Nâsih, sohbet ve nasihat eden demektir. Nasihat; insanların ruhuna girebilmek için başkalarına iyilikte bulunmaktır ve her konumdaki insan için, her zaman gerekli olan çok önemli bir ihtiyaçtır.
Zâriyat sûresi 55.âyette; “Onlara hatırlat! Çünkü zikir ve hatırlatma mü’minler için mutlaka yararlıdır.” buyrulmaktadır. Ne var ki, nâsihin ruhundan ‘Mârifetullah’ damlamalıdır. Âhirzamanda, ümmet-i Muhammed’e (sav) diriliş üfleyecek zevâtın önemli ünvanlarından birisi de ‘nâsih’ olacaktır.
Temimu’d-Dâri (ra) anlatıyor: Resûlullah Efendimiz (sav); ‘Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir.’ buyurmuştur. Biz sorduk:
-‘Ey Allah’ın Resûlü! Kimin için hayırhah olmaktır?’ Efendimiz;
-‘Allah için, Allah’ın kitabı için, Resûlü için ve müslümanların idârecileri ve bütün müslümanlar için!’ buyurdular. (Müslim)
Dinin rûhu olan bu nasihatler, dinin yaşanıp yaşatılabilmesi için, olmazsa olmaz zarûret ölçüsünde bir zarûrettir. Bu vazife yapılmadığı takdirde, İslâm binâsının er veye geç yıkılması mukadderdir.
Din yaşanmadan, yaşatılamaz. Efendimiz (sav), ‘Hakîki mü’min görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan bir dildir.’ (İbn-i Mâce) İnsanı, hakîkate ulaştıran iki esastan biri ‘sohbet’ diğeri ise, ‘hizmet’ olduğu bir gerçektir.
İnsanın şahsında hayat bulmayan, yollara düşürmeyen, îmanın güzelliklerini başkalarına tattırmayı hedeflemeyen sohbetler bereketsizdir. İnsanları mârifet ufkuna ulaştırma mevzûnda, semeresi yok hükmündedir.
Yeryüzünün en bahtiyar insanlarıdır Ashâb-ı Kiram Efendilerimiz (r.anhüm).. Sohbet-i Nebî (sav) ile şereflenmişlerdir. Bu şereflerinden dolayı onlara, ‘Musâhabe Kahramanları’ manasına ‘Ashab’ denilmiştir. Onlar, sürekli göklerin ve yerin sâhibi ve mâliki Allah’ın gönderdiği semâvî sofralarla beslenmişlerdir.
Onlar, Allah’ın kendilerine lütfettiği bu ilâhî nimetten başkalarının da istifâde edebilmesini sağlamak için yollara dökülmüşler ve bu canlılıklarını ruhlarının ufkuna yürüyünceye kadar devam ettirmişlerdir. Bu canlılığın temeli, kaynağı Efendimiz’le olan musâhabeleridir.
O günden bugüne aynı duygu, aynı düşünce, aynı dâvâyı kucaklayan ve aynı gerçekleri -Kuran ve Sünnet makuliyeti içinde- paylaşan insanların, aynı ruh hâletiyle gerçekleştirdikleri; Zât-ı Uluhiyeti müzâkere, Efendimiz’i (sav) yâd etme, tevhid, tehlil, tesbih ve tahmidle derinleşen işte bu sohbetler ve sohbet arkadaşlığı ve kardeşliğidir. Kâbir bu arkadaşlığı engelleyemediği gibi, ölüm de bu kardeşliğin arasına giremez.
Sohbettir bizi bir araya getiren,
Aksiyonumuzdur hizmet ettiren.
Asr-ı saâdet ruhunu bize veren
Sohbet-i Cânandır ölü ruhları dirilten.
Helâket ve felâketlerin, zillet ve sefâletlerin ortalığı kasıp kavurduğu, fırtınların sert estiği, her şeyin alabora olduğu günümüzde; Hizmet-i Îmaniye ve Kur’aniye’nin temsilcileri, örnekleri kendinden bir harekete dönüşerek hakîkatleri dünyânın her tarafına götürüp, kimseyi dışarda bırakmamak kaydıyla herkesin elinden tutabilmek için yollara dökülmüşlerdir.
