Arkadaşımız Hasan Ahmet Gökçe’nin gönderdiği bir hatırayı aynen aktarıyorum:
1994 yılının Eylül ayıydı. Duşanbe’ye geleli ancak bir ay olmuştu. Duşanbe’deki Ekonomi Lisesinin lojmanında kalıyorduk. Kalmak zorundaydık. Kalacak başka bir yerimiz yoktu. Ölü bir şehre benziyordu o zaman Duşanbe. Nasıl benzemesin ki? Kardeşi kardeşe kırdırmışlardı. Fitne tohumlarını atmışlardı o masum insanların içine. Kendilerine misafir gelenlere neredeyse canını ikram edecek kadar yüreği cömert bu insanlar bilinmedik(!) kırılası ellerin oyununa gelmişlerdi. Komşu komşuya güvenmez olmuştu. Böyle bir ortamda kalacak başka güvenli bir mekan ayarlayamamışlardı. O yüzden okulda kalıyorduk. Okul daha güvenliydi. Okulun etrafı iki metreyi aşan beton bloklarla çevrilmişti. Kapıda çoğu zaman silahlı korumalar bekliyordu.
Suntayla ikiye bölünmüş bir odada kalıyorduk. Altı kişi bu odanın yaklaşık 30 metrekare olan kısmında yatıp kalkıyorduk. İçimizde evli ağabeylerimiz de vardı. Eş ve çocuklarını getirmemişlerdi. Aradan iki ay geçtikten sonra yavaş yavaş okula yakın evlerden kiralayıp oralara gitmiştik. O zamana kadar evli ağabeylerimizin çocukları da gelmiş, onlar da okuldan taşınmışlardı. Üç veya dört tane eski kanepe vardı. İki kişi de yere ince pamuk yataklardan atıp orada yatıyorduk. Odanın öteki tarafı yaklaşık 15 metrekare idi. Orada da yüzü kirlenmiş, eski bir kanepe vardı. Kanepenin kapıya bakan başucunda yine suntadan yapılmış kaba bir elbise dolabı vardı. Ayak ucunda ise neredeyse duvarın tamamını kaplayan tahtaları çürümüş, camların bazı kısımları kırılmış dev asa pencerenin dibinde bir sehpa vardı. Sehpanın üstünde uluslararası görüşmelerin yapılabildiği belki de Tacikistan’daki nâdir telefonlardan biri vardı. Sunta duvarın karşısındaki duvarda pencereye yakın duvara çakılmış okul zilinin düzeneği bulunuyordu. İşte bu küçük oda tarihin şahit olduğu nadir şahsiyetlerden birisini ağırlıyordu. Ona göre sıradan biriydi. Belki de onu büyük yapan “ben” duygu ve düşüncesini bir Mürşid-i Kamil’in potasında eritmiş olmasıydı. Zaten gelen giden misafirlere gösterdiği bir levha vardı, pansiyonun koridorlarına asılmış. “Ben sen yok, Biz varız.” O büyük şahsiyet Hacı Kemal Erimez idi.
Sadece geceleri orayı kullanırdı. Kullanmak denilebilecekse ismine. Geceleri delik deşikti. Nereden mi bilirdik? Sunta duvar mahremi nâmahrem yapıyor bazen. Görüntüyü gizlese de gecenin karanlık ve sessizliğini bozan o inilti ve yakarışları geçiriveriyor ötesine. Yatamadığını anlardık. Kapı gıcırtısını duyunca belli ki koridora çıktı derdik. Belki de bizim o “Kasrına nüzul eyler seyran gecelerde” geceleri gafletle geçirmemize hayıflanırdı.
Hacı Ata derdiler. Çünkü Hacı Ata’yı uykusuz bırakan dünyevi beklentiler değildi. Kendisine Ata diyen o insanların ızdırabını ata şefkatiyle yüreğinde hissetmesiydi. Kardeş kanının aktığı Tacik halkının yangın yerine dönen yüreğine serpebileceği bir yudum suyun hesabını yapıyordu. Tacik gençlerinin cehalete kurban gitmemeleri için Mevla’ya yakarışlarda bulunuyordu.
Yine böyle bir gecenin sabahıydı. Ezanı neredeyse iki aydır duymuyorduk. Daha uzun süre de duyamayacaktık. Sabah namazı vaktiydi. Bizler buz gibi suda abdestimizi almış, koridorun en başındaki bir odada namaza durmuştuk. Hacı Ata da abdest almış, gelip bize yetişmişti. Omuzlarını omuzlarımda hissetmek ne büyük şeref. İmam Zümer suresini okuyordu.
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: ‘Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedi kalmak üzere buraya girin.’ , Onlar şöyle der: ‘Hamd, bize olan vaadini gerçekleştiren ve bizi cennetten dilediğimiz yere konmak üzere bu yurda varis kılan Allah’a mahsustur. Salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzelmiş!” (Zümer Suresi, 73,74)
Hacı Ata’yı bir anda bir ağlama tuttu. Öyle ağlayanı hiç görmedim dersem mübalağa etmiş olmam. Hıçkırıklarını içine gömmeye çalışıyordu. Çalıştıkça zorlanıyor ve sarsılıyordu. Namaz bitmişti. Hacı Ata ağlamaya devam ediyordu. Hacı Ata yan taraftaki odasına geçti. Güneş doğuncaya kadar Hacı Ata’nın ağlaması hiç kesilmedi. Bizi bir endişe sardı. Kalp ve şeker hastasıydı. Hacı Abiye bir şey olmasından korkuyorduk. Ama o çok farklı âlemlerdeydi. Onun derdi neydi? Niye ağlamıştı bilemem. Âyet mi sarsmıştı onu. Altına girdiği işin ağırlığı mı? Yoksa Yüreği dağlayan o anaların imdadına yetişememe endişesi mi?
“Ah edip ağlamadan, sineleri dağlamadan, su gibi çağlamadan bu dağlar aşılmaz.”