Son birkaç gün içinde beni heyecanlandıran ne var diye kendime sorduğumda, çatıya attığımız ekmekleri daha sık ziyarete başlayan sığırcıklar var.
İktisat profesörü, gazeteci ve yazar Mehmet Altan, Silivri Cezaevi’nde tuttuğu notları paylaşmaya başladı. P24 sitesinde haftada bir yazmaya başlayan Mehmet Altan’ın son yazısı “Şimdi bir şey söylerdim ama Silivri soğuktur” başlığını taşıyor.
15 Temmuz darbe girişimini önceden bildikleri iddiasıyla Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak ile birlikte müebbet hapse mahkûm edilen Mehmet Altan İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’nin kararının ardından 22 Eylül 2016 tarihinde tutuklanmış yaklaşık 1,5 yıl hapis yattıktan sonra AYM’nin ‘hak ihlali’ gerekçe gösterilerek 27 Haziran 2018’de tahliye edilmişti.
Altan’ın “Şimdi bir şey söylerdim ama Silivri soğuktur” başlıklı yazısı şöyle:Son birkaç gün içinde beni heyecanlandıran ne var diye kendime sorduğumda, çatıya attığımız ekmekleri daha sık ziyarete başlayan sığırcıklar var.
Gençlerin dillerine doladığı “Şimdi bir şey söylerdim ama Silivri soğuktur” esprisi beni aldı, 2017 ve 2018 yıllarındaki Ocak ve Şubat aylarına götürdü. Tabii bu çağrışımın bir sebebi de şubat ayının geride kalmış olması. Cumhuriyet’in Takrir-i Sükûn dönemine bir ufak mola verip, “bugünün Basın Tarihi” hâline gelen Silivri Notları’na geri döndüm. Buyurun, kış aylarında Silivri nasıl, beraber görelim:
1 OCAK 2017, PAZAR / SİLİVRİ
Kuşlar, ekmek atınca gene geldiler. En son geçen Cumartesi günü gelmişlerdi, bugün bir hafta sonraki Pazar.Önce büyük bir heyecanla üşüştüler, sonra daha heyecansız bir kez daha geldiler, ekmeklerin tükenmemesine rağmen aniden dağılıp gittiler .
Bakalım bir daha ne zaman gelecekler…Kuşların ne kuşu olduğunu da anlayamadık , karga değil, güvercin değil, serçe değil…
Sezgin Tanrıkulu geldi, yılın ilk günü ,ilk vekil ziyareti…
Reina’daki büyük katliam yılın ilk günündeki kaçınılmaz hüznü daha da artırdı.
***
Televizyon kanallarını dolaştım.
FIL TV’de Marie Kroyer adlı filme daldım, resimlerine bayıldığım Danimarkalı empresyonist ressam Kroyer’in eşini de içine alan bunalımlı hikâyesinin girdabına kapılmamaya çalıştım. Film bir yaşamın ışığında insanların dramlarını ve çaresizliklerini anlatıyordu.Bir gün önce de Gabriel García Marquez’in kült romanından uyarlanan kasvetli Kolera Günlerinde Aşk filmine rastlamıştım.Bir de Korsika’yı anlatan bir gezi programı vardı.Gün azıcık zorlanarak aktı. 23’te yattım.
8 OCAK 2017, 118. GÜN
Birkaç gündür yaşam biraz daha rutinleşti sanki. Bu izlenim biraz da not almayışımdan, günleri hikâye etmemekten, içimdeki ve dışımdaki fanusların fazla sessiz olmasından kaynaklanıyor.
Geçen pazardan bu pazara en önemli gelişme kallavi bir karın yağması, havanın ters perendeler atarak hızlı ve ciddi bir şekilde soğuması oldu.
Bugüne kadar vazgeçmediğim ve bütün gün giydiğim yürüyüş şortumu çıkarıp, eşofmanımın altını giymem, benim açımdan meteorolojik durumu kestirmeden anlatmakta…
Gazeteler, televizyon ve televizyonda vazgeçilmez duraklar olarak bellediğim programlar günüdolduruyor. Günde en az bir iki saati de yürüyüşe ayırıyorum.
Sevdiğim televizyon programlarının bir kısmı kaybolur ya da yer değiştirirse adeta küçük bir tsunami yaşıyorum.
