15 Mart Cuma günü Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde meydana gelen terör saldırısında iki ayrı camide ibadet eden 50 Müslüman hunharca katledildi.
Hayatını kaybedenlerin arasında 3 ve 5 yaşında çocuklar var. Öncelikle bu terör saldırısında hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyor ve hepsinin şehadet makamlarına erdirilmelerini niyaz ediyoruz. Bu saldırıdan alınacak önemli dersler olduğunu düşünüyorum.
Meseleye, dünyanın bir ucu sayılan küçük bir ada ülkesinde cereyan eden ırkçı bir terör saldırısı olarak bakmamak gerekir. Ben bu katliam için Yeni Zelanda’nın özellikle seçildiği kanaatindeyim. Çünkü bu ülke Müslümanlarda dâhil, göçmenlerin barış içinde yaşadığı, diğer batı ülkelerine kıyasla ırkçılığın gayet düşük seviyelerde olduğu bir ülke. Bu nedenle, saldırı bir veya bir kaç ırkçı psikopatın düzenlediği münferit ve lokal bir saldırı olarak değerlendirilmemeli.
Saldırının kilit isimlerinden Avustralyalı Brenton Tarrant’ın, Yeni Zelanda’ya 2 yıl önce gitmiş ve son 4 yıl içinde Fransa, Macaristan, Bulgaristan, Türkiye ve Pakistan’a seyahat etmiş olması ve daha da önemlisi terör saldırısını en az iki yıldır planladığının ortaya çıkmasıdır. Saldırıyı Christchurch polisinin beyanatına göre 3 veya 4 kişinin gerçekleştirmiş olması, terör faaliyetinin sadece lokal değil, global bağlantıları olan organize bir örgüt tarafından yapıldığını gösterir.
Dolayısıyla meselenin boyutları sanılandan daha vahim. Aslında son 10 yılda gerçekleştirilen ırkçı terör saldırılarının siciline göz attığımızda meselenin ciddiyet boyutlarını ve bir global problem olduğunu daha iyi anlarız. Yeni Zelanda saldırısını gerçekleştiren ırkçı terörist Brenton Tarrant’ın global bir terör örgütünün ideolojik ortağı olduğunu, yayınladığı manifestosundaki ayrıntıların, 2011 yılında Norveçte 77 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısının faili Andres Breivikin manifestosundaki bilgilerle birebir örtüşmesi, bu iddiamızın en bariz delilidir.
Bu terör saldırısına, 2017 Finsbury Camii saldırısını ve 2017 Quebec Camii saldırısını ve geçtiğimiz 10 yıl içerisinde Müslümanlara karşı yapılan diğer saldırıları da eklersek , meselenin ciddiyeti daha iyi anlaşılmış olur.
Peki, Batıda sürekli yaygınlaşan bu ırkçı akımın sebebi nedir?
1996 da yayınlanan ‘Medeniyetler Arası Çatışma’ kitabında, Samuel Huntington, yakın bir gelecekte savaşların ülkeler arasında değil, kültürler arasında gerçekleşeceğini iddia ediyor ve bu çatışmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Günümüzdeki gelişmeler her ne kadar Huntington’un iddialarını teyit eder mahiyette olsa da, ben şahsen bu menfi gelişmelerin siyasiler tarafından kasıtlı bir şekilde tetiklendiği kanaatindeyim.
Son zamanlarda dünyadaki popülist trend, demokrasi maskesi giydirilen otokrotik rejimlerin çoğalması, benden olmayana karşı nefret söylemlerinin artması, batı ve doğuda ırkçı ve ayrımcı siyasilerin çoğalması ve bu insanlık dışı söylem ve eylemlerin siyasiler ve medya tarafından desteklenmesi, toplumların kitle psikolojisiyle yönlendirilmesi, Huntington teorisinin birileri tarafından hayata geçirilmek istendiğine işaret ediyor.
Bu meseleyi daha tehlikeli boyutlara taşıyan etken, yabancıya karşı nefret dilinin sadece batıda değil, doğuda da ve özelikle Müslüman ülkelerde de aşırı derecede kullanılmasıdır.
Son zamanlarda Türkiye’de de gördüğümüz üzere, siyasi çıkarlar için toplum bizzat siyasi liderler, medya ve özellikle iktidar tarafından korkunç bir şekilde kutuplaştırılmakta, yeni nesil nefret diliyle ve benim gibi düşünmeyen, benim düşmanımdır duygularıyla yetiştirilmektedir.
