Değerli kardeşim,
Yazdığın son mektubu internet sitelerinden okudum. Bir kere okudum ama, sonrasında yazdıklarını zihnimde tekrar ettim durdum. İradi olmayan bu durum sürekli devam edince açık bir mektup yazma ihtiyacı duydum…
Çatısı altında benim de iki bahar geçirdiğim Silivri Kapalı Cezaevi’nde sen üçüncü baharına giriyorsun. ‘Baharda daha çok çıkmak ister insan’ sözü ile hülasa ettiğin özgürlük hasretinin yabancısı değilim. Mektubunu okuyan dışarıdaki diğer arkadaşlar da en azından empati ile hislerini anlayabiliyordur…
Fakat yine de seni tam olarak anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Daha açık ifade etmek gerekirse; 1000 gün cezaevinde kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan birisi, 1001’inci gününü hapiste geçiren kişinin halini ne anlayabilir ne de anlatabilir.
Nitekim sen tutsaklığın 1000’inci gününe doğru yol alırken ben bir süredir ‘özgür’ yaşıyorum. Dolayısıyla ‘adalet, hak, hukuk, sabır, kader’ gibi konularda kelam etmeyi sana saygısızlık sayarım. Bunları zaten biliyor, hatta iliklerine kadar yaşıyor ve kaderdaşlarınla enine boyuna değerlendiriyorsundur.
Bu mektubu, bir hasbihal ve arkadaşlığın hakkını verme çabası olarak görmeni diliyorum. Hem öyle demiyor muydun; tek isteğim, dışarıdaki dostların bizi unutmaması… Hani bir de pek merak ederdik, neler olup bitiyor hayatta diye. İşte anlatacaklarımı biraz da dışarıdan havadisler veya ahval-i umumi nev’inden kabul et.
İnsanın özgürlük açlığını depreştiren ve seni mektup yazmaya sevk eden bahar hallerini ne güzel anlatmışsın. Orhan Veli’nin boyadığı, üstüne çuval çuval ak bulutların serpiştirildiği mavi gökyüzü… Dünyanın ve kuşların cıvıltısı ile hürriyet kokusu yayan çiçekler, ağaçlar…
El hak, yerden göğe haklısın. Seninki kadar estetik olmasa da benzer duyguları orada ben de yaşıyordum.
Lakin şimdi baktığımda tablo çok farklı görünüyor. Tuhaf zamanlardan geçtiğimizden midir, eğri ile doğrunun yer değiştirmesinden midir nedir bilmiyorum. Sınırsız gökyüzü, sayısız bulutlar, türlü kuşlar, rengârenk ağaçlar… O zamanki kadar anlamlı değiller. Hiç birinden özgürlük namına bir ışık sızdırmıyor.
Gökyüzüne bakarken, o masmavi enginlik sanki birden daralıyor, ufukta sadece bir karaltı beliriyor… O karaltıda, yedi metrelik duvarların çevrelediği, üzeri tel örgülü dokuz adımlık avluda odaklanıp kalıyor gözlerim. Orada seni, kendimi, diğer Emreleri görüyorum…
Orada, dolunay zamanlarında demir parmaklıklı pencereden dakikalarca gökyüzünü seyreder, onca mesafeye rağmen aydınlığın karanlığı sessizce boğuşuna hayran kalırdık. Şimdi dolunaylar aydınlığı değil, projektör ışığı altındaki loş Silivri odalarını hatırlatıyor bana. Loş odalarda seni, kendimi ve diğer Emreleri görüyorum…
Evet, benim gökyüzüm, gündüzüm, gecem, böyle karelerden ibaret artık…
Orada kara kargalarla, ürkek saksağanlarla uzaktan da olsa arkadaşlık kurardık. Gün doğumuyla gelir, bıraktığımız yiyeceklerden nasiplenir giderlerdi. Gelmedikleri gün üzülür, merak ederdik. Bir canlıya ikram etmenin hazzından öte duygular kabarırdı ruhumuzda. Avlunun üstünü örten tel kafesten uçup giderken kara kargalar bile geride kucak dolusu özgürlük muştusu bırakırdı. Kafesin üzerinde cıvıldayıp duran serçeler hürriyet melodileri dökerdi üzerimize. Hele göçmen kuş katarları, olanca yüksekten uçup gitmelerine rağmen gözümüzün önünde geçmişin güzelliklerinden müjdeli gelecek resimleri çizerdi…
Ya şimdi öyle mi! Dışarıdaki bütün kuşların artık tek istikameti var benim nazarımda. Hepsi birden, dünyanın dört bir tarafından Silivri semalarına doğru uçuyorlar. Leylekler göç yolculuklarını orada noktalıyor. Bülbüller, kumrular, kanaryalar tel kafesler üstünde hasretle vuslat türküleri seslendiriyor.
