Bir vakte erdi ki bizim günümüz,
Yiğit belli değil, mert belli değil.
Herkes yarasına dermân arıyor,
Devâ belli değil, dert belli değil.
Ruhsâtî
Ahirzamân!
Müthiş bir fitne, karışıklık, keşmekeş zamânı.
Hadislerle bize ihbâr edilmiş, genel çerçevesi şu şekilde resmedilmiş;
Hiç kimse,
- kendisinden,
- çevresinden,
- kimseden emin olamayacak,
- doğru ile yanlış arasındaki çizgi tamamen kaybolacak,
- doğru, yanlış,
- yanlış ise doğru addedilecek,
- iyi ile kötü yer değiştirecek
- Yalan mergûb metâ olacak
- cehennemî hâlet cennete, cennetî hâlet ise cehenneme evrilecek.
- Yalancı “câhil” (güyâ) âlimler, zâlim idâreciler bulunacak,
- Zulüm arttıkça artacak
Efendiler Efendisi (aleyhisselâtu vesselam), sabâh ve akşâm ahirzamânın şerrinden Allâh-u Teâla (azze ve celle) Hazretlerine sığınıyor ve bize de sığınmayı tavsiye ediyordu.
Hadis kitaplarında Efendimizin (sav) âhirzamâna ait ihbârâtı, “Kitâb-ül fiten velmelâhim” kısımlarında uzunca anlatılır.
Üstâdımız Bedîüzzamân Saîd Nûrsî Hazretleri de ahirzamân fitnesi üzerinde çok duruyor ve dikkat etmemiz gerektiğini söylüyordu, dikkât ama nereye kadar.
Fitne o kadar dehşetlidirki istesekte istemesekte, arzu etsekte etmesek de imtihân geliyor, geliyor ve bizlere tosluyor.
Hadîsin ifâdesiyle, âhirzamân fitnesi o kadar dehşetliki hepimize bulaşmış, hepimiz zükkâm olmuş bir halde dolaşıyoruz.
Rabbimiz yardımcımız olsun, inşallâh-u teâla, bizleri fitneden ve benzerlerinden, inâyet, kerem ve hıfziyeti ile muhâfaza buyursun.
Yine dikkat çekiliyor, “Süfyâniyet ve Deccâliyet ahirzamân mü’minlerinin üzerinden elini aslâ eksik etmez, başlarına musallat olur, zulmeder”
Zulm uzun sürer.
Uzun süreli, ciddi uğraş, gayret, ümit, sabır ve inâyetle ancak kurtulabiliriz.
Dehşetin büyüğü, Ortadoğuda, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta dünyânın değişik bölgelerinde devam ederken, bence Türkiye’de enteresan bir “vâr olma” mücâdelesi yaşanıyor.
Maalesef Türkiye’de zulüm tamamen islâm adına, islâm perdesi altında, güyâ islâmî bir elle yapılıyor, gizli bir nifâk şebekesi aldatarak, suret-i hakk’tan görünerek kardeşi kardeşe kırdırıyor.
Ya olacak, ya ölecek.
Emînim, biiznillâh biz kazanacağız.
Bu yazıda, Türkiye’deki en sıhhatli İslâmi yapı “hizmet hareketi” için kullanılan “f.tö” kelimesi üzerinde durmak istiyorum, derin anlatıma, ince tahlillere girmeden, genel İslâmî, hukûkî anlayışla meseleyi irdelemek istiyorum.
Bu ifâdeyi kullanmak doğru mu ? değil mi ?
Mâlesef, her kademedeki, muttakî, muhlîs, iyi müslümân, iyi insân olduğunu söyleyen kimseler dahi, bu kelimeyi sorumsuzca, düşüncesizce kullanıyorlar.
Beşeri hukuk, her ne kadar bazı noktalarda ilâhî hukuktan ayrılsa, farklı hükümlere varsa da, kaideleri itibâriyle, çoğu zamân ilâhi hukuk kaidelerinin yansıması, mislî-nisbî düzenlemesi, bâzen “arzen” değiştirilmesi ile oluşturulmuştur.
Her iki hukukunun amacı insana, varlığa-ahlâka hizmettir.
Hukuk kalbe değil, ele bakar.
Her sistem suçun oluşması için
- kanûnilik
- eylem
- suç olarak kabul edilme
- bilerek isteyerek yapmayı öngörür
Bütün hukuk sistemleri kalbe değil ele-fiile bakar.
Eğer ortada kanunen belirlenmiş, yasak, bilerek yapılan, suç teşkil eden bir eylem yoksa suçun unsurları bulunmadığı için suçta yoktur.
Bundan ötürü, menfi bir eyleme dönüşmeyen düşünceye, herhangi bir yaptırım, müeyyide uygulanmaz.
Düşünce özgürlüğü insanlığın en temel haklarından biridir.
Eylemsiz düşüncelerinden ötürü insanlar mahkûm edilecek olsaydı, başkalarına uymayan düşüncesinden dolayı, herkes mahkûm edilebilirdi.
