1999 yılında yaşıyor olsak ve Naci Bostancı hala Birikim’de yazıyor olsa Tayyip Erdoğan’ın ‘Ya benimsin ya kara toprağın’ tavrını ‘ilkel kabilevi ruh’ olarak tanımlardı. Tabii öyle bir yazının yazılabilmesi için Naci Hocanın önce oturduğu AKP’deki koltuğu feda etmesi gerekiyor. Naci Bostancı’yı Zaman’ın kafeteryasında yaptığımız son görüşmeyle hatırlıyorum.
AKP’den teklif aldığını belirtip bizim görüşümüzü öğrenmek istediğini söylemişti. Samimi bir ortamda üç ya da dört kişiydik ve ortak kanaat Naci Hoca gibi donanımlı isimlerin siyasete seviye katacağı yönündeydi. Sabit yazar olarak devam edemeyeceğine dair ilkemizi hatırlatmakla yetindik. Diğer siyasiler gibi arada yine periyotsuz biçimde yazabileceğini vurguladık ve ayrıldık. Politika denilen dipsiz kuyunun onu da dönüştüreceği ve benim metamorfoz portrelerden biri haline geleceği aklımın ucundan geçmezdi. Bilemezdim, Gregor Samsa gibi bir sabah böceğe dönüşeceğini ve daha önce iğrendiği şeylerden zevk almaya başlayacağını..
Naci Bostancı, 7 Haziran-1 Kasım arasındaki güdük dönemi de sayarsak üç dönemdir milletvekili ve şu anda grup başkanı yani AKP’nin iki numaralı koltuğunda oturuyor. Erdoğan milletvekili olmadığı için parlamentoda onun vekili. Metamorfozun keskinliğini görmek için vekillikten önce söyledikleriyle bugünkü duruşunu yorumsuz karşılaştırmak bile yeterli. Ama hemen heveslenmeyin kendi sitesi ‘bakımda’ ve Zaman arşivi ise kayyımlar tarafından silinmiş durumda. Yazılardaki bazı ifadeleri hatırlayarak arama yaparsanız alıntılamış sitelerden ulaşabilirsiniz ancak.
“Milletin, mazlumların yorulmayan sesi, gücü, iradesi Erdoğan!” Bostancı’nın sosyal medya hesaplarında bu tür paylaşımlara sıkça rastlayabiliyoruz.
Bunlar artık ‘yeni Türkiye’nin normali’ ama doların 6,87 olduğu günlerde yaptığı ‘Finansal işlemlerle terbiye edemezsiniz, diz çöktüremezsiniz’ temalı konuşmayı dinlediğinizde ‘içine Yiğit Bulut kaçmış’ diyorsunuz. Doların gerçek değerinin en fazla 4 lira olduğunu savunan Bostancı, ödünç cümleleri içselleştirerek söylevine, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarını ve Gezi’yi katarak devam ediyor. Bu konuşma zamanın ruhunu yansıttığı için kolaylıkla bulabilirsiniz.
Meclisteki konuşması sonrasında linç edilen SP milletvekili Cihangir İslam’ı hedef alan linç ayinine Bostancı’nın da katıldığını söylesem inanmazsınız. Oysa aynen şöyle diyor: “Maalesef, Cihangir Bey, DEAŞ örgüt kafası ile konuşmuştur, terör örgütünün muhakemesi ile aynı paralele düşmüştür. Bunun demokratik kültürle, kesinlikle İslam’la, rasyonel muhakemeyle, okur yazarlıkla ilgisi yoktur. Bu, fanatizmin dilidir.”
Siyasetten önceki son işi Türkiye’nin en köklü iletişim fakültesinde dekanlık olan biriydi Bostancı. Buna rağmen AKP kongresinde bazı gazetelerin akreditasyon uygulanarak salona alınmamasını savundu. Hem de geçmişte Genelkurmay’ın da akreditasyon uyguladığını belirterek ve onun arkasına sığınarak yaptı bunu.