Mektubunda, ‘İki buçuk yıl sonra çıkabildiğim yirmi metrelik spor sahasında gökyüzü üzerime düşecek sanmıştım’ diyorsun. Vücudunun aşırı dozda gökyüzü mavisine maruz kalmış olabileceğini söylüyorsun…
Oradayken, hasretini çektiğimiz, nispeten geniş spor sahasına çıkma imkanım olmamıştı. Bilumum ‘terör örgütü mensuplarını’ o sahada görür, içten içe kıskanırdık! Şayet ben de çıkabilseydim, yapay çimli sahada neler hissederdim az çok tahmin edebiliyorum.
Lakin gel gör ki, şimdi her şey ters-yüz oldu. Sonsuz gökyüzünün altında yaşadığımı hissetmek bir yana, ondan yirmi metrelik saha kadar bile alan düşmüyor payıma. Karadelik misali bütün atmosfer, yeryüzünün tüm oksijeni, gökteki mavinin her tonu, adeta kendi içine doğru çöküyor. Nefessiz, oksijensiz, mavisiz ve dahi hayatsız kalıyorum.
Nedir bunlar bilmiyorum, bilemiyorum… Belki üç-beş yıldır yaşadıklarımızın sebep olduğu travma yüzünden böyle hissediyorum. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş olabilirim. Ya da ‘İlahi sır’ denen şeyin tezahürleri içeride ve dışarıda farklı oluyordur. Âdil-i Mutlak yaratıcı, darda kalanla rahatta olana ihtiyacı oranında sekîne ve idrak veriyordur…
Diyorsun ki, ‘Deli bahar, hürriyet tutkusunu depreştirdiği zaman çıkıp durmadan; polis sirenlerine, jandarma dipçiklerine çarpmadan, yorgunluktan düşüp bayılıncaya kadar koşmayı arzu edersin’…
Bana çok tanıdık gelen bir arzu bu da. Ancak ne zamandır aradığım böyle bir parkuru bulamadım dışarıda. Bilakis, koşmak istediğim bütün yolların bir bir kapandığını, tüm istikametlerin kendime döndüğünü fark ediyorum. İçeride dipçikler jandarmanın elinde, sirenler polis araçlarındaydı. Dışarıda neredeyse bütün siviller sanal jandarma kıyafeti giymiş, kelimelerden dipçiklerini indirecek mazlum arıyor. Eş, dost, akraba, uzak yakın demeden çevredekiler zan yüklü bakışlarıyla, kindar dedikodularıyla polis sireninden daha etkili, daha zararlı çalışıyor.
İçeride ne arzuluyorsa insan, dışarıda tam tersi var. Senin hayallerin ve cümlelerin üzerinden anlatmam gerekirse; para pul ve kula tapanlarla dolu ortalık. Lügatlardan nefret dışındaki bütün kelimeler kaldırılmış sanki.
Mağdurun imdadına yetişecek İnce Memed’lerden de onun vicdanından da eser yok. Dünün nice cesur yürekleri şimdinin Abdi Ağaları’na uşaklık etmek için yarışıyor. Kitapları yakmak için Montaglar’a gerek kalmamış, herkes kendi kitabını kendisi heba ediyor. Zaten ne zamandır okuyandan ziyade cahiller makbul sayılıyor.
Ağlayan kız çocuğuna pembe pamuk şekeri vermek ne ola ki! Onbinlerce çocuğun elinden annesi, babası, kardeşi alınıyor da arşı inleten feryatlara, koca bir toplum dönüp bakmıyor. Papatyaların tüm yaprakları birden koparılıyor ‘illa seveceksin’ diye. Gelincikler göstere göstere demir papuçlarla eziliyor.
Sana dahasını söyleyeyim Emre kardeşim! Tanıdık, bildik bazı insanlarda beklenmedik savrulmalar, yakışmayan tepkiler görülüyor. Belli ki, dışarıdaki zehirli atmosfer onları da etkiliyor. Tamam, yolun kaderinde var bu, ama en yaralayıcı ve acı veren bunlar oluyor. Soru sormakla hesap sormayı karıştıranlar mı dersin, kendini tertemiz, sıfır hatalı, gayrısını kirli ve hata küpü bulanları mı ararsın, sırf kafa konforu için sabırsızlık gösterenlere mi şaşarsın!