Küçülen dünyada büyüyerek hayranlık ve gıpta uyaran bu hizmet, dünya çapında bir baharı müjdelemektedir. Bütün bu güzellikler, sözünü ettiğimiz bu sohbetlerin ve nasihatlerin semeresidir.
Nâsih; vahye dayanan, ilham buutlu aklı esas alır. Kâinat kitâbında olup biten hâdiselerin arkasında, Hâkim ve Hakîm-i Mutlak Allah’ın mevcudiyetini görür ve liyâkatı olanlara göstermeye gayret eder. Nâsih; bir çocuğun tedrîcen sütle beslenmesi gibi, hakîkatleride insanlara hazmettirerek tedrîcen vermelidir.
Nâsihler; îman ve Kur’an hakîkatlerini, muhtaç ve liyâkati olanlara zamanında ve en uygun şekilde, ‘kavl-i leyyin’ ile götürmeye, duyurmaya ve tebliğ etmeye mükelleftir ve böyle yapma mecburiyetindedirler. Nâsihin; gerçekleri muhataplarına mutlaka Allah’la münâsebet içinde takdim etmesi, anlattığı konuyla bütünleşmesi ve tebliğ ettiği gerçeklere yürekten inanmış olması gerekir.
Sâf sûresi 2 ve 3. âyetlerde Cenâb-ı Hak; “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” ikâzında bulunmaktadır.
Nâsih, anlattığı meselelerde iz’ân-ı kalb sâhibi olmak zorundadır. Şimdiye kadar -Nebîler dâhil- hiçbir zaman münâkaşa ve diyalektikle meseleler halledilememiştir. Kavga ve zor kullanarak kimse îman elde etmemiştir. İnsanları reaksiyon gösterecek bir havaya sokmadan, havanın ve ortamın müsâit olduğu an yakalanmalıdır, yoksa hizmet hezîmete dönüşebilir.
Allah (cc), yarattığı her şeye bir vazîfe takdir etmiştir. İnsan emrine verilen her varlık, kendisine ait rolü oynamaktadır. Binâenaleyh insan da; uhdesine aldığı emânetin hakkını vermeli, kendisine yüklenen vazîfenin hakkını vererek yerine getirmelidir.
İnsan zaaflarıyla aşağılardan aşağı, fazîletleriyle de meleklerden üstün olarak yaratılan bir varlıktır. İslâm, insanı bir bütün olarak ele alır. Zaaflarına karşı zecrî ve korkutucu, fazîletlerine karşı da teşvik edici, müjdeleyici bir metodla yaklaşır.
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler de; korku ile ümit, cennet ile cehennem, rahmet ile gadap dengeli işlenmiştir. Ta ki insan, sürçmekten, düşmekten muhâfaza; ihtiyarlar, gençler, hastalar, mazlumlar da yolda takılıp kalmaktan korunmuş olsun.
İslâm, temelde bataklığı kurutmayı esas alır. Tergibin yanında terhip, iyiyi emretmenin yanında kötülüklerden sakındırma ve kötülüğün bizzat kendisini ortadan kaldırmayı gâye edinir. ‘Emr-i bi’lma’ruf, nehy-i anilmünker’ insanı, bu gâyesine götüren bir yoldur.
Hz. Adem’in (as) çocukları, gözlerini dünyaya açar açmaz babalarını, “iyiliği emredip kötülükten sakındıran” bir peygamber olarak bulmuşlardır. Efendimiz’in (s.a.v) gönderiliş gâyesi de, tebliğ ve irşaddır. Tebliğin özü, “êmr-i bil mar’ruf, nehy-i anilmünker”dir.
Bu mevzûda Hz. Nuh (as) kavmine Kur’an ifâdesiyle, “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size nasihat ediyorum. Ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’ın bildirmesiyle biliyorum.” (Araf/62) “Ben size emin bir nasihatçıyım.” (Araf/68) demiştir.
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ı bilip tanımak ve bu bildiklerini vicdânında duymak için yaratılmıştır. Tebliğ, insana vazîfesini hatırlatmaktır. Efendimizden (s.a.v) sonra bu işi kutsîler devam ettireceklerdir.
