FATMA BETÜL MERİÇ-TR724.COM
“Özgürlük, ekmekten tatlı, güneşten güzeldir.”
DOSTOYEVSKİ
“Happy people have no stories.” Mutlu insanların, bir hikayesi yoktur der ünlü Fransız düşünür ve yazar Simone de Beauvoir.
En sahici acılardan geçmiş, hayatının akışı tümüyle değişmiş; buna rağmen yılmamış, yıkılmamış insanların anlatabilecekleri bir öyküleri vardır.
Öyleyse korku ikliminin iyiden iyiye sürmeye devam etse de; özlemin her türlüsünün yaşandığı yerlerden, ucu paslı kör bir bıçak kesiği gibi geçen zamanların kahramanlarından bahisler açılmalı.
Değil mi ki, “Söz uçar, kalır yazı” .
Bir sağlık görevlisi Saliha Hanım. Kamuya ait bir kurumda çalışıyordu.
İki evlada anne.
Sebepsiz yere Eylül 2016’da ihraç ediliyor mesleğinden önce. Bir anda işsiz kalıyorlar eşiyle birlikte.
“Suçu olan insan korkar, ben korkmadım. Bir yere de gitmedim. Adresim aynıydı. Ama her gün her gece kapım çalınır diye bekledim, bin bir endişe ile” diyor hikayesine başlarken.
İhraç edildikten 9 ay sonra, 2017 yılının Haziran ayında, ramazanın son günlerinin yaşandığı bir sahur sabahında. Saat 06.00 da çalındı kapım. Diyafona baktığımda, polisleri gördüm. Beklediğim bir durumdu. Fakat yine de yaşamak başka bir seydi. Görüntülü diyafonda gördüğüm polis memuru, birkaç gün önce rüyama giren, ve rüyamda beni kelepçeleyip gözaltına alan memurun ta kendisiydi.
Anladım ki, Rabim beni bu duruma hazırlamak için, öncesinde rüyasını göstermişti.
O hengamede ilk aklıma gelen, evlatlarım ve kanser hastası annem olmuştu hemen. Bensiz ne yaparlar diye düşündüm. Annem üzüntüden iyice hastalanırdı. Belki de beni dünya gözüyle bir daha göremeyecekti.
Ben bu düşüncelerle boğuşurken, polisler zemin kattaki evime girmişlerdi bile. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen eşim, ağlayan çocuklarım. Yüzüme karşı okunan suçlama ve “Çantanızı hazırlayın, sizi emniyete götüreceğiz” sözü…
Hayal ile gerçeğin arafındaydım.
“Kötü bir rüyanın içinde miydim, uyansam her şey eskiye döner miydi? Ben, hiçbir suç işlememiştim ki…”
Evimde arama yapılmış, her şeye en ince ayrıntısına kadar bakılmıştı. Bense elbise dolabımın başında, nezarette beni rahat ettirecek eşyaları yerleştiriyordum çantama.
Kısa bir süre sonra, çocuklarımın gözyaşları arasında polis nezaretinde evimden alınıp; sağlık kontrolüne götürüldüm.
Hastanede sürekli vücudumda darp ve cebir olup olmadığını soruyordu doktorlar. Ruhumdaki darp izlerini, kanamakta olan yaralarımı görmüyorlardı.
Emniyet sorgusunda, esasında suç teşkil etmeyecek, yasal olan konular hakkında ifademi almışlardı.
Neden, o kurumda çalıştın?
Çocuklarını neden o okullara gönderdin?
O bankada niçin hesabın vardı?
***
Nezarethane ortamı çok kötüydü. İnce bir battaniye üzerinde namaz kıldık, yine aynı battaniye üzerinde nöbetleşe uyuduk. İftar ve sahur yaptık.
Nihayet adliyeye sevk edildik. 5’i kadın, toplam 9 kişiydik. Birbirimizi tanımıyorduk. Savcı, emniyetteki ifadelerimizden yola çıkarak; 4 kişiye tutukluluk, kalanlara ise tutuksuz yargılama talebinde bulunmuştu.
