Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç, yakın tarih yazılırken üzerinde en fazla kafa yorulacak figürlerden olacak. 1990 yılında rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından AYM üyeliğine atanırken kopan fırtınalar önündeki çeyrek asırda yaşayacaklarının habercisi gibiydi.
Özal’ın, gerçek anlamda ilk sivil cumhurbaşkanı olarak koltuğa oturduğunda karşılaştığı direnişin benzerlerini yaşadı Kılıç. Özal, onu büyük mücadele sonunda ve devletin sahibi olduğu iddiasındaki bürokratik oligarşiye kafa tutarak atamıştı. Seçtiği üye Süleyman Aslan’ı göreve başlatmayan, odanın kilidini değiştirip adamı dışarıda bırakan mahkeme Başkanı Yekta Güngör Özden’i ters köşeye yatırarak attığı bir goldü. ‘Evinde televizyon yok’ diyenlere “Ben baktırdım, anten var, televizyon seyrediyor, hem de uydu yayını…” diye cevap vermişti Özal. Ve eklemişti: “aslında onu seçmeyecektim ama evinde uydu yayını seyretmesinden dolayı tercihim değişti.”
Bürokratik oligarşi yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, daha genç ve mücadeleci bir üyeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Eşi Gönül Hanım da bu bilek güreşinde haksız yere hedef alınıp rencide edildi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın hakaretine maruz kalıp tazminat kazanmıştı. Başörtüsü gördüğünde çılgına dönen benzerleri gibi Savaş da bayan Kılıç’ı hedef tahtasına oturtmuştu. Güya bir kadın buluşmasında Savaş’ın eve gitmesi üzerine kendini yerlere atmış, halıyla başını örtmeye çalışmış ve başsavcı da sara nöbeti geçirdiğini sanarak az daha ambulans çağıracakmış.
Kılıç benzer infaz girişimlerine AKP döneminde de maruz kaldı. Bugünlerde yaptığı bir açıklama benzer bir dalgayla yeniden karşılaşmasına yol açacak; hatta ilk salvolar geldi bile. Şöyle demiş eski başkan: “Ne yazık ki önce ‘ahlak ve maneviyat’ diye iktidara gelen bu arkadaşlarımız, ne pozitif hukuk kuralları bıraktılar ne de ahlak. Dolayısıyla ne bir rekabet, ne bir şey söz konusu olamayacaktır.”
Bu ifadeler, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AKP ve cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan çıkışıyla aynı günlere denk geldi. Bu ‘tesadüf’ karşı atağın şiddetini büyütecek. Yandaşlar ellerinde ‘hain’ yaftasıyla beklerken muhalifler de ‘geçti Bor’un pazarı..’ muhabbeti yapıyor. Açıkçası ben de içimdeki “kimse konuşmuyor diye yakınıyoruz ama konuşanı da pişman ediyoruz” karşı görüşüne rağmen yazıyorum.
Haşim Kılıç’ın AYM’deki görevi boyunca sevabının hatasından fazla olduğunu düşünenlerdenim. Zor günlerde ve çok göz önünde biri olarak bedel ödemeyi göze aldı. Genel olarak demokrasi ve hukuktan yana duruş sergiledi. Ancak ikircikli tavırları eleştiriyi hak ediyor. O tavırları sıralamak kolay, ben ise elimden geldiğince arkasındaki psikolojiyi anlamaya çalışıyorum.
Karşı mahallenin vesayetine direndi ama kendi mahallesinin otoriterleşmesine seyirci kaldı. ‘Ne şiş yansın ne kebap’ dengesi gözeteyim derken ülkenin yanmasına göz yumdu..
Kürt siyasi hareketinin Demokratik Toplum Partisi (DTP) onun başkanlığı döneminde oybirliği ile kapatıldı. Refah, Fazilet ya da AKP’nin kapatma davalarındaki demokratik duruşunu neden sergilemedi? Partiyi kapatmayı sağlamak için yapılmış gibi duran Reşadiye saldırısı mazeret olmaz. Zira saldırının amacı siyaseti devreden çıkarıp dağı tek adres göstermekti. Saldırı olmasa kamuoyunun beklentisi kapatmama yönündeydi. Bu tür tuzaklara teslim olmak bir sonrakine davetiye çıkarmak anlamına geliyor. Kılıç, Başkan sıfatıyla süreci iyi yönetemedi. Aynı eleştirileri Sosyalist Parti ve benzeri sol görüşlü partilerin kapatılması için de söyleyebiliriz. Bir konuşmasında ‘Ülkenin parti mezarlığına döndürülmesinden’ şikayet eden Kılıç’ın görev yaptığı dönemde 18 parti kapatıldı ve 14’ünde kabul oyu var. Hayır dediği partiler arasına Diriliş’i de eklediğimizde ‘demokrasi ama sadece benim gibi düşünenlere..’ Diye özetleyebileceğimiz milli hastalığımızı teşhis edebiliriz.
