Maalesef bizler gaflet içinde, ibadetlerimizi, alışkanlık ve âdet kabilinden yerine getiriyoruz… Haydi robot gibi, hâşa baştan savma gibi demesek de gerçek şekilde duya duya, doya doya tam edâ edemiyoruz.
Kıldığımız namazların her rekatinde “İyyake na’büdü ve iyyake nesteîn” yani “Ancak Sana ibadet ederiz ve sadece Senden yardım isteriz” ifadesini kullanıyoruz ama bu mübarek kelimeleri söylerken aklımız ve kalbimiz nerede acaba? Gerçekten tam bir huzurda, hakiki bir muhataplık şuuru içinde miyiz? det kabilinden söyleyip geçiyor muyuz?
Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel Ağabeylerin hatıralarına bir bakalım, ne diyorlar? “Üstadımızın öyle bir okuyuşu vardır ki, bizler arkasında ürperirdik… Tekbirleriyle âdeta duvarlar sarsılırdı.” Sanki zelzele işe sarsılmış gibi kendilerini hisseden bu talihli talebelerinin namazlarında da bu tatlı güzelliğin yansımalarında huşuyu ve huduyu bizler de hissederdik…
Vanlı Molla Hamid Ağabeyimiz onun tekbir, tesbih ve tahmidlerinden bahsederken “Top güllesi gibi” söylediğini ifade ediyor.
Van’dan Barla’ya sürüldüğünde, Muhacir Hafız Ahmet Ağabeyimizin misafirhanesinde kalırken ilk gece Üstad evrad ve ezkarını okurken, yalvarış ve yakarışın yakıcı iniltisinden evin lerzeye geldiğini fark eder. Hanımını uyararak “Başımıza devlet kuşu kondu!” der. O mânevi hazzı, zevk eden bu insanlar, artık Üstad ve mürşidlerini bırakabilirler mi?..
Sahabe Efendilerimizi anlattığı bahiste Üstadımız şöyle bir tesbitte bulunuyor: “Bir zaman kalbime geldi; niçin Muhyiddin Arabî gibi hârika zâtlar SAHABELERE yetişemiyorlar?” Sonra namaz içinde ‘Sübhane Rabbiye’l-âlâ’ derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: ‘Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi.’ Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hâl, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakimin nurları ile hâsıl olan o büyük ictimaî ınkılabda, zıtlat birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler, bütün tâbirleriyle, zulümatıyla o teferruatıyla, hayır ve kemâlât, bütün nurlarıyla ve neticeleriyle karşı karşıya gelip, (öyle) bir vaziyette ve heyecan verip coşkunluk verdiği bir zamanda; her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakalarını turfanda, taravetli, taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o büyük ınkılabın tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, mânevî lâtifelerini (ince duygularını) uyandırmış; hatta vehim ve hayâl ve sır gibi duygular hüşyar (duyarlı) ve uyandırılıp teyakkuza geçirilmiş bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binâen, bütün hissiyatları uyanık ve lâtifeleri hüşyar olan sahabeler, iman ve tesbih nurlarını içinde bulunduran mübarek kelimeleri dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifi (sır, hafî ve ahfa gibi bütün ince duyguları) ile hisse alırlardı.” (Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli)
İhlasta birinciliği her zaman koruyan Albay Hulusî Ağabeyimiz diyor ki: “Üstadımızla Barla’da yedi-sekiz kişi bir sofrada toplandık. Fakat sofradaki çorba bir çocuğa ancak yetecek kadardı. Üstadımız, ‘Kardeşim fiyatını verelim’ dedi. ‘Bimillahirrahmanirrahim!’ dedi. Fakat başlamadı, bizim namımıza da ‘Bismillah!’ dedi. Sonra anlaşıldı ki, bizim için de Bismillah diyormuş. O çorba bizlere yetti, arttı bile. Üstadımızdan bir taklit olarak bizde Besmelenin bereketini gördük.”
Aslında Üstad, kaç kişi varsa, herbirinin yüzüne bakarak, birer Besmele çekiyordu. Hem de duya duya doya doya, Bismillahirrahmanirrahim!.. Sanki, harf harf teker teker söylercesine… Onun için Besmele’nin bir bereketi olarak kerâmet zuhur etmiş olmalı. Hatıralardan öğrendiğimize göre Malatya ve Elazığ’da Hulusî Ağabeyimiz Üstadımızın usulüne göre okuduğu Besmelenin kerametine birkaç defa şahit olmuş ve “Cenab-ı Hak, Üstadın taklidine bile keramet ihsan etmiştir.” demiştir.
Üstad Hazretleri Ramazanda Kur’an’ı nasıl dinleyeceğimiz hususunu da şöyle izah ediyor: “Kur’an’ı, yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve O’ndaki İlahî hitabı güya geldiği iniş ânında gibi dinlemek… ve o hitabı, Resul-i Ekrem Aleyhisselamdan işitiyor gibi dinlemek… belki Hz. Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî Cenab-ı Hak’tan dinliyor gibi bir kudsî hâl ile dinlemeye mazhar olmak… Kendisi de tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’an’ın iniş hikmetini bir derece göstermektir.” (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Nükte)
İşte böyle okunan ve dinlenen Kur’an insanın bütün hissiyatına ve lâtifelerine siner ve onları da gıdalandırır.