Mahkeme öncesi bu haberi aldığımızda; Hz. Ömer Efendimiz’in “Bir kişi cennete girecek deşeler, o ben miyim diye ümitlenirim; yine bir kişi cehenneme gidecek deseler, o ben miyim acaba diye endişe ederim, korkarım” dediği noktada havf ile reca arasındaydık.
Tanımadığımız abiler, “İnşallah tutuklanan o dört kişi bizizdir. Erkeklerdir. Hanım kardeşlerimiz tahliye olacak olan kişiler olsun” diye dua ediyorlardı.
Ne çare ki, ben ve 2 bayan arkadaş tutuklanmış, ailelerimizle dahi vedalaşamadan, cezaevine doğru yola çıkmıştık.
***
Cezaevine ilk girdiğimizde zorunlu olmamasına rağmen, tüm giysilerimiz çıkarılarak yapılan bir aramaya maruz kaldık. İncitici bir muamele gördük. Esas koğuşumuzdan evvel konulduğumuz geçici koğuşumuzda, yanımızda getirdiğimiz eşyalarımız verilmemişti.
Sadece, üzerimizdeki kıyafetlerimiz vardı. Hatta birlikte geldiğimiz bir arkadaşımızın, giydiği tuniğinin altındaki pantolonunun rengi lacivert olduğu için, onu çıkarttırmışlardı. Arkadaşımız, koğuştaki çarşaflardan birini beline dolamak suretiyle namaz kıldı. Öyle dolaştı kaç gün boyunca.
Geçici koğuşlarda hiçbir şey olmuyordu. Bir bardak bile yoktu. Paramız olduğu halde kantin günü olmaması sebebiyle, bir şeyler almamıza izin vermediler. Su, nasıl temin edeceğiz, dedik. Tuvaletteki çeşmeden için, dediler. Bardak, deyince de ağzınızı musluğa dayar içersiniz, deyip gittiler. Onlara su bile yok, sözünü biz orada yaşadık.
***
Koğuşa geldiğimiz üçüncü günün sonunda, cezaevi müdürünün odasında bir komisyon ile görüşüp, bizi ayrı ayrı esas koğuşlarımıza sevk ettiler.
Yeni koğuşuma geldiğimde herkesi bir işin ucunda tutarken buldum. Kurulu bir düzen vardı burada. Yaşça büyük olan ablalar oturmuş manav günü sipariş ettikleri, yeşillikleri temizliyor, doğruyor; genç arkadaşlar temizlik yapıyor. Bir başkası çaya su ekliyor. Ve minicik bir Betül var koğuşta. Sesiyle cennet nağmelerini koğuşa taşıyor. Gülüşüyle baharı getiriveriyor yüzlerimize. Hayatı hatırlatıyor. Bir de dışarıda bırakmak zorunda kaldığımız yavrularımızı. Ana kuzularını.
Ben içerdeyken, önce kanser hastası olan anneme, sonra evlatlarıma ağlardım.
Her kapalı görüşe muhakkak gelen eşime sıkı sıkı tembih ederdim yavrularımıza iyi bak diye. Bir de, anneme hissettirme yokluğumu benim, derdim.
***
Ramazan boyunca, her namazdan sonra tespihler çekilir, dualar okunur.
Sonra içimizden bir arkadaşımız, içinden geldiği gibi dua ederdi sicim gibi akan gözyaşlarıyla, dakikalarca.
Gündüzleri hatimler okunur, bir namazdan sonra, diğer namaz vakti beklenirdi muhabbetle.
Benden aylar önce 15 Temmuz’un hemen akabinde alınan torun sahibi ablalar anlatırdı. Biz alındığımız ilk günlerde ne Kur’an-ı Kerim ne tespih hiçbir şey verilmemişti. Biz de aklımızda kaldığı kadarıyla, Yasin Suresi’nin ayetlerini bulduğumuz sayfalara yazmış. Kendimizce bir Yasin oluşturmuştuk arkadaşlarla. Tespih verilmeyince de, boşalan su şişesinin kapaklarını ve çiğdem kabuklarını iplere dizerek, tespih yapıp az çekmedik, deyivermişti.
Şaşkındım. Dini argümanları kullanan bir irade, bunu dindar insanlara nasıl reva görürdü? Anlamak mümkün müydü?