Mü’minin korumakla mükellef kılındığı beş esâsın başında can ve din gelir. Irzını, namusunu, malını korumak diğer esaslardır. Bunlar ve benzer değerlerin korunması, “emr-i bil ma’ruf nehy-i anilmünker” ile gerçekleşir.
Tebliğ, irşat ve nasihat, ‘emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker’ yapılmadığı zaman, toplumun muhtemel maruz kalacağı musîbetleri Efendimiz (s.a.v), etrafında toplanan Sahâbe Efendilerimiz’e (r.anhüm) anlatmak için sorar:
-“Nasıl olacak hâliniz? O gün kadınların baş kaldırdığı, iffet ve namusun zaafa uğradığı, kötülüklerin (dünyânın) her tarafına yayıldığı, hak ve hakikatin terk edildiği gün?”
-‘Bunlar olacak mı Yâ Resûlallah?’ diye sorarlar.
-“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, daha şiddetlisi olacak.”
-‘Bundan daha şiddetlisi nedir ya Resûlallah?’
-“Bütün kötülükleri iyi, iyilikleri kötü gördüğünüz gün hâliniz nice olacak bir bilseniz!”
Yine hayret içinde kalan Sahâbeler aynı soruyu sormuşlardır:
-‘Bu da olacak mı Yâ Resulallah?’
-“Ondan daha şiddetlisi olacak!”
-“Münkerat karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay halinize!”
Allah Rasûlü (s.a.v) Allah’a kasem ederek O’ndan şu sözü nakletti:
-‘Celâlime yemin olsun ki, bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim.” (Heysemî)
Hadis-i şerif’te; bir gün her şeyin tersine dönüp değerlerin alt üst olacağına, iyiler kötü, kötülerin iyi görüleceğine, zinânın terviç edileceğine, terör-anarşinin revaç bulacağına, îman ve Kur’an’ın aşağılanacağına, Allah’a inananların hor ve hakir görüleceğine, bir çok kötülüğün bizzat devletler tarafından kanunlarla korunacağına, dine âit hakîkatler hafife alınıp, gericilik addedileceğine işâret edilmiştir.
Vazîfeler yapılmadığı takdirde, bunun gelecekte ümmet-i Muhammed’e (sav) nelere mal olacağını, mûcizane bir şekilde ifâde buyurmuşlardır. İçimizi yakan bu ağrı ve sızıyı dindirecek çâre, Nebîlere ait bu vazifenin (emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil münker) hep birlikte ümmetçe idrak edilmesi ve yapılmasıdır.
“Sizden iyiye dâvet eden, ma’rûfu emredip, münkerden kaçındıran bir cemaat olsun. İşte felâha, başarıya ulaşan yalnız onlardır.” (Al-i imran-104) “Halkı ıslah edici olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helak etmez.” (Hud-117) “Siz insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenâlıktan alıkoyan, Allah’a inanan en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmran 110)
İnsanın iradî olarak canlı ve şuurlu olması; başkalarının uhrevî hayâtı adına projeler üretmesine, fikir çilesi çekmesine ve başkalarını maddî mânevî mutlu ve huzurlu hayâta kavuşturmasına vesîle olmasına bağlıdır.
Mübârek Ramazan-ı Şerif ayı münâsebetiyle kalblerin, gönüllerin yumuşadığı şu günlerde, zamanımızı, vaktimizi çok iyi değerlendirip, dost, akraba ve komşu, ulaşabildiğimiz herkese tatlı dil güler yüzle davranmak sûretiyle; ihlas, samîmiyet, vefâ ve sadâkat örneği bir insan olarak Allah (c.c) ve Rasûlullah’ı (s.a.v) sevdirmeye çalışmalıyız.
İnsanlığın şu anda tebliğe, güzel örnek olmaya ihtiyacı var.. Bundan sonrası; Rabbimizi hoşnut ve râzı edecek, Fahr-i Kâinat Efendimizi (sav) sevindirecek şekilde, muhâcir ve ensar erlerinin gayretleridir.