Birçok arkadaşlarım gibi ben de, ömrümün son dönemlerini yaşamaktayım. Nefis kabul etse de etmese de; yaşlılar arasına girmiş durumdayız ama, aslâ ihtiyar değiliz.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, dünya adına maddî ve mânevî bir beklentimiz yoktur. Her an Azrâil’in (as) kapımızı çalmasını beklemekteyiz.
Şahsım adına her gün ikindi sonrası vaktimi yaşarken, akşam ezanı olunca bekleme salonu olan dünyadan ayrılıp, kabir tünelinden geçip Rabbim’e, Efendim’e, varlık sebebi anne ve babama, sevdiklerime kavuşma mevsiminin geldiği düşüncesiyle geceye giriyorum.
Sabah gözümü açtığımda, -hayaliyle yaşadığım o sevdiklerimle karşılaşacağımı beklerken- yine dünyâya, sıkıntılar arasına giriyor; kâfirlerin, zâlimlerin, münâfıkların insafsızca çocuklara, kadınlara, dünyâdan daha çok âhirete kendilerini adayan îman, Kur’an ve insanlık hizmetine vakfetmiş kardeşlerimize yaptıkları zulümlerle karşılaşıyorum.
Böylesine insanlığa yakışmayan -hayvanlara bile yapılması uygun olmayan-; zâlimlerin zulmü, çocuk ve kadınları, mazlum, mağdur ve mahkum suçsuz insanları ezmesi, elbette ki canımızı yakıyor, bizleri üzüyor. Fakat, içimizde bulunup da onlara bilerek veya bilmeyerek yardım edenler, daha çok ruhumuzu örseliyor ve vicdânımızı tâzib ediyor.
Buna rağmen gücümüz yettiği ölçüde, gelecek hayru’l hâlef nesillerimize destek olmaya, onlara daha güzel bir dünya bırakmaya gayret ediyor; kardeşlerimizi bu mevzûda vahdete, sevgiye, birlik ve beraberliğe, kardeşlik rûhu ile hareket etmeye, böylece dünyâ barışına katkıda bulunmaya teşvik ediyoruz.
Hissî hareketlerden uzak, kişisel hatâları umûmîleştirmeden, kendi doğrularımızla değil Allah ve Resûlullah’ın emri üzere, ‘Şûrâ’yı esas alıp hareketlerimizi ona göre tanzim etmeyi tercih ediyoruz.
Kimseye karşı gayz, kin, nefret ve düşmanlığımız yok ama, inancımız ve hizmetimizin temel prensiplerine sımsıkı bağlı kalmayı da ihmal etmediğimizi ifâde etmeliyim. Ümmet-i vasat olmanın hakkını verme gayreti içinde, üzerimize düşen vazîfeleri ihmal etmemeye çalışıyoruz.
Büyüklerimize saygıda kusur etmemeyi bir vazîfe bilmenin yanında, geleceğimizin büyükleri olacak küçüklerimize karşı da; sevgi, şefkat ve merhametle muâmelede bulunmayı, onları geleceğe hazırlamayı da, bir sorumluluk ve mes’uliyet olarak kabul ediyoruz.
Kudret-i Sonsuz Rabbimiz’e istinât ederek -şartlar ne olursa olsun-, bugüne kadar hiçbir zaman ye’se düşmedik. İnşaallah bundan sonra da düşmeyeceğiz.. Olup biten her hâdiseden Hakîm ve Hâkim olan Rabbimiz haberdardır. O’nun her icraatında mutlaka hikmetler vardır. Önemli olan mü’minin, sebeplerde kusur yapmama gayreti içinde bulunması gerekir.
Akıl, irâde ve şuurumuzu vahy-i semâvîye bağlayıp marziyyat-ı İlâhiyye’ye kalbimizi kilitleyerek, vazîfelerimizi yapmakla mükellefiz. Serâzat bağımsız, nefs-i emmâreye tâbî olarak yaşamak, şeytan ve nefse esir olmak demektir.
Şems sûresi 8, 9 ve 10. âyetlerde; “Ona hem kötülüğü, hem de ondan sakınma yolunu ilham edene yemin olsun ki: nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran felâha erer. Onu günahlarla örten ise ziyâna uğrar.” buyrulmaktadır.
Hizmet; îman erkânı, inanç esasları üzerine binâ edilmiştir. Gönüllülük ve fedâkarlık prensipleri doğrultusunda devâm etmektedir. Temelinde vahdet-i rûhiye, emniyet, barış, adâlet, demokrasi, sevgi ve kardeşlik vardır.
Ondört küsur asır evvel, hükmü kıyâmete kadar devam edecek şekilde Hâtemü’n Nebî olan Hz.Muhammed (Sallahü Aleyhi Vesellem), Allah’ın emriyle İslâm’ın temelini atmış, müslüman olmanın prensiplerini va’z etmiştir. Nice düşmanları bile, netîce itibâriyle O’nu (sav) tasdik edip îmanla şereflenmişlerdir.
Bugün bizlere düşen en önemli sorumluluklardan birisi, hizmetimiz ve îmânımızdan dolayı bizlere düşmanlık besleyenlere bile, güven telkin ederek rüştümüzü isbat etmektir.
Aynı zamanda meşrû, hukûkî haklarımızı adâlet yoluyla talep etmenin dışında, mukâbele-i bilmisilde bulunmadan, sokağa dökülmeden; kimsenin malında, canında, nâmusunda, makâmında, gözümüz olmadığını fiilen göstermeye çalışmak olmalıdır.