ENES CANSEVER-HAFTANIN YORUMU
Bugün rahmetli Turgut Özal’ın vefatının 26. yılı.
17 Nisan 1993.
Daha dün gibi; lakin dile kolay, çeyrek asrı ardımızda bırakmışız.
26 yıl önce bugün.
Ülke: Kazakistan, dönemin başkenti, Almatı’dayız.
Bir grup arkadaşla akşam sofrasında alıyoruz, sarsıcı haberi.
Halbuki aradan henüz beş gün geçmiş.
Orta Asya ziyaretinin Almatı ayağında karşılamış, beraber olmuş ve Bakü’ye uğurlamıştık O’nu.
Timur’un Başkenti Semerkand’da tarihi şahsiyetlerle buluşmuş, türbelerinde dualarla nefeslenmişti.
Buhara’da Bahaeddin Nakşibendî ve İmam Buharî ile halleşmiş, oradan da Ahmet Yesevî Hazretler’inin memleketi Kazakistan’a gelmişti.
Şüphesiz, Özal dönemi, Cumhuriyet tarihinde önemli, farklı bir yere ve öneme sahip.
Çünkü Özal, 1980’li yılların başında ekonomiyi düze çıkaracak reçetelerle temayüz etmiş, kamuoyu da böylece tanımaya başlamıştı.
12 Eylül darbesinin ardından, yeniden demokrasiye dönüş yıllarında bürokrasinin dehlizlerinden, Çankaya yerleşkesinin zirvesine çıkmayı başarmıştı.
Özal, Cumhurbaşkanı sıfatıyla, komşu ülke Suriye’ye ilk remi ziyaret düzenleyerek, Baba Hafız Eset ile biraraya geldi..
TÜRKİYE, KOMŞU ÜLKELER VE İSLAM ÇOĞRAFYASI’NIN HALİ!
Bu açıdan aslında, Türkiye’nin kör- topal demokrasisine, gelişim ve dönüşümüne suikast günü olarak da ifade edebiliriz, Özal’ın vefat gününü.
Başta Türkiye’de olmak üzere, Komşu ülkelerde ve Ortadoğu coğrafyasındaki hazin tabloya bakınca, Özal’ın yokluğuna daha farklı okumalar yapılabilir hiç kuşkusuz.
Hele hele, günümüzün kutuplaştırıcı ve nefret diline, ayrıştırıcı politikalarına ve bir karpuz gibi ortasından ikiye bölünmüş toplum görüntüsüne bakılınca bu acınası durumu daha iyi anlamak mümkün.
Dahası, toplumun ciddi ihtilaflarında, ciddi kavgalarında ‘durun hele, yapmayın’ diyecek sözü sazı dinlenir kimse yok, kalmadı.
En ilkel toplumlarda bile, barış çubuğunu tüttürecek, frene dokunacak bilge kişiler vardı.
17 Nisan, önemli bir gündür…
Fatih Camii’nden kalkan cenaze,
Vatan caddesinin mahşeri kalabalığı, bugün, hasreti çekilen, ‘durun diyebilecek’ bir bilge politik figürün uğurlanışı…
İstanbul’da tarihi bir matem günü, karalar bağlanmış,
Yediden yetmişe emsaline nadir rastlanır kalabalık…
O kalabalık içinde belleğimizde kalan, herkesin bu kalabalıkla özdeşleştirdiği ve bilge lidere atfedilen üç önemli özellik büyük afişlerde taşınmıştı:
“Dindar Cumhurbaşkanı…”
“Sivil Cumhurbaşkanı…”
“Demokrat Cumhurbaşkanı…”
ÜÇ KAVRAMIN ANLAMI
Neydi bir araya gelen bu üç kavramının bize anlattığı?
Dindarlığıyla yaşadığı toplumun değerlerini özümsemiş, sivilliğiyle halkın tüm renklerini bağrına başmış, demokrat kimliğiyle dünyaya açık bir liderdi bize anlatılmak istenen esasen.
Bugünün dışlanan ve yok sayılan, kendilerine zindanların reva görüldüğü, çocuk, genç, ihtiyar her yaşta vatan evladı, Bilge liderin yokluğunun acısını daha derinden hissediyor…
Ne mi oluyor bugün?
Tekrarında fayda var: Lahosa kadınlar kelepçelenip zindanlara tıkılıyor, hamile kadınlara aynı şey reva görülüyor. 700 aşkın bebek anneleriyle bu kara zindanlarda tutuluyor. Bu zindanlar insanlık dışı muameleler, tedavileri yaptırılmayıp ölüme terk edilen insanlar.
