Rabbimiz kibir ve enâniyeti sevmez, zâten hakîr olan kula kibir değil, tevâzu ve hacâlet yakışır.Kul aczinin ve hâtâsının farkına varmakla büyür, gözünü kendine-çevresine kapayıp, kendinden başkasını görmemekle, devâmlı kendini aklamaya çalışmakla küçülür, bedbaht olur.
Hele hele tevâzu ve mahviyet üzerine binâ edilen sistemler-dâvâlar “ene ve kibir” vâsıtasıyla yerle bir olurlar.
Şahs-ı mânevide ene ve kibir olmaz, ene ve kibir fertlerin hastalığıdır.
Allah’tan gâfil olan nefsini unutur ve olmadık belâlara düçâr kalır, fıska düşer, dâima nefsini gören Rabbini göremez, bulamaz.
Ene ve kibir nefsâniyetin zirvesidir. Nefis, öyle kara bir deliktir ki, o deliğe giren Rabbine varamaz.
Büyüğümüz bizleri yıllarca şahsi enâniyet ve şahısta oluşabilecek cemaât enaniyetine karşı uyardı, uzun yıllar bu uyarıyı dikkâte alarak yürüdük.
Diğergâm rûhlar, i’sâr ve ihlâsla serpilip, tevâzu ve mahviyetin bereketiyle yedi iklimde meyvâ verdiler, hep berâber güzel günler gördük.
Neslimiz, nesiller ve insanlık için yaşadık, gerçekten gözümüzde, gönlümüzde başka sevdâ olmadı.
Peki ne değişti ? Neden böyle oldu ?
Derîn bir muhâsebe ve murâkabe ile kendimizi kontrol etmeliyiz, yoksa, yoksa değiştik mi acaba ?
Allâh korusun, İlâhi Beyân “Eğer değişirseniz, Cenâb-ı Hakk’ta sizi değiştirir, yerinize yeni (cedîd) bir topluluk getirir” demiyor mu?
Hatâlarımız;
İnsanız, hepimiz hatâlar yaptık, hâlâ yapıyoruz, bir süredir beynimi kemirip, kalbimi demir cendere ile sıkan, topyekün rûhlarımızı bunaltan, gayretlerimizi faydasız, iş ve hizmetlerimizi verimsiz hâle getiren ferden, hey’eten, cem’an yaptığımız hatâlarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Nefsin makâma, şâna-şöhrete paraya-pula ve bilumûm belâya mübtelâ olması sonucunda insân, insanlar yoldan çıkar.
Enenin diktası altında, okumayan, düşünmeyen, anladığını uygulayıp, daha fazlasına tâlîb olarak yaşamayanlardan bizlere, topluma hiçbir fâide gelmez.
- Benlik, kibir ve şahsi ikbâl rü’yalarıyla sâdece kendi için yaşayan,
- ardını, ardılını düşünmeyen,
- çağın rûhuna, müsbet değişime direnenlerden topluma hiçbir fâide gelmez.
Biliriz ki, bilerek yada bilmeyerek statükoyu muhâfaza için,
• Hiçbir insiyatif alamayan,
• ortaya bir irâde koyamayan
• bütün problemleri sündürerek ademe mahkûm eden,
• devamlı ortaya karışık konuşan,
• her meseleyi örten ve öteleyen, “insanlardan”
topluma hiçbir fayda gelmez.
Yetkisi ve etkisi olduğu halde alana inip problemleri çözmek yahut dinleyip, çözüm merciîne ulaştırmak yerine fildişi kulelerde oturmayı tercih edenler topluma ne verebilirler ki ?
Biliriz ki,
• bulundukları makâmda-ortamda birbirlerini ağırlayan,
• olumsuzluklar söylendiği zaman “bunların hepsini biliyoruz” deyip,
• gözlerini kapayan,
• çözüm için kılını kıpırdatmayan,
• bir plân, bir takvîm bile ortaya koyamayan, insanlardan topluma hiçbir fayda gelmez
Bence, bulunduğumuz konumun hakkını veremeyip “konumuna ihânet etme” tehlikesine mâruz kalmaktansa, o konumu terk etmek evlâdır.
Yine biliriz ki,
• özünü “kendini savunma” psikolojisine salmış
• söylenilenleri “kendisine karşı algı operasyonu” olarak anlayan ve aktaran
• kardeşlerini ötekileştirmeye hazır
• (Allâh korusun) yârın herkesi “hâin” ilân edebilecek insânlardan topluma hiçbir fayda gelmez.
Bu kimseler çok can yakarlar, yaktılarda fakât netîcede yenilenmenin (tecdîd) keskin kılıcına teslimolurlar.
Âlem bilsinki,
• şahsiyet ve kâbiliyet eksiğini
• etrâfına dizdiği “itaâtkâr şahsiyet ve kâbiliyet cüceleri” ile gizleyen insânlardan topluma hiçbir fayda gelmez.
Evet, nefis, ene ve kibrin diktası altındaki tüm diktatörler etrâflarında “düşünmeyen kapıkulları” ister.
Şu halde hepimiz birâz diktatör değil miyiz ? Düşünmeliyiz, değişmeliyiz.
Halbuki kitâbımız devamlı düşünmeye ve akletmeye dâvet eder.
Şeytânın hilesi;
“Şeytânın en büyük hilesi kişiye nefsini, kendini unutturmasıdır” der Üstâdımız Bedîüzzamân, ahvâl-i perîşânımızdan gâfil olmadığımızı kim söyleyebilir ?
Gerçek bir muhâsebe-murâkabe aynasında kendimizi görebiliyor muyuz ? Yırtığımızın, söküğümüzün farkında mıyız ?
Kıymetli bir büyüğümün ifâdesi ile “eridiğini fark edemeyen, erdiğini zanneder” ne büyük bir aldanmışlık.