‘Hakikati hemen öğrenme isteği’ bir hastalığa dönüşmüş. Şeytanı şaşırtacak karışıklıktaki hadiselerin bugünden yarına çözülmesini istiyor ki, bunca şüphe yükünden behemehal kurtulsun, rahatça işine baksın. Kolayca işin içinden çıkamayınca da zan dolu bilgilerden hükümler çıkarıyor. Yetinmiyor, o hükümlere dayanıp kelleler alıyor aforozlar döktürüyor.
Örneğin beni tanıyor diye bana yakıştıramıyor atılan iftiraları, seni tanıyor diye sana da yakıştıramıyor, ama ötekini veya berikini tanımıyor ya, ondan şüphe duyuyor. En yaygını ve masumu, ‘Bir tuzak kuruldu ama bu işin içinde onlar da var’ kabulü. İyi de neye göre bu kabul? Tek gerekçe, neredeyse üç yıldır her gün defalarca atılan iftiralar. Kumpasçı çok başarılı maalesef; tam da bu sonucu elde etmek için her gün aynı yalanı tekrarlamıyor mu? Adı üstünde kumpas, tuzak… İnandırmak için eldivenle kullandığı silahta sahte parmak izi bırakmayacak mı?
Bu mevzu derin, daha doğrusu kuyuyu kazanlar hala muktedir ve kazmaya devam ettikleri için derin görünüyor. Zaten ben de mevzuyu şimdiden çözdüğümü iddia etmiyorum. Dedim ya, benimki biraz dertleşmek, söyleşmek.
Anlayacağın Emre kardeşim, içerisi gibi dışarısı da zindan bize. Mevsim olarak bahar geldi, işte nisanın ilk günleri geçiyor bile. Hava ısındı, etraf yeşillendi, çiçekler açtı, vesselam… Ama gözler bunları görmüyor, gönül bir türlü şenlenmiyor. İyilikler, güzellikler sanki hepten terk etti bu toprakları. Baksana, kötülüğün karşına naif heybetiyle dikiliveren iyilikler, nefreti kendi çukurunda boğan müşfik sevgi seli taa Yeni Zelanda’larda kendini gösteriyor.
Hep kötülükten bahsedip, hayallerinle, ümidinle ‘çölde bir vaha’ya dönüştürdüğün hücrende seni huzursuz etmek değil niyetim. Anlatmak istediğim; sen ne kadar özgürlüğe hasretsen, ben de o kadar sana hasretim. Sayısız gözlerle beraber senin ve diğer bütün Emreler’in hürriyetle kucaklaşacağı günleri bekliyorum. Kalbim, nice yürekle birlikte sizler için sızlıyor, dualarım bütün mazlumlar için yakarıyor.
Demem o ki Emrecim, bize baharı getirecek sensin, sizlersiniz. Bizler, hakiki özgürlüğe sizlerin hürriyeti ile kavuşacağız. O zaman iyilik de gelecek bu topraklara, mutluluk ve sevgi de dönecek gerisin geriye…
O güne kadar sabır nöbetine ve dua görevine devam etmek dileği ile kalbi selamlarımı, hasretli muhabbetlerimi gönderiyorum…
Dostun Turgut Efe…
Dünyadaki tutuklu gazetecilerin 3’te 2’si Türkiye’de!
Dünya üzerinde 251 gazeteci demir parmaklıkların arkasında.
Türkiye’deki tutuklu gazeteci sayısı ise Türkiye Gazeteciler Sendikası’na (TGS) göre 141, Çağdaş Gazeteciler Derneği’ne göre 139, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) verilerine göre 157. Stockholm Center for Freedom’a göre 134.
Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) Türkiye’nin, hapisteki gazeteciler konusunda dünyada bir numara olduğunu ilan etti.
167 gazeteci aranıyor. 12 bin civarında gazeteci işsiz. Medya sektöründe işsizlik oranı yüzde 30’ları buldu.
777 gazetecinin Sarı Basın Kartı iktidar tarafından iptal edildi.
167 basın, yayın, radyo, televizyon ve haber ajansı kapatıldı.
Sadece 2108’de 77 gazeteciye 400 yılı aşkın hapis cezası verildi.