‘Haşim Kılıç’ın AYM’deki en zor dönemi hangisiydi?’ Sorusuna cevabım ‘tabii ki 2011’den sonraki AKP’ olur. En fazla türdeş üyeyle birlikte görev yaptığı, en güçlü olduğu dönemde en ağır sınavlara maruz kaldı ve maalesef geçer not alamadı. Karşı mahallenin vesayetine direndi ama kendi mahallesinin otoriterleşmesine seyirci kaldı. 1998’de Adli Yıl açılışında Yargıtay Başkanı Mehmet Uygun yargının ‘vicdan ile cüzdan arasına sıkıştığını’ öne sürmüştü. Bence Kılıç da ‘şiş mi kebap mı’ tercihi arasında kaldı; hem şişi hem kebabı kurtarayım derken ülkeyi yakan yangında pay sahibi oldu. Mesela Erdoğan’ın yargıyı kendine bağlama projesi olan HSYK kanununu iptal ederek görüntüde hukuku kurtardılar. Ancak karar, geç kalmış ve uygulamayı önleyecek nitelikte olmadığı için işe yaramadı. Erdoğan atı alarak Üsküdarı geçti ve hâlâ geçmeye devam ediyor.
Kılıç’ın ‘İçeyim ama sarhoş olmayayım’ formülü tutmadı; o şimdi Erdoğan’ın günahlarının ortağı. Elbette Tayyip Erdoğan’ın hışmından çekindi. Yalnız bütün çelişkilerini korkuya bağlamak doğru değil; parti kapatmada olduğu gibi bir tarafgirliğin izlerini sürmek mümkün. Hem Erdoğan’ın bu kadar ileri gidebileceğini öngöremedi hem de kendisiyle özdeşleştirdiği bir iktidara zarar vermek istemedi. Gündeme bomba gibi düşen eleştirilerine ‘bu arkadaşlarımız’ diye başlaması bile o şuuraltının yansıması.
Her iki dönemde yaşadığı linç girişimlerinden söz etmiştim. İlk dönemdekilerin daha az insafsız olduğunu söylemek zorundayım. Eşinin yaşadığı başta olmak üzere rencide ediciydi fakat suç isnadı içermiyordu. Kılıç, ‘arkadaşları’ döneminde doğrudan darbecilikle suçlandı. Seçim barajı mı tartışılıyor, twitter kapatılması mı gündemde; boy boy fotoğraflarıyla manşetlere taşındı. 17-25 Aralık yolsuzlukları Meclis’te görüşülürken bile ‘Yüce Divan’la darbe girişimi’ manşetleri atıldı. AYM’nin aldığı her özgürlükçü kararı darbe olarak niteleyen Erdoğan ve yandaş medyanın psikolojik harbine boyun eğdi. Oysa mafya düzenlerinde bir kere boğun eğdin mi bir daha doğrulamazsın.
O hışmından çekindiği Erdoğan bir gün onun da kapısını çaldı; oğlu hakkında ByLock kullandığı iddiasıyla yakalama kararı çıkarıldı. Yüzbinlerce insan KHK’larla işinden edildi, 500 binden fazla insan tutuklandı. Bunlar karşısında ölü taklidi yaptı ve sadece o gün sesini duyduk. Oğlunu savunurken uzun uzun kendini anlattı. Oğlu üzerinden kendisinin hedef alındığının farkındaydı. Açıklamanın en dikkat çekici kısmı şuydu: “Görev sürem içinde, ‘Fetö’nün Balyoz, Ergenekon ve buna benzer davalarla kurduğu kumpasları, bireysel başvuru kararlarıyla tespit ederek etkisiz hale getiren Anayasa Mahkemesi’nin başkanı olarak oğluma yapılan bu suçlama, beni ve ailemi derinden üzmüştür.”
Söz konusu kararlarda Kılıç’ın imzası bile yok. Beş üyeden oluşan ve alt komisyon gibi çalışan kurulun oy birliği ile aldığı bir karardı. O kurulun başkanı da Alparslan Altan. Hani şu 15 Temmuz’dan sonra kurban edilen iki üyeden biri. Altan’a boş bir dosyadan 11 yıl hapis cezası verildi. Anayasa Mahkemesi bireysel başvurularını reddetti. Hukuk ne yazık ki yine Avrupa’da hatırlandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, tutuklama ve yargılama süreçlerinin hukuka aykırı olduğunu tespit edip Türkiye’yi Altan’a tazminat ödemeye mahkum etti.
Yüzde 97 özürlü çocuğuna babalık yapamayan Altan dahil ülkeyi esir alan bütün hukuksuzluklarda Kılıç’ın vebali var. Hadi Süleyman Demirel’in Evren’e sorduğu gibi soralım: “Bu arkadaşlar pozitif hukuku ve ahlakı yok ederken sen ne yapıyordun? Antalya’da topu kadastro müdürü müydün?”