Ölü taklidi yapmak;
Hepimiz, kendimizi hatâdan soyutlayıp devâmlı parmağımızı sallayarak “sen” “siz” dili ile konuşuyoruz. Halbuki “ben” dili ile konuşamıyorsak bile hiç değilse “biz” dili ile konuşup, sevâbortaklığına tâlip olduğumuz gibi, hatâ ortaklığına da tâlip olmalı değilmiyiz.
• Mes’uliyet ve sorgulama söz konusu olunca, önemli mevkilerinde bulunarak, karâr alma mekanizmasına ve karârlarına iştirâk ettiğimiz bir topluluğu “yoktum, orada değildim numarası” ile bir nev’i “ölü taklidi” yaparak susmak,
• tenkîd-eleştiri gündeme gelince “canlanıp-kanlanıp” insâfsızca eleştirmekte doğru değil.
• İdâre edenler için hatânın büyüğü “cemaâtini suçlamak”
• tâbiler içinse hatânın büyüğü “bütün suçu idarecilere atarak” kendini ak-pak görmektir.
Halbuki “suç varsa hepimiz suçluyuz” hattâ en güzeli odur ki “bütün suç benim, bütün hatâlar benim” diyebilmeliyiz, işte gerçek erdem budur.
Maalesef bütün bu hatâları ferden, hey’eten, cem’an işliyoruz.
İhtiyâcımız;
Klasik Türk tarzını, yâni “ne olacak bu dünyânın hâli ? ne olacak bu hizmetin hâli ?” gevezeliliğini yapmadan tekrâr yeniden, yenilerle harekete geçmeliyiz.
Herkes hatâ yapabilir, hatâ yapanların en hayırlısı hatâsından tövbe edip dönebilendir, dönmeliyiz.
Ene-benlik ve kibirle yaralanıp, sakatlanmış insanın sâhib olduğu fikr-i diktatöryadan kolayca sıyrılıp, kurtulabileceğini düşünmüyorum, hepimiz insanız, hepimiz bu illetle az yada çok mâlül durumdayız.
Çâresizlik içindeyiz, çaresizlik önce gerginliğimizi sonra ümîdimizi bitirir, kurtulmalıyız, nasıl kurtulabiliriz ?
Biliniz ki, ihtiyâcımız
• insiyatif alabilen,
• mes’eleleri ötelemeyen,
• ademe mahkûm etmeyen,
• istişâre ile üzerine giden,
• şahsiyetli ve kâbiliyetli insanları destekleyip onlarla yol alabilen,
• muhlîs,
• fedakâr,
• atılgan,
• müstakîm,
• müsamahâkâr, insanlardır.
Biliniz ki,
• Hakk’a ve halka hizmet ederken,
• hakkın hatırını âli tutarak,
• dinleyip, söyleyebilen,
• hakkı ararken,
• hakkı ikâme ederken,
• üslûb ve uyumu da elden bırakmayan, insanlara ihtiyâcımız var.
Çağınını ve içinde bulunduğu durumu en doğru şekilde okuyabilen ve ihtiyâca göre derhâl şekillenip ümitle yol alabilen, aklı, fikri, vicdânı hür insanlara ihtiyâcımız var.
Mânevî bir lider, çağdaş bir önder olma kapasitesini hâiz sâdece “dâvâm” diyebilen yiğitlere ihtiyâcımız var.
Düşünüyorum yazıyorum, yazıyorum düşünüyorum, inandığım sâbitelerin daha da güçlendiklerini görerek değişiyorum, değişiyoruz.
İnsanlığa hizmet için, kozadan kelebeğe, sızıntıdan çağlayana bir metamorfoz yaşıyoruz.
Yine insanlığa hizmet için
• hangi dinden,
• hangi fikirden olursa olsun
• ahlaklı,
• aydın,
• cesûr
insanlara ihtiyâcımız var.
İçimiz yanıyor,
Üçyüz yıldır iğfâl edilen bir milleti, üçyüz yıldır işgâl edilmiş bir vatanı kurtaramadık.
İnsanlığa uzanan elimizi kırdılar.
Yalancı bir darbeye, yalancı bir hizibe, yalancı bir herife, teslim olduk.
Yaşadığımız gibi yönetilmeye başladık “Nasıl yaşarsanız öyle yönetilirsiniz” diyen “Kutlu Ses” her zamanki gibi haklı çıktı.
Ne olur insanlık adına, uyanalım artık ! Keşke herşey zannedildiği kadar kolay olsaydı, bir sihirli değnekle dokunup âlemi değiştirebilseydik.
Fakat, maalesef işler böyle yürümüyor.
Tek tesellimiz yeni ufuklara açılmış, yeni topraklara serpilmiş, yeni kültür ve insanlarla tanışmış olarak yeni bir bahara hazır olmak.
Herşeye rağmen nâmerde muhtaç olmaktansa Allâh’a dönüp Vâhid-i Ehad’dan ummak, Hatem-i Taği’nin ihtiyârı gibi izzet ve gayretle yürümek, bizim kemâlimiz olacak.
İnşâallâh, vefâsızlara vefâ, hayâsızlara hayâ, insafsızlara insâf öğreteceğiz.
Evet, bütün bunları yine biz yapacağız, sebebler dünyâsında birilerinin âlem-i gaybdan gelip perişâniyetimizi düzene sokması, bizleri derleyip toplaması mümkün görünmüyor, Allâh Diyâr-ı Hikmet’te sebeblerle iş görüyor, yine biz koşturacak, yine biz işleri düzene sokacağız.
“Ne dem bâki, ne gam bâki, illâ Allâh, illâ Allâh” diyerek, ümitle mücâdele edeceğiz.
mansurturgutk@gmail.com