Bağcı gitmiş, bağ bozulmuş koca bir Devlet-i Âliye yerle yeksân olmuştur.Gerekli yâhut gereksiz, bir harf devrimi yapılmış, geceden gündüze insanlar bildiğini unutmuş, binlerce, on binlerce eser berhavâ olmuş, devletin elindeki arşivler, kültür mîrasımız, geçmişimiz, üzerine inşâ edeceğimiz geleceğimiz satılmış, kadîm bir millet köksüz bırakılmıştı.
Okuyan okuduğunun farkında değil, yazan yazdığını bilmiyor, her şeyi yeniden öğreniyordu.
Beşyüz yıllık bir çöküşün hâtimesi, bir kaç inkılâpla konulmuş ve maalesef halk zaten kopuk olduğu ilimden, mânâdan, maneviyattan tamamen kopmuştu.
Kaderin infâz hükmüyle, zâten işlevini görmeyen mektepler, medreseler, zâviyeler ortadan kaldırılmıştı.
Bu milleti millet yapan, medeniyete taşıyan İslâmiyet bir vâdiye, Kur’ân bir vâdiye, millet ayrı bir vâdiye bırakılmıştı.
Milletimiz artık “şahsiyet yetimiydi”
Hocaefendi’nin ifâdesiyle, “Biz, evde öldük; “Acaba câmide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik; baktık ki imâm ölmüş, vâiz ölmüş, hatîb ölmüş, cemaât ölmüş; sonra mektebe ve tekyeye koştuk ama heyhât hepsini yokluğa mahkûm gördük!..“
Binlerce âlim darağacında sallandırılmış, yüzlercesi sürgün edilmiş, bu milletin kültür, örf-âdet ve mâneviyâtı üzerine yürümüştü.
Millet açtı, ilme, irfâna, mânâya, İslâm’a, imâna açtı, açlığın en acısını yaşıyordu.
Osmanlı’nın son devrini idrâk etmiş, genç Cumhuriyet’i görmüş, gidişatın farkında olan Bedîüzzamân Saîd Nûrsî Hazretleri milletin ihtiyâcını teşhis etmiş ve imânı tecdîd noktasında çalışmaya, Kur’ân etrâfında yıkılan surları tekrâr inşâya karâr vermişti, okuyarak, okutarak, yazdırarak.
Binlerce kitâbı okuyan, en az doksan küsür kitâbı ezberinden, evrâd gibi, üç ayda bir tekrar eden Bedîüzzamân.
Yüz kadar kitâbı ezberinden tekrar eden kaç insân vardır tarihte acaba ? Bilemiyorum.
Belkide kader kendisini bu noktaya sürmüştü.
Risale’i Nûrlar’a ilk defâ “Nûrun İlk Kapısı” tesmiyesi ile Burdur’da adım atılarak yazılmaya başlanmıştı, fakat esâs Nûrlar, ana kitâblar Barla’da yazılacaktır.
Barla bir küçük karye, Üstâd’ın kapısında dâima iki jandarma, tarassut altında, sâdece Muj Mescidi’ne namâza çıkabiliyor, ara ara arkasındaki jandarmalar gözetiminde kırlara gidebiliyor.
Okumaya, ilme, manâya aç olan insanlar onu uzaktan tâkip edebiliyor, bâzen “selâm” verenler dahi istintâka tâbi tutuluyordu.
Yüzotuz parçalık, neredeyse altıbin sâifelik bir eserin dağda, kırda, bayırda, kaynaksız yazılması bir mucîze olsa gerek.
Derken cesâret eden bir iki kişi yanına yanaşır, ve Üstâd’ın mübârek muâlla sözlerini kaydederek Risâle’i Nûrlar’ı yazmaya başlarlar.
Nûrlar bir taraftan elle yazılıyor, bir taraftan elle çoğaltılıyor, bir taraftan da okunuyordu.
İslâmköy, Sav gibi köylerde bin kalemle yazılan Nûrlar, Nur Fabrikası ve Gül Fabrikası adı verilen bu iki beldede çoğaltılıp, Nûr postacılarınca etrâfa taşınıyordu.
İnsanlar açtı, Nurlar ellerden ellere kapışılıyor, gönül kapılarından içeriye hızla giriyordu.
Bağlar, bahçeler, hapishaneler Nûrlar için yazımhâneye ve birer kıraâthaneye dönmüşlerdi, heryer Nûr Medresesi olmuştu.
Üstâd Risâle-i Nûrlar’ı bir yıl kabul ederek, anlayarak, okuyan kimse zamânın mühim bir âlimi olabilir diyor, teşvîk ediyordu.