“Bizler ve onlar”, “affedersiniz ama bana Ermeni bile dediler”, “o adam Kürt bile değil”, ülkemizi dış güçler veya falancalar karıştırıyor söylemleriyle yetişen bir gençliğin, yarın hem kendi vatanlarının, hem dünyanın başına nasıl problemler açacağını kestirmek, hiç de zor olmasa gerek.
İşin tehlikeli boyutu bu söylemlerin bazı batılı siyasilerin dilinde de olmasıdır. Örneğin, Yeni Zelanda katliamının hemen ardından Queensland Senatorü Fraser Anning, yayınladığı bildiride bu katliamın gerçek sorumlusunun Yeni Zelanda’nın aşırı dinci Müslüman göçmenleri ülkeye alınmasına izin veren kanunu olduğunu söyledi. Şimdi siz bu senatörün kullandığı dil ile katilin manifestosunda kullandığı dil arasında fark görebiliyor musunuz?
Bu arada, ABD Başkanı Trump’ın olay sonrası ilk ifadeleride gayet ilginç. Trump, Beyaz Irk Milliyetçilerinin dünya için bir tehdit oluşturmadığını, bu saldırıları yapanların ciddi psikolojik sorunları olan azınlıklar olduğunu ifade etti. Dolayısıyla Trump, büyük çoğunluğu ırkçılardan oluşan seçmenini küstürmemek için bu saldırıların psikolojisi bozuk azınlıklar tarafından gerçekleştirildiğini iddia ediyor.
Trump gibi adamların bunun psikolojik bir sorun değil, ideolojik bir sorun olduğunu bilmemesi mümkün değil ama Türkiye’de de şahit olduğumuz gibi, bu tip otokrat liderler devletin değil, kendi siyasi istikballerinin bekası için her türlü yalan ve iftiraya başvurmaktan çekinmiyorlar. Dolayısıyla, günümüzde şahit olduğumuz, demokratik yapıdan otokratik ve popülist rejimlere kayış, dünya barışını ciddi anlamda tehdit eder boyutlara geldi ve Hungtinton’un medeniyetler arası çatışma teorisini destekliyor.
Peki, bu dehşetli gidişatın çaresi nedir?
Aslında bu belanın reçetesini Bediüzzaman Said Nursi hazretleri yazmış ve Fethullah Hocaefendi de pekiştirip hayata geçirmiştir. Dünyanın geleceği için hem batının, hem doğunun bu reçeteyi uygulaması elzemdir. Reçetenin en önemli iki manevi ve sosyal ilacı; eğitim ve diyalog.
Ne yazık ki; günümüzde hem Müslüman toplumların yaralarına merhem olacak, hem insanlığı tarafgirlik marazından kurtarıp evrensel barışa götürecek eğitim ve diyalog çalışmalarını bile tenkit eden ve önünü kesen insanlar türedi. İslami argümanlarla dinler ve kültürler arası diyaloğa karşı çıkanlar acaba Hucurat Süresi’nin 13. ayetindeki ilahi emri hiç okumamışlar mıydı?
Allah (cc) burada ey insanlar birbirinizle görüşüp, tanışasınız diye sizi kavimler, yani farklı milletler halinde yarattık derken, kimlere hitab ediyor? Diğer taraftan Medine’de farklı din mensubu toplumlarla barış ortamında yaşayan, çeşitli din adamlarıyla oturup görüşen, hatta Necran Hristiyanlarının camide ibadet etmelerine müsaade eden Kainatın Efendisinin (sav), Allah’ın emirlerine muhalif harekette bulunması mümkün müydü?
Demek ki; kültürler ve dinler arası diyalog Allah’ın muradı, Efendimizin sünneti, insanlığın gereği ve sosyal sorunlarının çaresidir.
Yeni Zelanda’da gerçekleşen terör saldırısı uluslararası platformda Müslümanların masumiyetini bir kez daha ispatlamış oldu. Müslümanlar, bu vahşi saldırı karşısında itidali elden bırakmamalı, şiddetle mukabelede bulunmamalı, “Hristiyan terörist” gibi söylemlerden kaçınmalıdır ve batı dünyasına, Hristiyan’dan nasıl terörist olmuyorsa, Müslümandan da terörist olmayacağını farklı platformlarda hatırlatıp, İslamofobinin önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınmasının elzem olduğunu ifade etmeleri gerekir. aergi@csu.edu.au