Örneğin, bayılarak seyrettiğim Şehirlerin Gizli Yüzü adlı, kentlerin doğanın zorluklarıyla mühendislik mucizesi ile başa çıkmalarını hikâye eden program bir ara kayboldu. Cumartesi sabahları saat 11 yerine geçen hafta Pazar gecesi ileri bir saatte bu programa rastlar gibi olmuştum.
Bu Pazar ise saat 9’da yeniden kavuştum. New York Körfezi’nin kasırgalara karşı nasıl ve hangi projeyle silahlanmakta olduğunu anlatıyordu.
Cumhurbaşkanı baş danışmanının “casuslukla” suçladığı, biri bir Türk ile evli, diğeri de aşçılık da yaparak 17 yıldır Türkiye’de yaşayan iki yabancı sunucusu olan; hem kentlerdeki AB projelerini, hem de yerel mutfakları anlatan ve yerel yemekleri de ekranda pişiren Avrupa’dan Anadolu’ya programı, bir haftalık bir şaşkınlıktan sonra, programcılarının altını çizdiğim özelliklerini biraz daha vurgulayarak geri döndü. Bu hafta Konya’yı ve Konya’daki AB projelerini ve yerel mutfağı tanıtıyordu.
Bu eğlenceli ve sempatik programa kavuşmaya da çok sevindim ama ülkenin genel sağlığının “aşçılardan casus” çıkaracak kadar bozulmasına da gerçekten çok üzüldüm.
***
1968 yılında 15 yaşındaydım. Buna benzer “delirium” örneklerini o zaman da yaşamıştık. O zamanki hastalık her yerde “komünist” görmekti.
“Kırmızı ışıkta gitar çaldığı” için tevkif edilen bir kişi ile kompozisyon ödevinde Lenin ile Atatürk’ü kıyasladığı için gözaltına alınıp tutuklanan ve yaşamı derinden örselenen lise öğrencisi Gürbüz Şimşek hep aklımda kaldı.
Şimdi ise hedef “iç ve dış düşmanlar.” Gidişatı beğenmeyen, kuşku duyan ve eleştiren herkes.
Birkaç gün sonra 64 yaşıma gireceğim ama değişen pek bir şey yok, sadece ufak bir ayrıntı, şimdi ben de hapishanedeyim.
***
Yazmadığım son birkaç gün içinde beni heyecanlandıran neler var diye kendime sorduğumda, çatıya attığımız ekmekleri daha sık ziyaret etmeye başlayan sığırcıklar var. Sora sora bu yeni ziyaretçilerimizin sığırcık olduğunu öğrendim. Küçük gruplar hâlinde, çok kısa süreler içinde gelip, küçük lokmalarla ekmekleri didikleyip gidiyorlar.
Ama asla avluya inmiyorlar.
Zaten bugüne kadar avluda gördüğüm iki canlı daha önce de anlattığım çekirge ve örümcek oldu.
Yeni yılın ikinci Pazar günü televizyonda dünya klasmanına giren çok başarılı bir şef (Mehmet Gürz) ile yapılan bir röportajda “çekirge” lafı geçince olmayacak bir yerde bir tanışıma rastlamış gibi oldum. Ama konu beni biraz irkiltti.
Sunucu bu ünlü ve başarılı şefin mutfak ile ilişkisinin hangi zamanlarda başladığını kurcalıyor, çocukluğunu yokluyordu. İştahını, yeme-içmeye düşkünlüğünü araştırıyordu.
“Her şeyi yeme içme” konusu geldiğinde , Şef pek bir ayrım yapmadığını, ”çekirge” örneği üzerinden anlattı, ürperdim. Çekirgeler benim için hapishane yıllarımın nadir ve dost gezginleriydi.
Şef bunu farklı coğrafyaların “kültürlerine” örnek olarak söylüyordu. Biri için havsalaya sığmayacak bir şey, bir başkası için ise çok doğal ve sıradan bir şeydi.
Çekirgeleri hiç duraksamadan mideye indiren ülkenin de Meksika olduğunu öğrendim.
***
Notlarımı ihmal ettiğim birkaç gün içinde farkına vardığım bir iki şey daha oldu.
Bunlardan biri, benim “avlu” dediğim havalandırma mekânına hapishane yönetiminin “bahçe”dediğini öğrenmekti.