1928 de harf inkılâbı ile kaldırılmış olan Osmanlı Alfâbesi’yle yazılan Nurlar, 1950’lerden sonra Latin Hurûfu ile basıldılar.
Mesele kemmiyet değil keyfiyet mes’elesi, fakat 1952’de Afyon hâkimi Üstâd Bedîüzzamân’ı beşyüzbin talebesi olmakla ittihâm ediyordu.
Şiarları “Müsbet Hareket” etmek olan bu insanlar terörle, devlete karşı kalkışmaya hazırlanmakla suçlanıyorlardı.
Fakat enteresandır, bugünkü gibi o günkü Nûr Talebeleri’nin de hiç birisinin en ufak bir adli hatâsı, vakıâsı, yüz kızartan bir hâli “aslâ” olmamıştı, çünkü onlar “âsâyişin mânevi temsilcileri” idiler ve bu yoldan katiyyen dönmediler.
İnsanlar açlıklarını giderebilmek için önceleri tekrâr Osmanlıca öğrenmişler, sonradan latin alfâbesiyle basılan Risâle-i Nûrlar’ı ezber etme derecesinde okumuşlar ve okuyorlardı.
Nesîl değişiyordu, devrân değişiyordu, millet değişiyordu.
Üstâd rûhun ufkuna yürüdü fakat kendi ifâdesi ile “ölümü küfrün, küfrânın, dalâletin başına bomba gibi patladı, mevti hayatından ziyâde dine hizmet etti.”
Yetmişli yılların Komünizm ve Faşizm arasında gidip gelen, sıkışan, savaşan nesli kardeş kanı döktüler, kimileri ise müsbet hareketle, Risâle-i Nurlar’la ve Hizmet’le tanıştı.
1980 sonrası bile hâlâ üzerine gelinen “Hizmet Hareketi” üniversiteli gençlik arasında hızla yayıldı, birler bin oldu binler milyonlara dayandı.
Fakat bu gençlik farklıydı çünkü bu gençlik vatana, millete, hizmet imân ve inancı ile hareket ediyor, radikalizm ve benzerlerine prim vermiyor, hayât gâyesini hâlisane, muhlisane “hizmet” etmek biliyordu.
Büyüğümüz “Nûrları her gün belli bir miktarda okuyan, anlayan ve yaşayan velâyet sâhibi olabilir” diyordu.
Gençler okuyorlardı, fakat sâdece Risale’i Nurlar’ı değil Pırlantalar’ı, tavsiye edilen bütün kitapları ve dünyâ klasiklerini.
Gençler, temeli Kaynaklar-Buca’da atılan okuma kampları gibi okuma programları yapıyorlar, bâzen onbeş, bâzen otuz gün, bâzen üç aya varan şekilde kampa çekiliyorlar ve bu kamplarda Nûrlar’ı, Pırlantalar’ı, ellerine geçirdikleri faydasına inandıkları bütün eserleri okuyorlardı.
O kamplarda her gün yüzlerce, netîcede binlerce sâife kitâb okunduğunu bilirim.
Bir taraftan okur, bir taraftan dinler, bir taraftan da tefekkür ve tezekkürle coşardınız ama okurdunuz, okurdunuz, okurdunuz.
Kitaplığın karşısına geçip, raflardaki kitâpları sırayla sayıp, “bunu okudum, şunu okudum, bunu okudum, hah işte sıra bunda” diyen arkadaşlar bilirim.
Otobüslerde okula gidip gelirken, yolculuk esnâsında sağa sola bakmamak, kendini geliştirmek için yüzlerce sayfa kitâp okuyan, evlerinde okuma saatleri yapan üniversite talebeleri bilirim.
Her konudan haberi olan, her şeyi takip eden, okuyarak gerçekten aydınlanmış yiğitler bilirim.
Farklı, farklı fakültelerde olmalarına rağmen dîni diyâneti ve millete hizmet düşüncesini en iyi şekilde anlayan, anlatan, yaşayan, okuyan gençler bilirim.
Kore ve Japonya’ya ilk defâ 2002 tarihinde gittim, oralarda insanların çok okuduğunu duymuştum. Evet, sokaklarda, parklarda okuyan insanlara şahit oldum.
Fakat bindiğimiz toplu taşıma araçlarında genel itibariyle insanların telefonlarıyla iştigâl ettiğini ve telefonlarına bakmaktan birbirlerine bile dönüp bakmadıklarını, ilgilenmediklerini, ellerindeki telefona kilitlenip yanlız yaşadıklarını, sosyâl hayattan koptuklarını yine ilk defâ orada gördüm.