İlâhi yada beşeri bütün sistemler düşünceyi değil ortaya konan menfi eylemleri cezalandırmaktadır.
Tabi diktatoryâl, faşist uygulamalar hiçbir hak hukuk kâidesini kabul etmediği için bu daire dışındadır.
İslâm’da kesinlikle kalbe değil ele-fiile baktığından, kalpten geçen düşünceler, beyinde cirit atan soru ve problemler değil, başkalarına zarar veren eylemler cezalandırılır, kimseyi düşüncesinden ötürü tân edemezsiniz, müzâkere, münâkaşa, muhâkeme yapabilir, fakat cezâ uygulayamaz, durduk yere mahkûm edemezsiniz
Doğru âdil bir mahkemede ortaya konulan delil, şâhit ve maddi (somut) bulgular ile insanları mahkûm edebilir, onları cezâlandırma yolunu açabilirsiniz.
Mânevi (soyut) sebeplerle, şüphe ile insanlar mahkûm edilemezler lâkin beraât-i zimmet esastır, yani suçu kanıtlanmadıkça herkes mâsûmdur, atf-ı cürümlerle insanlar mahkum edilemezler, suçun sabit bulunması, sübutu gerekir, ve kararı mahkeme verir.
Türkiye’de kullanılan bu kelime maalesef herhangi bir yargı kararı neticesinde söylenmemektedir.
Ortada suç sayılacak bir fiil, suçun unsurları bulunmadığından, suç telakkîsi ve mevhûm şüpheler ile hareket edilmektedir, ki İslâm’da şüphe var ise dâvâ düşer, şüpheye hüküm binâ edilemez, hüküm verilemez.
Bütün bunlardan ötürü Türkiye’deki cebbârlar mâkul şüphe diye nesebi gayr-i sahih bir kavram icâd etmişlerdir.
İşte bu tam bir hak-hukuk cinâyetidir.
Hâli hazırda maddi bir fiil tesbit edilememiş, iddianâme ortaya konulamamış, bu sebeble mahkeme aşamasına geçilememiş, herhangi bir hüküm verilememiştir.
Mâkul şüphe kavramı iş görmeyince kendi elleriyle uyduruk bir darbe yaparak, İnsanları kandırmaya çalışmaktadırlar.
Bu vesîleyle, maalesef ülkemizde karga-tulumba işleyen “Adalet sistemi” bitmiş, bitirilmiş, bütün Hukuk Sistemi’ne müdahale edilmiş, adaletin için boşaltılmıştır.
Bu ameliyeyi yapanlar, utanmadan, “yargı siyâsetin köpeğidir” diyebilmişlerdir.
Ortada inanmış insanlara ait “dâimâ müsbet” bir düşünce vardır, ama “menfi bir eylem” asla yoktur, hele hele terör asla ve kat’a bahis mevzuu değildir.
İnsanlar haksız hukuksuz zulmen cezâevinde tutulmakta ve bu isimle “f.tö” yaftalanmaktadırlar.
Yapılan uygulama, kullanılan lânetlik ifâde öncelikle İslâm’a, bununla berâber hukuka, hattâ insâfa asla uymamaktadır.
Bu tutum “Suçun şahsiliği” ve “kimse, bir başkasının işlediği suçtan mes’ul tutulamaz” prensiplerinede aykaykırıdır.
Kur’an “ولاتزر وازرة وزر اخرى ” der.
“Hiçbir kimse başkasının günâh yükünü taşımaz” bu ifâde kitâbımızda birkaç defâ kullanılmaktadır, iki şeyi nazara verir; yâni,
- Herkes kendi işlediğinden mes’uldur.
- Birinin işlediği suçtan ötürü başkaları mes’ul tutulamaz.
Tamda hukukun temel prensiplerinden ikisi anlatılmaktadır.
Eğer ortada bir suç var ise, cezâ
- suçun sahibine
- eyleme dökülmesini teşvik eden, azmettirene
- yataklık yapana uygulanabilir
- yoksa bununlarla hiç alakası olmayan eş, dost, akrabâ, sadece düşünce birlikteliğine sahip diye diğer insanlara uygulanamaz.
- Başkaları mes’ul tutulamaz.
Biri cinâyet işledi diye bütün kabîlesini cezâlanıramazsınız.
Yalan yanlış “f.tö” gibi isimlerle herkesi ithâm altında bırakamazsınız.
Eğer yapılıyorsa zulümdür, bu durum islâmî, ilâhî, beşerî bütün hukuk sistemlerini çiğnemektir, hiçe saymaktır.
Bugün Türkiye’de insanlar,
- suç işlediği,
- suçu sabit bulunduğu için değil,
- egemen güç istedi diye,
- suç işlediği var sayımıyla,
- şeytanlaştırılmakta
- insanların çoluk-çocuğu, akrabaları, uzak akrabaları, arkadaşları esir ve tutsak edilmekte
- bu kelimeyle yaftalanmaktadır.