Seçim güvenliğinin olmadığı bir ülke, sivilliğin rafa kalktığı bir ülke.
İradesi çalınan bir millet, 31 Mart seçimlerin göstermelik uygulamalar dönüştüğü üçüncü dünya ülkesi görüntüsü…
‘Dindar’lık nasıl değersizleşiyorsa, sivillik ve demokratlık da ham bir masala dönüşüyor.
Doğrusu liderleri kült haline getirmek, onları alternatifsiz olarak topluma arz etmek, bu giderse biz yanarız mantığıyla hareket etmek elbette doğru değil.
Özal da sırası vakti geldiğinde bırakıp gidecekti, gitmeliydi.
Amacımız vazgeçilmez lider güzellemesi yapmak değil.
Bunu yaparsak bir nevi günümüzün ‘tek adamcılık’ miyobuna, körlüğüne yakalanmış oluruz.
Amma velakin, bu tür liderler ve kişilikler birer prototiptir.
Sonrakiler için yol gösterici, ışık tutuculardır.
Onun birleştiriciliğinden, yerel ve evrensel değerleri benimseyişlerinden alınacak çokça dersler vardır.
Eğer Özal döneminde de dışlanmış kesimler varsa, ilgi dışı kalmışlar varsa pek tabii bu da yapılmış bir hatadır.
Kişilikler eksik yanlarıyla da ele alınırsa, resmin bütünü daha iyi görülür.
Tabiidir ki, o da bizim gibi insandı ve hataları bu tabiilik içinde vardı muhakkak.
DİNDARLIĞINI SAKLAMADI, SEKÜLER KİMLİKLERE HEP SAYGILI OLDU
Mesela, Nakşi kimliğini saklamadı, ama bu bir pazarlama konusu haline getirmedi. Hanımını, seküler kimliğiyle yanında tuttu, bunu problem olarak görmedi.
Toplumun tüm kesimlerini, tüm inanç ve kabullerine; sosyal grupları, cemaatleri taşıdıkları değerlerle bir zenginlik olarak kabul etti.
Ülkenin tüm bu renkleriyle bir dünya markası olabileceğine olan inancı tamdı.
Benim gibi düşünenlerle, benim gibi olsun, az olsun düşüncesi taşımadı.
Onun teslim aldığı Türkiye, içine kapanmış, dünyaya kapalı bir ülkeydi.
Ondan önceki yönetim zihniyeti, ‘azıcık aşım kaygısız başım, az olsun bizim olsun’ şeklindeydi.
Tıpkı bugünkü “Sivil siyaset” tablosunun, üniformalı ve adeta kışlayla sınırlı bakış versiyonu…
Dar Anadolu topraklarına başlarını gömmüş yöneticiler, günlerini gün etmekteydiler.
Günümüz Türkiye’sinin Misak-ı Milli sınırlarına hapsedilmeye çalışılan uygulamaları gibi…
İçe kapanan, kavgası gürültüsü de eksik olmayan bir ülkeydi Türkiye.
Bugün yarı açık cezaevine dönüştürülen yurdumuz gibi…
Bugün, iç açıcı bir tablosu yok ülkemizin, her alanda göstergeler negatif.
Buyurun birkaç hadise:
-Türkiye’deki zulüm ve baskıdan kaçarken, Meriç Nehri’nde boğulan ve Atina’da defnedilmek zorunda bırakılan 22 yaşındaki Üniversite öğrencisi Mahir Mete Kul…
-Adaylıkları YSK’ca onaylandığı halde, seçimi kazanan adaylara KHK’lı olduğu gerekçesiyle mazbataları verilmeyen başkanlar.
-Kızı Rabia Naz‘ın şaibeli ölümüyle ilgili hukuk mücadelesi veren Baba Şaban’ıın haklı mücadelesini bastırmak için, akıl hastanesine yatırılması kararına imza atan mahkemeler.
DÖRT EĞİLİMİ BİRARADA TUTABİLDİ!
Engin yönetim mimarisiyle önce; liberalleri, muhafazakârları, milliyetçileri ve sosyal demokratları aynı çatı altında buluşturdu.
Buradan aldığı hızla dünyaya açıldı. Türkiye’nin bu çok renkli barış fotografını tüm dünyaya gösterdi.
Ülkeyi dünyaya açtı…
Askeri vesayete boyun eğmedi, bu vesayetten ülkeyi kurtarmaya çalıştı.
Ama gel gör ki bu vesayet gücünün komploları sonucu öldüğü genelde kabul gören bir görüştür.