Her sabah ve akşam olmasa da, bazı günler “tutuklu ve hükümlülerin dikkatine” yapılan duyurularda avlu kapısının kapatılacağı ve sayım yapılacağı anons edilir. Geçen günkü anonsta “bahçe kapılarının kapatılacağı” vurgusunu fark ettim.
Klasik hapishanecilik açısından “havalandırma”, benim açımdan “avlu”, hapishane yönetimi açısından “bahçe” son birkaç ayımın nefes alma mekânı .
***
Bir de akşam olurken; günlük notlarımı sabahları tuttuğumu, akşamüstü ya da geceleri not tutmadığımı fark ettim.
Bunun sebebini ararken bu alışkanlığın akşamüstlerinin zor zamanlarda fazlasıyla hüzünlü ve dokunaklı olmasından kaynaklandığına karar verdim.
Akşamüstleri yatılı okullarda, askerlikte, hastanelerde, hapiste yakıcı oluyor.
Mutlu bir ruh hâlinde “ne güzel akşam oluyor” cümlesiyle özetlediğimiz zaman dilimi, zor dönemlerde yalnızlığı, ölümü ya da “yalnız ölümü” anımsatan bir melankoliye dönüşebiliyor.
***
Bu son birkaç günün bir başka kayda değer gelişmesi de hapishane kütüphanesinde Sadun Aren’in ilk çıktığından bu yana birkaç kez okuduğum Ekonomi El Kitabı’na yeniden rastlamam oldu. Kitabın adı ilk çıktığında Yüz Soruda Ekonomi idi. Ve sosyalizm ile ekonomi ilişkisi daha önde ve etkendi. Zaman içinde “piyasa ekonomisinin” galibiyeti Sadun Bey’in ekonomiyi çok net ve berrak bir Türkçeyle anlattığı kitabında önemli bir değişime yol açtı.
Dünya, bilim ve yaşam değişiyor, Türkiye bunu anlamazlıktan geldikçe tökezliyor, zamanı yönetemiyor, yönetemedikçe asabîleşiyor. Asabîleştikçe baskıyı artırıyor. Belki de Türkiye için tarihin kısa özeti bu.
***
Ocak 2017 yılındaki Silivri Notları bunlardan ibaret. Kısa Şubat ayındaki tek satırım şu olmuş :
Mariana Çukuru — Okyanusun en derin noktası….
***
2018 yılında ise Ocak ayında hiçbir şey yazmamışım, Şubat ayında da sadece aşağıdaki kısa not var:
24 ŞUBAT 2018, SİLİVRİ
Cumartesi sabahı, çok uzun bir zamandan sonra, yeniden Silivri notları yazmak istedim. Çünkü televizyonda Güney Kore’deki Kış Olimpiyatlarında 50 km’lik kros kayak yarışına denk geldim. Çok zorlu, inişli çıkışlı bir yarışı biraz da hayata benzettiğim için kâğıda kaleme yeniden sarıldım.
Aslında akla ilk gelen teşbihlerden hep sakınmak gerekir, genellikle ilk bulunan, sıradan olma riskini fazlasıyla taşır.
Ancak, ciddi bir soğukta, dik inişler ve çıkışlar peşinde, kalınca bir tül beyazıyla kaplı tepelerde, iki saat boyunca, çok zorlu rakiplerle, dünyanın gözü önünde, kayakla yaptığın bir yarışı, başka bir şeye benzetmek de çok eksik kalabilir.
2018 Kış Olimpiyatları’nın açılışı da muhteşemdi, maalesef tüm dalları seyretme olanağı olmadı. Ama 50 km’lik kayak kros bölümünü baştan sona izledim .
Norveçliler, İsveçliler, İsviçreliler yarışta yaya kaldı. Rekabete dayalı bir yaşam çemberi içinde var olmaya çalışanlar açısından da yarış çok öğretici ve cazipti. Son âna kadar Rus Alexandre Bolshunov yarışı birinci götürdü, ne var ki son kertede Finlandiyalı İvan Niskanev onu geçti ve yarışı 2.08.22.1’lik bir dereceyle bitirdi.
2.18.7 saniye ile Bolshunov ikinciliğe düştü.
Rekabet 10 saniyelik bir fark, zirvelerde dolaşanlar için, bunu bir daha gördüm.
Issız bir hapishane akşamı için fena bir ders sayılmazdı.