Yarın Allâh katında , İslâm ve hukuk önünde mesuliyeti haiz bu durumun muhâsebesi yapılacak, dünyevi ve uhrevi olarak hesabı sorulacaktır.
Yapılan uygulamalar ve kullanılan isim hiçbir dîni, ahlâki, hukûki kurala uymamaktadır.
Peki bu ifâde hangi sıfatla vasıflandırılabilir ?
A… Hakaret,
Söylenilen söz en ufak tabiriyle hakarettir ki, memnûdur.
Efendiler Efendisi (aleyhisselâtu vesselam) mü’minin mü’mine karşı, hattâ insanlara karşı kötü söz kullanmasını memnû kılmıştır, suçsuz yere, hattâ suçlu olsa bile, sözlü bu nev’i ezâ ve cefâyı kabul etmemiştir.
Beşeri hukuk tarafından da hakaret cezâlandırma sebebi sayılmıştır, maddi-mânevi varlığa karşı işlenen bu suçtan ötürü tazminât davaları öngörülmüştür.
Türkiye’de kullanılan meş’um ifâde en hafif tabiriyle hakaret sayılacak hem İslâmî, hem beşerî mesuliyeti hâiz olacaktır.
( Bu arada beşeri hukuka göre hakaret hafif değil ağır bir suç sayılır)
B… Lakâb
Efenim biz hakaret etmek için söylemiyoruz, sadece bir lakâb olarak kullanıyoruz derseniz, Efendimiz (sav) insanların sevmedikleri lakâplar ile birbirlerini adlandırıp o şekilde çağırmalarını da yasaklamış, memnû görmüştür, dolayısıyla İslâmî değildir.
Kötü lakâba, yine beşerî hukuk açısından bakıldığı zaman, hakâret sınıfına girecektir ve kullanan insanlar mes’ul tutulacaklardır.
C… Gıybet
İslam’ın en sevmediği ameliyelerden birisi kişinin başka kişilerin gıyabında konuşması ve toplumun temelini kötü söz, kötü aktarım ile zir ü zeber etmesidir.
Üstâd Bedîûzzamân’ın ifâdesiyle;
- söylediğin doğru olsa,
- muhatabın gıyabında konuşulan şeyden, memnun olmasa,
- sarfettiğin sözler gıybettir,
- gıybet alçakların silahıdır”
Gıybet direkt olarak kul hakkının çiğnenmesi, kulun hak ve hukukunu ihlâl edilmesidir. Hal böyle olunca ahirette direkt olarak, bir bir helâlleşme gerekecektir.
Hele bir toplumun toptan gıybeti yapılıyor, bu ve benzerleri gibi ifadeleri kullanıyorsanız o toplumun bütünüyle tek tek helâlleşmeniz gerekecektir.
Şahsen, ben buna güç yetiremem.
Her ne kadar beşerî hukuk sistemlerinde “Gıybet” üzerinde durulmamış olsada, ilâhi hukukta memnû ameliyerlerdendir.
Gıybet, ayetle kardeşinizin ölü etini çiğnemeniz, yemeyi sevmeniz olarak vasıflalandırılır ki, hiç bir mü’mine yakışmamaktadır.
D… İftirâ
Velevki mü’min hakkında, mü’minler hakkında söyledikleriniz doğru olsun, gıybettir. Ammâ birde doğru değilse, iki katlı çirkin bir günâh olan iftirâdır, diyor Üstâd Bedîûzzamân.
Evet, yalan yanlış, ortada bir suç, bir eylem, bir hüküm yok iken insânları bu şekilde yaftalamak iftirâdır.
İslâmî ve beşerî hukuk sisteminde ağır cezâları gerektirir.
Ve iftirâ edenler “Adalet döndüğü zamân” neticesine katlanacaklardır.
İslâm iftirâyı çok çirkin görmesi hasebiyle iftirâ edeni, bir kısım beşeri haklardan mahrûm bırakır ve neredeyse ilân edip rezil rüsvây eder.
Hâsılı kelâm ;
Bu tâbir her yönüyle menfûr, mel’un, meş’um bir ifâdedir.
Ne Hakk katında ne halk katında yeri yoktur.
Güyâ koca koca, okumuş insanlar neden kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atar bilemeyeceğim.
Eğer bu ifâde hakkın tecellisi için kullanılıyorsa, ki hak bununla tecelli etmeyecektir.
Eğer egemen, baskıcı, diktatöryâl kafaların isteklerinin tahakkuku için kullanılıyorsa, o da bununla tahakkuk etmeyecektir.
Eğer, popülizm için kullanıyorsanız Rabbimiz sizi bildiği gibi etsin, diyeceğim.
Evet, bu kelime ciddi derecede dünyevî ve uhrevî mes’uliyeti hâizdir.
O halde, geliniz bu kelimeyi kullanarak kendinize ve bize eziyet etmeyiniz…