O yapının bugün de çok canlı olduğunu, ülkede yönlendirici güç konumunda bulunduğu da önemli bir gerçektir.
Dolayısıyla Özal’dan sonrası bir geriye dönüştür, eskiye, eskinin kalıplarına bir teslimiyettir.
Özal ile beraber inşa edilenler teker teker yıkılmış, Tek Partili yılların dar kalıplarına tekrar yakasını kaptırmıştır.
ORTA ASYA’DAN AVUSTARLYA’YA SEVGİ HALELERİ OLUŞTU:
Elbette bu hizmetlerin karşılığı olan sevgi haleleri, sadece içte değil, dış dünyaya, komşu ve kardeş ülkelere de, yansımıştı kısa zamanda…
Evet Özal, Kazakistan dönüşü Hakk’a yürümüş, tüm Türkistan ve elbette Kazak halkı da bu tez ayrılık için yas bağlamıştı.
Küçüğünden büyüğüne, herkesin sevgisini kazandığı için, vefatından sadece birkaç gün sonra, Rusların önemli şahıslarından biri olan Bavmana’nın ismini taşıyan caddeye, “Turgut Özal Caddesi” ismini vererek, günümüzde hâlâ kalbinde yaşatıyor Kazak halkı, bu bilge lideri…
Yalnız Türkistan mı?
Ta dünyanın ucu sayılan Avusturalya’da izleri var Merhum Özal’ın.
Sydney’in önemli sembollerinden biri olan Auburn Gelibolu Camii’nin açılmasında bizzat maddi Bağışta bulundu ve manevi katkıları oldu.
Buralara gelip, bu önemli mabette, Anadolu’dan göçmüş gelmiş insanlarımızla diz dize durdu.
Gelecekle ilgili tavsiyelerde bulundu.
“Avustralya’nın birer münevver insanı olma” telkininde bulundu.
Sonrasında da ilgisini esirgemedi.
DİNDARLARLIĞIN SIFIRLANDIĞI, DİBE VURDUĞU TABLO:
Yazımı Turgut Özal’ın Türkiye’sini, günümüz ülkesinden ayıran sıcak, somut bir anket araştırmasıyla noktalayayım.
-Dine, dindara güvenin sıfırlandığı bir ülke. MAK Danışmanlık Şirketi’in dindarlaşmak şöyle dursun dinden uzaklaşıyoruz vehametine ortaya koyan raporu.
Şirket, bunlar yıllar önce Özal döneminde anket için şu soruyu sormuş geçen günlerde:
“Aniden bir yere gitmek zorunda kalırsanız, çocuğunuzu aşağıdaki meslek gruplarından hangisine teslim edersiniz?”
Sözkonusu soruya Turgut Özal döneminin Türkiye’sinde verilen cevap; Din adamlarına, Cami İmamı ve müezzinlerine, Kur’an kursu hocalarına veya komşularına teslim eden ahali, “Dindarlaşan (!), neredeyse her mahalleye açılan Cami ve İmam Hatip Liseleri enflasyonunun yaşadığı “Yeni Türkiyede“, başka meslek gruplarını tercih etmiş.
Doktor, Avukat…
Yani din adamlarına ve dini kurumlarına güven yerlerde maalesef….
İlk onda dinle anılan hiç bir meslek ve kuruluş yok.
Ne acı değil mi?
Nasıl yer alsın ki?
Garabetlerin son gelmiyor ki…
Önceki gün Sydney’e gelen Diyanet Teşkilatının Başkanı, Merhum Özal’ın mirası olan Gelibolu Camii’nde, inancımızın özellik ve güzelliklerini anlatması gerekirdi. Belki de yukarıdaki araştırmada dibe vuran dindar ve diyanetin utanç tablosunu paylaşması lazımdı. Yada, Van’da müftülüğün kentte ihraç edilmesi gereken Cemaatle iltisakları olan “terörist” imamlar hakkında ‘Gizli Tanık Komisyonu’nda, cami kubbesinin altında, meslektaşlarına iftira atan, gammazlayan ama şimdi nedamet duyan, pişman olan memurlarını anlatmalıydı Diyanet’in Başındaki, mesela. Ama o, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya kadar gelip, dünyaya mal olmuş bir Sivil Toplum Hareketi ve mensuplarına “terörist” diyecek kadar, iman, vicdan ve insaf ölçülerine mesafe koyarsa, elbette ki, kimsenin Din’e ve Diyanet’e güveni kalmaz, önlenemez irtifa devam eder.
Yani ki tüm güzellikleri perdelersen, çirkinlik kaplar her yanı, nefes alamaz hale gelir ülkeye… e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au