Yıllarca gazete sütunlarında ve üniversite amfilerinde hukukun üstünlüğünden dem vurmuş bir akademisyeni anayasayı çiğnemeye ikna edecek şey nedir? Anayasanın amir hükmüne rağmen, gizli yapılması gereken anayasa değişikliği oylamasında açık oy kullanan birinin geçmişine reddi miras yapması gerekir. Gerçi aleyhine kullanılır endişesiyle sitesini ‘bakıma’ aldırmış ama bunun mahcubiyetten olmadığı çok aşikar. Zira metamorfoz için önce o duygulardan arınmak gerekiyor.
Bostancı’nın, Yeni Zelanda’da camideki müslümanları hedef alan terör eylemi ile ilgili söyledikleri de korkunç. “Tayyip Erdoğan, İslam ve Türk dünyasında birlik ruhunu temsil eden liderdir” diye söze başlıyor. (Bu anış mecburi sanki!) Ardından
Müslümanlar arasından çıkan terörün bir açıklaması ve sosyolojisi bulunduğunu anlatıyor.
“İslam dünyası sömürülmüş, bombalanmış, yağmalanmış şiddete uğramış bir alan.. Ortadoğu coğrafyasında herkes silahlanıyor. Yahudiler, hrıstiyanlar ve müslümanlar hepsi silahlı. Eğer bir coğrafya, tarihselliği içinde ve bugünkü yapısında şiddetin, çatışmanın ve kargaşanın içindeyse burada şiddetin doğması için yeterli neden vardır. Bu şiddetin doğmasının asli faili, burayı çatışma ve kargaşa içinde bırakan ve uzun yıllar sömürgeleştirmek için fatihane bir tavırla gelenlerdir. Terörün doğduğu bir şiddet ortamı var, İslam dünyası böyle bir duruma maruz bırakılmış.
Bunu terörü ve bazı örgütleri meşrulaştırmak için söylemiyorum ama emperyal hegemonyanın doğurduğu bir şiddet var. Bu Yeni Zelanda’daki terörist neye maruz kalmış da bunu yapıyor? Olmamış şey üzerinden, benim ülkeme gelip işgal edecekler diye terör gerçekleştiriyor. İkisi mahiyet ve karakter olarak birbirinden çok farklı.” Bostancı’nın bu tezleri El Kaide türü terör yapılanmalarının da gerekçeleri arasında yer alıyor ve iktidar partisinin iki numaralı koltuğunda oturan biri için tehlikeli bir söylem. Gerçi liderinin miting meydanlarında kanlı görüntü izlettiğini düşünürsek anormal gelmiyor. İŞİD için bir dönem kullanılan ‘Bir avuç öfkeli genç’ savunusuna da paralel.
Politikacı Naci Bostancı’ya metamorfozdan önceki akademisyen Naci Hoca nasıl cevap verirdi dersiniz. Şunları yazmış vakti zamanında:
“Bütün bu sosyal değişme sürecine paralel olarak, bu ülkedeki insanları buraya ait hissettirecek ve beraberce aynı siyasî toplumu oluşturduklarını düşündürecek bir “kollektif kimlik” ya da “birarada yaşama sanatı” inşa edilmiş değildir.
…Muktedir olmanın yarattığı egemenlik sendromu yüzünden yaratıcı dehası körleşen bürokrasi, ifade edenler tarafından dahi inanılmayan bir simülatif söz repertuarı oluşturmuştur. Bu zeminde resmî ideoloji, aklın değil, gizli münkirlerin iktidar ilişkilerinde pozisyon kapmak için onay verdikleri ritüelin, bir tür tamamlayıcı unsuruna dönüşmüştür.
