Önceki gün tutuklanan gazeteci Zafer Özcan’la ilgili kızı Ebrar Beyza Özcan kişisel blogunda bir yazı kaleme aldı: Uçsuz bucaksız bir düş ve yazı evreninde ona yoldaşlık etmiş olmanın büyüsünü nasıl anlatabilirim ki…
EBRAR BEYZA ÖZCAN yazdı…
Bir gün her zaman ki gibi akşam yemeği için bekliyorduk babamı. Henüz kimse soframızı dağıtmamıştı böyle. Bir arada olabilmek şimdikinin aksine bir lüks değil, sahip olduğumuz en güzel rutindi. Ben açtım ona kapıyı. Gülümsüyordu, bir şey anlatacaktı bana. İfadelerini, sevincini ve hüznünü çok iyi anlardım, ona en çok benzeyen evladı olmamdan ötürü sanırım. Biraz ıslanmıştı üstü başı. Bundan bir hafta kadar öncesinde yağmurlu bir günde araba kullanırken dikkatsizlikle yoldan geçenlere su sıçratmış, tam o anda inip özür dilemeyi istemiş ancak durma imkanı olmadığından vicdan azabı ile birlikte yoluna devam etmişti. Yanında da ben vardım, “bile isteye yapmadın sonuçta” diyerek teskin etmeye çalıştım onu biraz. “Umarım bir şekilde bu dünyada öderim bu hatamın bedelini, çok üzgünüm” dedi. Dokunsam ağlayacak bir kıvamdaydı, ben o zaman anlayamamıştım neden bu kadar üzüldüğünü. İşte bu olaydan yaklaşık bir hafta sonra, eve üstü başı ıslanmış bir şekilde geldiğinde heyecanla anlatmaya başladı olan biteni. “Hatırlıyor musun ben yoldan geçenleri ıslatmıştım yanlışlıkla, bugün de bir araç beni ıslattı aynı şekilde. Neredeyse teşekkür edecektim adama. İnşallah ödemişimdir hatamın bedelini kızım” dedi…
Daha pek çok örnekle anlatabileceğim şekilde, kul hakkına riayet eden ve bize de sürekli bunu öğütleyen biriydi babam. Onun karakterine o anda hayran kalmış, bu tertemiz heyecanı karşısında gözlerim dolmuştu.
Bizim için kötü zamanlar başladığında çok farklı bir noktaya evrildi ilişkimiz. Bana hep çok düşkündü ama artık evladından öte sırdaşıydım onun, dert ortağıydım. Hiç unutamam, birlikte geçirdiğimiz kısa bir tatilimin ardından beni İstanbul’a uğurladıktan sonra bir yazı yazmıştı bana. Bu süreçte yanında olduğum için çok şanslı hissettiğini ve ona dayanma gücü verdiğimi anlatıyordu. O an büründüğüm kimlikte aslında nasıl biriydim, nasıl biri olmam gerekiyordu bilmiyorum. Tek yapmaya çalıştığım şey senelerdir beni saran kozayı çatlatıp dışarı çıkmak ve büyümekti. Büyüyebildim mi, onu bir an olsun tüm bu çirkinlikten uzak tutmayı başardım mı, bilmiyorum. Ama kendimize romanlardan bir dünya ördük beraber. Sadece ikimiz ve çağlar boyu yaşanmış aşklar, isyanlar, ayrılıklar vardı dünyamızda. Zaman zaman satır aralarında kendimize benzeyen insanlara rastlardık. Sanırım en büyük tesellimiz buydu. Dünya elbette dümdüz bir yol olmayacaktı ama insan bazı şeyleri ancak kendi başına geldiği zaman fark ediyordu. İnsanlık tarihinde acıdan ve ayrılıktan bol ne vardı zaten?
Babam hayvanları çok severdi. Bilhassa kedilere ayrı düşkündü. İkimiz yolda yürürken bir kediye rastladığımızda hemen yanına gider, onu sevdikten sonra yola devam ederdik. Sanırım onunla yürüyor olmanın en güzel yanı buydu. Göğsündeki o merhameti somut bir varlık gibi hissederdiniz onu tanısanız. Ben bütün hatalarımı o merhametin yumuşak iklimine bırakır, beni sarıp sarmalayacağı anı beklerdim. Zaman zaman beni öpmek istediğinde yanağıma batan sakallarından rahatsız olup geri çekilirdim, en büyük pişmanlığım bu şimdi. Onunla aramıza örülen duvarın ardında, içimden onunla konuşuyorum devamlı. Zihnim sınır tanımıyor, oradan da işitiyordur ağladığımı eminim. Kızıyordur belki bana içten içe. “Ağlanacak bir şey yok” diyordur tatlı sert sesiyle. Bense ruhumu özgürleştirmek, onu anlatmak, onu tanımayanlara nasıl biri olduğunu gösterebilmek için yazıyorum. Yüreğimi dolduran tüm hisler beni boğmasın, derdimi halden anlayanlara pay edeyim diye yazıyorum.
Biliyorum, daha seyahatler edeceğiz birlikte, onun şefkatini tanımayan kediler var henüz. Kitaplarının da boynu bükük kaldı.
Babam her kesimden insanla işi gereği tanışmış, onların nazarında özel bir yere sahip olmuş biriydi. Açık fikirli ve ön yargısız kişiliği sayesinde birbirine zıt pek çok karakterin sevdiği biri olmayı başarmıştı. Kendisine yapılmış kötülüklere, hadsizliklere bir gün olsun misliyle karşılık vermedi. “Bizim onlardan bir farkımız olsun. İyiliğe iyilikle karşılık vermek kolay, zor olan kötülüğe iyilikle karşılık vermek” derdi. Aşkla yaptığı mesleğini kaybettiğinde dahi bizi o teselli etti. Bunca senelik birikimi bir anda yok olmuş, vaktiyle hiç susmayan telefonu derin bir sessizliğe bürünmüştü. Öne çıkan bir diğer özelliği ise vefasıydı bana göre. İmkanlarını zorlayarak da olsa hal hatır sormayı ihmal etmezdi hiç. Ama bolca vefasızlık gördü, hiç bahsetmek istemese dahi çok içerlerdi tüm bunlara biliyorum. En yakının düşman kesildiği, sınırsız kötülüğün kol gezdiği bir zamanda her şeyi normalleştirmeye çalışırdı kendi içinde. Göğsündeki sızıyı bilirdim, zaman zaman nükseden bir hastalık gibi rahatsız ederdi onu insanların bu kadar kötülüğe kabiliyetli oluşu.
Onunla ilgili anlatmak istediğim onlarca şey var. Elimden gelse herkese tek tek tanıtmak isterdim onu. Yapabileceğim tek şeyi yapıyor, yazıyorum şimdilik. Uçsuz bucaksız bir düş ve yazı evreninde ona yoldaşlık etmiş olmanın büyüsünü nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Hayatımın orta yerinde bir anıt gibi bıraktığı parmak izlerini vicdan haritam yaptım.
Çetin Altan’ın bir denemesini okutmuştum ona. “Bizim hayatımızın tılsımı nedir sence?” demişti onu okuduktan sonra. O an düşünmek istemiştim bunu ama artık cevabı biliyorum.
Bizim hayatımızın tılsımı, birbirimize sahip olmamızdan başka ne olabilir ki?
NOT: Yazı Ebrar Beyza Özcan’ın Hercümerç adlı blogundan alınmıştır.