Bugün batıda yaşıyorum, yine okuyan insanlar görüyorum, kütüphanelere verilen değeri, okumaya atfedilen önemi bizzat takip ediyorum, ama emîn olabilirsiniz, her ne kadar Türkiye’deki okuma oranından fazla okusalar bile, artık insanlar batıda da yeterince okumuyorlar, okuyamıyorlar.
Teknolojinin cenderesine esir olmuş vaziyetteyiz, bir taraftan telefonlar, bir taraftan tabletler, lap-toplar diğer taraftan evimizdeki bilgisayarlar, internet bizleri esir almış durumda.
Facebook, Twitter, YouTube ve chat programları ile vakit geçiren, lüzumsuz görsellere haddinden fazla zaman ayıran, boş yetişen gençlere şahit oluyorum, oluyoruz.
Boş yetişen, boş konuşan, boş yaşayan insanlar.
Kur’ân ilk emrinde ey insân “oku” diyordu, hem Kur’ân’ı, hem kitâb-ı kainatı, hemde kendini oku.
“Oku ! Yaratan Rabbinin adıyla oku” kudsî beyânı tabelâlarda kaldı.
Biz bugün okumuyoruz, neredeyse hiçbir şey okumuyoruz.
Okumaktan ayrı ve cüdâ düştük.
Çer-çöp mesâbesindeki değersiz bilgileri beynimize dolduruyor ve maalesef altın gibi hakikatlere vakit ayıramıyoruz.
Abur-cubur yerken gerçek açlığımızı unutuyoruz.
Ve maalesef herkes okuduğu, anladığı kadar yaşıyor.
Bilginin derinliğine inemiyor, çok kıymetli hakîkâtleri yüzeysel geçiyor ve en büyük zarârı kendimize veriyoruz.
Geçmişte açtık, imâna, İslâm’a, ilme, dünyâya açtık, bugün doyduğumuzu düşünüyor ihtiyaç hissetmiyoruz.
Günümüz Türkiye’sinde okuyanlarımız, dinleyenlerimiz, anlayanlarımız, yaşayanlarımız ya kabirde, ya hapiste, yada sürgündeler.
Okumayan, okuyamamış, diplomasız bir Cumhurbaşkanı’na sâhibiz, siyasîlerimiz hiçbir ilmî, yâhut entellektüel birikime sâhib değiller, yaşadığımız gibi yönetiliyoruz.
Aktualiteden gözlerimizi kaldıramıyor, etrâfımıza bakamıyor, sorunları teşhis edemiyor, tedâvi çareleri üretemiyor ve uygulayamıyoruz.
Fikren iğdiş olmuş vaziyetteyiz.
Nasıl kurtulacağız ? Kendimizde, çevremizde, bilhassa neslimizde tekrâr okumaya, tekrâr derûnlara seyahâte nasıl yol bulacağız ? Bilemiyorum.
Üzülerek ifâde ediyorum, görünen oki geri dönülmez bir yola girdik, hemde hâlimizin farkında değiliz, evet dönemiyoruz.
Bizlere açlığımızı hissettirecek bir yol, okumaya, öğrenmeye ihtiyacımızı hissettirecek bir rehber, bir mektep-medrese gerekiyor.
Yoksa geleceğin dünyasında boş sloganlardan başka bir şey duyulmayacak.
İnsanlık hakikâtleri unutup, hakâika kavuşamayacak.
Yüzkırk yada ikiyüzseksen harfe mahkûm olacağız, sade beğenecek, paylaşacak fakât sadre şifâ birşey üretemeyeceğiz.
Ve maalesef ilimsiz, fikirsiz dünyâ, başını benlikten müteşekkil bir cehîl gezegenine çarpacak, yâhut bir cehâlet karadeliği hepimizi yutacak, dîvâne olup yok olacağız, kıyâmetimiz kopacak.
Zâten okumayan, okuduğunu anlamayan, gereğini yapmayan, yapamayan insanlar dîvâne değil midir ?
İlme, mânâya, cins kafalara, entelektüellere, söylenen hakîkâtlere muhatap olup, anlayamayan insanlar, onları dîvâne gördükleri halde, gerçekte kendileri dîvâne değil midir ?
İlme, irfâna, fikre, mânâya, hayâta dâir yeni bir “açlık” dalgası gerekiyor ve bütün insanlığa yârınlarımız için, okuma ihtiyacını hissettirmemiz lâzım.
Nasıl yapacağız ? Nasıl yapmalıyız ? Oturup konuşmalıyız.
Eğer fikirlerinizi bana yazarsanız, yeni bir yazıda üzerinde durmak, herkesle paylaşmak istiyorum.
mansurturgutk@gmail.com