…Kendi kollektif imgesine narsisistik bir yönelişle kapanmış, ötekiyle gerçek ilişkiler kuramayan, kendisini kurtuluşçu bir politik hareket olarak hayal eden ve herkesin kurtuluşunun ancak aynı yerde toplanmakla (tabiî ki o hareketin bulunduğu yer) mümkün olacağına inanan bu grupların başkalarına reva görecekleri muamele elbette “Ya benimsin ya toprağın” sloganıyla taçlanacaktı. Çünkü onların bulunduğu yer Hakikatin kendisiydi ve bu haliyle tartışılabilir politikaları değil Mesiyanik bir inancın fetihçi karakterini ifade ediyordu.” (http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5105/ya-benimsin-ya-topragin#.XJFqyi33BQI )
“Dolayısıyla savunmalar, mukabil eleştiriler, çeşitli sıfatları çağıran anlatım biçimleri olağan. Bunu bir ölçüde zorlayan, sadece övgülere açık olan, eleştirileri her vakit “hainlerin, satılmışların, karanlık yerlere hizmet edenlerin” işi şeklinde okuyan zihniyettir. Bu yaklaşımın bir nedeni ait olduğu yeri kutsayan ve eleştiriyi bir tür “küfür” olarak değerlendiren “kesin inançlılık”tır.” (05 Mayıs 2010/Zaman.)
Bostancı, “Diktatörlerin ikindi güneşindeki gölgeleri” başlıklı yazıda Kaddafi’yi anlatıyor. Kaddafi kısmını silip çadır yerine Saray yazsak bugüne hitap eden bir yazı olmaz mı?
“Kırk iki yıl böylesine derin çelişkileri olan bir rejimi ayakta tutmak kolay değildir. Gelirleri, hayat tarzları, dünyaya bakışları arasında uçurumlar olan insanları “düzen” altında tutabilmek özel çabalar gerektirir. Gerçek hayat şartlarının maddi ve moral mesafelerini “adil dağıtım” ile dolduramıyorsanız onun ikamesini sopadan ve “yanılsamalardan” beklersiniz. Kaddafi de sopayı kullandı, yoksullara kendi hayatlarını unutturacak, hayali olarak özdeşleşmelerini sağlayarak teselli sunacak “ideolojiler” üretti. Çöl hayatının zorlu şartlarında yaşayıp Batı’ya karşı kol kola girmiş hayranlık ve öfke ile bakan kitlelere, Batı başkentlerine çadırlar kurarak onların onurlarını temsil ettiğini fısıldadı. Kendi çadırları olmasın, ne önemi vardı, Kaddafi hepsinin çadırı olarak Batı’nın kalbine o çadırları dikmiyor muydu? Artık ölseler de gam çekmemeleri lazımdı.” (02 Mart 2011/ Zaman)
Bostancı’nın 12 Eylül’den sonra birlikte yargılandığı, sonrasında akademik dünya ve yazı hayatında beraber olduğu Mümtazer Türköne ve Ahmet Turan Alkan gibi isimler bu dönemin en büyük mağdurlarından. Bostancı ise söz konusu mağduriyetin cellatları arasında. Hangisi doğru adam, hangisi doğru hayat? Adorno olsa işin içinden çıkabilir mi?
ÇIKAN KISMIN ÖZETİ
‘Dönüşüm’ bir bilim kurgu romanı değil; ekonomik gücün toplumsal ilişkileri belirleme ve dönüştürme gücünü analiz eder. Kafka, Metamorfoz’u bugünün Türkiyesinde yazsaydı hayal gücüne fazla iş düşmezdi. 85 yaşındaki Sisi Bingöl’e ya da yeni doğum yapmış lohusa kadınlara eziyet etmekten haz alan bir ‘Yeni Türkiye’ var karşımızda. Kabuğunun üstüne sırt üstü yuvarlanmış ve bir türlü ayağa kalkamıyor.
Kafka değilim, ama bir portreler dizisi yapmayı düşünüyorum. Yakın tarihte iz bırakmış isimleri kişisel tanıklıklarımla birlikte ele almak istiyorum. Toplumsal dönüşümün fotoğrafını çekmenin kolay yolu temsil kabiliyeti yüksek örnekleri masaya yatırmak. Pek çoğu Kafka’nın Metamorfoz’da anlattığı türden dönüşümler yaşadığından ilginç tablolar ortaya çıkıyor. Gregor Samsa’lar; onları dönüştüren ortamlar ve yeni normalleri doğuran saikler birlikte ele alındığında bir çok soru cevabını buluyor; resimdeki boşluklar doluyor.