklerden de anlaşılacağı üzere işin son noktada gelip dayandığı ve düğümlendiği nokta şurasıdır; din, sabiteleri olan kurallar, kaideler, emirler ve yasaklar manzume ve mecmuasıdır ama insanın yaşamış olduğu hayat ise sürekli değişen bir seyir izlemektedir.
İnsan her hâlükârda bağlı olduğu ve aşma imkanının olmadığı bu hayat şartları ve onların değişkenliği içinde sabiteleri olan dine mi tabii olacaktır yoksa hayata ve onun tabii akışına mı? Dinin insanlığa ya da bağlılarına sunmuş olduğu değerlerin hepsi mi sabitedir? Söz konusu sabiteler son tahlilde vahy ile belirlendiğine göre bu aslında insan-vahy ilişkisi ekseninde ele alınması gereken bir mesele değil midir? Eğer öyleyse -ki temelde öyledir- o zaman vahy’in mahiyetinden tutun muhtevasına ve o muhtevanın bağlayıcılığına kadar karşımıza çıkan onlarca-yüzlerce soruya cevaplar verilmesi gerekmektedir.
Ayrıca Kur’an ve Hz. Peygamber (sas) hayatına baktığımızda birebir yaşanan gündelik hayata ait soru ve sorunlara yönelik getirilen çözümler, tavsiyeler, emirler ve yasaklar görüyoruz. Sabiteler ile bunlar arasında hem kategorik anlamda hem de bağlayıcılık noktasında bir fark var mıdır? Ya da şöyle ifade edelim, din-insan ve din-toplum ilişkilerinde asıl olan, merkezde durması ve tutulması gerekli olan şey dinin temel sabiteleri midir yoksa sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki, ahlaki hayatı düzenleyen kaide ve kurallar mıdır? Her ikisi de denecek olursa o zaman değerler hiyerarşisi açısından bu ikisi nerede yer almaktadır? Aralarında nasıl bir münasebet vardır ve olmalıdır? Bu münasebeti Hz. Peygamber (sas) hayatta iken kendisi kuruyor ve uyguluyordu ama onun vefatından sonra bunu yapacak kimdir?
Farklı kelimeler ve farklı cümlelerle aynı noktaya vurgu yapan yüzlerce soru sorabilirim. Nitekim bu sorular 15 asırlık mazimizde hem teori hem de pratik hayatta karşımıza çıkmış ve ulema-umera -hukukçular ve siyasiler olarak da okuyabilirsiniz bunu- ikilisi bu sorulara ve sorunlara cevaplar aramış, izahlar yapmış, kanuni düzenlemelerle hayata tatbik etmişlerdir. İşte maslahat yazı dizisinde ilmi geleneğimiz ve pratiğimiz içinde yerini alan bu sorulara ulema ve umeranın nasıl cevaplar verdiğini, karşılaştıkları sorunlara ne tür çözümler ürettiğini anlatmaya çalıştım.
Maslahat kavramının dinin sabiteleri ile hayatın gerçekleri arasında sıkışıp kaldıklarında dinden taviz vermeden, Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefet etmeden ama beri tarafta da hayatın gerçeklerinden kopmadan sorunlarını çözmek için ürettikleri metodolojik bir kavram olduğunu ifade etmeye gayret ettim. Bu açıdan baktığımızda istihsan, istishab, örf ve adet, bizden önceki şeriatler gibi usul-u fıkhın hüküm çıkarımında kullandığı metotlar da maslahat ile aynı zemine oturur.
Yalnız hemen ifade edeyim; bununla 21. yüzyıl dünyasında yaşayan insanlar olarak bizim problemlerimize sadece maslahat ile ya da ismini zikrettiğim diğer metotlarla çözüm bulabiliriz demiyorum. Böylesi sorunlarla ilk defa karşılaşan, dinden taviz vermemek, Allah ve Resulüne de muhalefet etmemekle beraber yaşam pratiğinden kopmadan sorunlarımızı nasıl aşarız diyen sadece biz değiliz diyorum. Mazide dolaşmamın ve sizleri de zihnen dolaştırmamın sebebi tam da bunu ifade etmek.
6 hafta süren yazı dizisinde gördük ki ulemamız “Halk İslamı” olarak” bilinen zihniyet ve o zihniyetin üretmiş olduğu bilgi ve değerlere göre katiyen kabullenilmeyecek hatta “dini zaman uydurma” deyimine temel teşkil edebilecek cesur yaklaşımlar sergilemişlerdir. Daha açık ifadeyle nassları lafız, hüküm ve amaç diyerek birlikte değerlendirmiş ve yeri geldiğinde yani lafız ve o lafızlarda yerini alan mevcut hükümlerin sorunlarına çözüm üretmediği yerlerde farklı hükümler vermişler. Bunu yaparken de Allah’ın maksadı ve insanların maslahatını esas almış, onları bu noktaya ulaştıracak usul kaideleri vaz’ etmişlerdi ki maslahat bunlardan biridir.
Netice itibariyle; bugün bizlerin de dine ait bilgide ulemanın açtığı, temellerini ve usullerini belirlediği, yaşanan gerçeklikler üzerinden uygulamalarda bulunduğu yoldan ilerlemeye ve gerektiğinde yeni düşünceler üretmeye, re’y ekolünün ve onun devasa önderlerindeb biri olan İ. Azam’ın akılcığını yeniden ihya etmeye ihtiyacımız var. Malum o, nassların yorumlanmasında akla emsalinden çok daha farklı bir rol biçmiş, entelektüel birikimi, sosyal ve ekonomik hayatın içinde olmasının getirdiği avantajlar, Kur’an sünnet ve sahabe içtihadı arasındaki tutarlılığa riayet ederek içtihadi faaliyetlerde bulunmuştur.
Yanlış anlaşılmalara medar olmaması için tavzih edeyim; mevcut geleneğimiz bizim karşı karşıya bulunduğumuz ve çözmekle mükellef olduğumuz sorunlara yettiği ölçüde ne usulde ne de füruda bir arayış ve yenilik içine girmeye gerek yok. Şahsen bunu fantezi arayışı, zaman ve kaynak israfı olarak görürüm. Ama yetmediği yerlerde bunun yapılması şarttır ve yetmediği de açıktır. Aksi halde İslam dinini, neşet etmiş olduğu zaman ve mekân diliminin içine sıkıştırmış oluruz. Bu durumda dini yaşamanın yegâne şartı nüzul dönemi şartlarını hayatın her alanında yeniden ihya etmektir ki bu muhali talepten başka bir şey değildir. Kaldı ki Allah’ın böyle bir şeyi istemediğini açık Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber beyanlarından biliyoruz.
Son bir not; maslahat denince Necmeddin et-Tûfî’den (ö. 716) bahsetmemek mümkün olmaz. O maslahatı nass’ın da önüne yerleştiren ve neredeyse bütün İslami değerleri “zarar vermek de zarara zararla mukabele etmek de yoktur” hadisi üzerinden yorumlayan bir yol izlemiştir. Fakat takdir edersiniz ki bu online gazete köşesinde değil daha geniş ve kapsamlı yazıların konusudur. TR724.COM