Dikkat; aşağıda okuyacağınız yazı Maide suresi 38 ve 39. ayette geçen hırsızlığın cezasının tefsirini ya da tarih boyunca hukukçuların ve siyasilerin başrol oynadığı müzakereleri ve uygulamaları konu edinmemektedir. Yazıda yapmak istediğim şey, bir hadise verilen iki ayrı tercümeyi merkeze koyarak zihniyet tahlili yapmaktır.
Hadis adaletin tesis ve temini adına hiçbir ayrımcılığın yapılmaması gerektiğini ifade eden bir hadis. İslam öncesi Arap toplumunda ayrıcalıklı bir yeri olan Mahzumoğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar. Suç, el kesme cezasının verileceği ölçüde sabit olmuş ve karar verilmiştir. Bu arada o kabileden bazıları İslam öncesi uygulamalardan hareketle bu cezanın Mahzumoğulları fertlerine tatbik edilmemesi gerektiğini düşünürler. Ama son tahlilde bir kayırmacılığı netice verecek olan bu teklifi Hz. Peygamber’e yapacak cesareti kendilerinde bulamaz ve Efendimizin çok sevdiği, sevgide torunları Hasan ve Hüseyin’den ayırt etmediği Üsame b. Zeyd’i gönderirler. Üsame Peygamber Efendimizin hürriyetine kavuşturduğu Zeyd b. Harise’nin oğludur. Teklif kendisine yapıldığında Allah Resulü çok kızar, oldukça sert bir tavır takınır ve “Sen Allah’ın koyduğu had cezalarından birisinin uygulanmaması için bana şefaatçi mi oluyorsun?” der. Ardından minbere çıkıp cemaate şunları söyler: “Sizden evvelkiler soylu, itibarlı bir kimse hırsızlık yaptığında suçluyu bırakırlar, soy itibariyle daha zayıf bir kavme mensup insan çaldığında ise haddi tatbik ederlerdi ve onlar bu yüzden helak oldular. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapmış olsaydı…” (Ebu Davud, Hudud, 4)
Dikkatlerini toplamanızı sağlamak için son cümleyi tamamlamadım. Çünkü iki ayrı tercüme dediğim husus cümlenin geride kalan kısmı için yapılıyor. O kısımda Efendimizin ağzından çıkan kelimeler şöyle; “le kata’tu yedehe.” İlkokul seviyesinde Arapçaya vakıf herkesin mana verebileceği sadelikte ve netlikte olan bu cümleye yapılan birinci tercüme şöyle: “Elbette onun da elini keserdim.” Lafzi tercüme bu ve metinle yüzde yüz mutabakat içinde. Sözünü ettiğim ve bu yazının yazılmasına sebep teşkil eden ikinci tercüme ise şöyle: “adaletten ayrılmazdım; tarafsız davranırdım, cezasını verirdim.”
İnsan burada ister istemez şu soruyu soruyor; neden? Neden “elini keserdim” yerine “adaletten ayrılmazdım, tarafsız davranırdım, cezasını verirdim” deniliyor. Yorum mu? Yorum olsa denilenler doğru olabilir. Peygamber kızı bile olsa hiç kimseye ayrıcalık tanınmayarak haddin uygulanması, adaletin sağlanması, tarafsız davranılması ve cezanın verilmesi yorumları yapılabilir. Ama söz konusu olan yorum değil ki. Ortada var olan bir Peygamber beyanını Arapça’dan Türkçe’ye tercüme ediyor, manasını veriyorsunuz. Lafzi tercümenin anlamı daha zorlaştıracağı çok anlamlı kelimeler de yok ortada. Olsa bu türlü durumlarda yapıldığı gibi mananın doğru anlaşılması için parantez içinde bu ilaveleri yapabilirsiniz. Halbuki tercümeyi direkt olarak böyle yapıyorsunuz.
Şimdi bu temel üzerine zihniyet tahlili dediğim hususa geçeyim. Son söyleyeceğim cümleyi baştan ifade edeyim; modernite ile geleneğin çatışması, bu çatışma içinde arada kalma, tercihini tam yapamama, yapsa da izahta zorlanma ya da aklını ikna kalbini tatmin eden izahı paylaşacak cesareti bulamama.
Şöyle ki; hırsıza verilen el kesme cezası nüzul toplumu şartlarında uygulanan bir cezaydı ve Allah bu ceza şeklini Maide Suresi 38. ayeti ile tasdikledi. İslam tarihinin erken dönemlerinde bu ceza en üst sınır olarak kabullenildi, uygulandı ve geleneğimiz içinde yerini aldı.
Ama modern dönemlere geldiğimizde hukuk geleneğimiz içinde yerini alan bu ceza şekli çok şiddetli biçimde sorgulanmaya tabii tutulmaya başlandı. Aslında bu sorgulama tarih boyunca vardı ve yapıldı. El kesme cezasının gerek mal gerekse hırsız üzerinde aranan şartları nelerdir, hırsızın tövbe etmesi af edilmesini gerektirir mi, zaruret sebebiyle mal çalmanın hükme tesiri nedir, el kesme yerine hapis ve sürgün gibi başka cezalar verilemez mi, suçta hafifletici unsurların yer alması cezanın el kesme olarak değil de başka şekillerde icrasını gerektirmez mi vb. sorular ekseninde konu hep tartışıldı ve dönemin siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik şartlarına göre karara bağlandı.Fakat günümüzdeki sorgulamalar hâkim batı paradigmasının etkisi ile daha ileri boyutlara taşındı. Kaldı ki böylesi sorgulamalar çok eşlilikten, kocanın karısını dövmesine, dinden dönenin öldürülmesinden mirasa kadar birçok meselede kendisi gösterdi ve hala gösteriyor.