***
Sadece gökyüzünü görebildiğimiz avlumuzdan, günün belli vakitleri havalandırmaya çıkardık.
Akşamları çay içer, sohbetler eder, birbirimizi ağırlardık.
Koğuşumuzun yarısı eğitimciydi, üç hemşire arkadaş ve bir diş hekimimiz vardı.
Her açık görüşlere bayrama hazırlanır gibi hazırlanır, “Eteğimin üstüne hangi eşarbımı taksam?” diye birbirimize sorardık.
40 dakikalık görüş, çabucak sona erer, daha söyleyeceklerimiz bitmeden vedalaşırdık.
Her şey yarım kalırdı içerdeyken aslında.
Hayatımızın tam ortasına çöken bir karabulutun karanlığında, ümit vermeye çalışırdık birbirimize elimizden geldiğince. Bir de sabrı tavsiye ederdik.
***
Dört ay sonraki ilk mahkememe tahliye umudu ile gitmiş, fakat ‘Tutukluluk devamına’ kararı ile koğuşa dönmüştüm. Dokunsalar ağlayacaktım ki; koğuşumuzun annesi Şerife Ablamız sarıldı sımsıkı. Sonra kulağıma eğilip: “Sakın ağlama. Biz suç işlemedik. Başını dik tut. Buradan hepimiz tek tek çıkacağız” dedi. İçimi ferahlatmıştı.
Bir müddet sonra, koğuşum değiştirildi. Adli suçlularla birlikte farklı bir koğuşa alındık. Hırsızlık ve adam yaralama suçundan yatan bu kişiler, önceleri bize sert davransalar da; sonraları alışmıştık birbirimize.
Birlikte çay içtiğimiz vakitlerden birinde, içlerinden biri: “Müdür bey, bizi sizin aranıza bilerek gönderdi. İçerde neler yaptığınızı merak ediyorlar. Bununla ilgili rapor hazırlıyor. Dikkatli olun.” dedi.
Bizim halimizden tavrımızdan etkilenen bu insanlardan biri, kısa süre sonra namaza başlamış, unuttuğu Kur’an’ı yeniden okur hale gelmişti. Hatta ona bunları öğreten arkadaşa elleriyle çok güzel hediyeler hazırlamıştı. Fakat kısa süre sonra, yeniden bir koğuş değişikliği oldu ve adli suçlular tamamen ayrıldı.
***
İçerde 5. Ayım dolmuştu. Bir gün, yatağımda oturmuş cüzümü okuyordum ki mazgal açıldı ve ismim okundu. Hayırdır, diyerek memurun yanına gittim.
Tahliyesin, dedi. Çabuk eşyalarını toparla, 5 dakikaya hazır ol.
Duyduklarıma inanmadım. O heyecanla öyle bir bağırmışım ki, bütün koğuş başıma toplandı. Herkes çok sevindi bu duruma tabi. Eşyalarımın çoğunu içerde bırakarak, birkaç parça şeyimi siyah bir çöp poşetine doldurarak, hızlıca çıktım koğuşumdan. Vedalaşırken, bir yanım içerde kalmıştı. Mutluluk ile hüznü aynı anda yaşıyordum.
45 dakika sonra cezaevinin dışındaydım. Hala inanamıyordum. Hep hayalimdi. Aniden tahliye olup, eve gidip aileme sürpriz yapmak isterdim. Böyle dua ederdim.
Kimselere haber etmeden önce bir dolmuşa, ardından trene bindim. Akşam 21.30’da evimdeydim. Kapıyı çaldım. Eşim taksicilik yapıyordu ve evde değildi. İki yavrum kapıyı açıp da karşılarında beni görünce şaşırıp kaldılar. Sevinç çığlıkları, ağlayışlar eşliğinde bir saate yakın sarıldık koridorda. Ben yavrularıma kavuşmuştum ama, hala kokularına hasret anneler, annelerine hasret yavrular oldukça sevinçlerimiz buruk, mutluluklarımız yarım.
Her şeye rağmen, şimdi bunları size gülerek anlatıyorum. Ağlamıyorum. İyi ki diyorum yaşamışım o günleri. İçerde geçirdiğim o 160 gün ömrümün en ihlaslı en bereketli günleri şimdi.