İşte bu zemin karşımıza üç grup insan çıkardı. Birinci grup “gelenekselciler” dediğimiz ortodoksi bir anlayışı savunan ve değişen, gelişen, farklılaşan hayat şartlarını hiç kaale almaksızın Kur’an ve sünnette yer alan ceza şeklinin aynen uygulanması gerektiğini düşünen ve savunan kişilerden oluşuyor. İkinci grup modernist denilen el kesme cezasının nüzul toplumu şartlarında geçerli olduğu, bundan böyle kesinlikle başka bir ceza şeklinin uygulanması gerektiği ve bu konuda nihai kararı hukukçuların teklifi, siyasilerin yasa haline getirmesi ile yapılacağı görüşüne sahip olanlar. Üçüncü grup ise “muhafazakar” adını verdiğimiz geleneksel değerlerin modern tecrübe ile uyumunu, uzlaştırılmasını ve yapılacak terkipler ile yeniden inşayı savunan kişiler. Bu grupta yer alanlar söz konusu ceza şeklini tespit ederken Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in dışlanmasını kabul etmiyor. Nüzul toplumu hayat şartlarının devam ettiği mekanlarda soruna çözüm teşkil ettiği müddetçe aynı cezanın uygulanabileceğini, etmediği yerlerde ise bu iki ana kaynaktaki ilkeler doğrultusunda yeniden yasamanın(taknin) yapılabileceğini savunuyorlar.
Şimdi tekrar hadise dönelim; gelenekselciler ve modernistler hadisin üzerinde durduğumuz kısmına “Eğer Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapsa elini keserim” manasını veriyorlar. Sözü hiç eğip bükmeden, hiçbir zorlanmaya girmeden lafzi tercümeyi yapıyorlar. Zira izahını yapamayacakları bir şey yok. Yukarıda ifade ettiğimiz yaklaşımlarına göre gelenekselciler el kesme bugün de uygulanmalı, modernistler de tam aksine uygulanmamalı diyorlar.
“Eğer Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapsa adaletten ayrılmazdım; tarafsız davranırdım, cezasını verirdim” diye mana verenler yukarıda çerçevesini çizdiğimiz ve tanımlamasını yapmaya çalıştığımız muhafazakarlar. Bunlar bana göre iki grup arasında bir yerde duruyorlar. Tarihi olan ile İslami olanın arasında farkın farkında olan bu zümre toplumsal değişimlerin kendilerini modern ile gelenek, yeni ile eski, dün ile bugün ve yarın arasında sıkıştırdığını biliyorlar ve çıkış yolu arıyorlar. Batı’nın “Tanrısız bir modernleşme” diye adlandırabileceğimiz aşkın olanla ilişkisini kopararak yürüttüğü modernleşme, sekülerleşme ve dünyevileşmesini almak istemiyorlar ama modernitenin ürettiği zihniyetin tesirinden de kurtulamıyorlar.
Burası işin aslına bakılacak olduğunda tam bir yol ayrımı. Durulan yer de çok doğru bir yer. Aşkın olanla münasebeti koparmadan İslam’ın güncellenmesi diyebileceğimiz açılımların yapılabileceği ve bu çerçevede yeni okumaların, anlamaların, yorumlamaların ve uygulamaların ortaya konulabileceği bir zemin. Fakat bunun için de gerçekten günümüz şartları içinde karşılaştığımız sorunlarla yüzleşmeye, o sorunlara cevap üreten metodolojiler üretmeye, fikri tutarlılığa ve bunu samimiyetle, candanlıkla, içtenlikle yapabilecek bir iman ve cesarete ihtiyacımız var. Yalnız hemen ilave edelim, bunların hepsinin bir arada olması gerekiyor. İman var, samimiyet var ama metodoloji yoksa, metodoloji var cesaret yoksa, cesaret var ama fikri tutarlılık yoksa günümüz insanını tatmin edecek, gelecek nesillerin önünü açacak bir netice ortaya çıkmıyor. Çıkan şey hadise verilen manada görüldüğü gibi kaçamak güreşmek oluyor.
Dikkat uyarısı koyarak yazıya başlamıştım; onu tekrar ederek bitiriyorum. Bu yazı hırsızlık cezasına verilen el kesme cezasını ele almadı. Sadece Hz. Peygamberin (sas) Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapsa elini keserim” dediği hadise “adaletten ayrılmazdım, tarafsız davranırdım, cezasını verirdim” tercümesini yapmanın zihni arka planını ele almaya çalıştı.
Son bir not: Hadise böyle mana verme hadisi tahrif ve tahrip midir? Hiç şüphesiz tahrif ve tahriptir. Bunu yapanın niyeti öyle olmayabilir. Ama ortaya çıkan sonuç budur ve bu Hz. Peygamber’e söylemediği bir şeyi isnat manası taşır.