Bülent Korucu- tr724.com
Bediüzzaman Said Nursi siyasetle arasına kalın duvarlar örmüş ve takipçilerine de bunu öğütlemişti. ‘Siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınırım’ sözünü “siyasetin gözü kördür, senin yanındaki şeytanı melek, karşındaki meleği ise şeytan gösterir” diye açıklamıştı.
Ezanı aslına çeviren ve dini hürriyetleri nispeten iade eden Adnan Menderes ve Demokrat Parti için bu ilkesini biraz gevşetmiş ve karşılığını hayal kırıklığı olarak görmüştü. DP’nin ülkeyi cepheleştirip iktidarda kalma uğruna yaptıklarından nasibini o ve talebeleri de almıştı. Ülkenin her tarafında çok sayıda Nur talebesi tutuklanmış, DP’nin kontrol ettiği gazeteler toplumsal linç için zemin hazırlamaya koyulmuştu. Kendisi hakkında yeniden mecburi ikamet kararı verilmiş, Ankara’ya girişi polis zoruyla engellenmişti. Son günlerini yaşadığı Urfa’da bile rahat yüzü gösterilmemiş ve mecburi ikametgahına göndermek için derdest edilmeye çalışılmıştı. Hatta dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “gerekirse bir çöp arabasına koyup gönderin” dediği kayıtlara girmişti.
Bu uzunca girişi şunun için yaptım: bir süredir kaleme aldığım portrelerde, bazı toplumsal yapıları da analize imkan verecek isimleri seçiyorum. Böylece o kişiden hareketle içinde bulunduğu yapı ya da sınıfa dair ipuçları elde etmeye çalışıyorum. Erdoğan diktasının kuruluşunda araçsallaştırılan yapılardan biri de Risale-i Nur cemaatleri. Her seçim dönemi Erdoğan’a destek bildirileri yayınlayan, temennaya dönüşen saygı gösterileriyle tepki çeken ‘abiler’i ikna eden bir figür var: Said Yüce.
Siyaset aşkıyla başından beri yanıp tutuşan ve gazeteci kimliği ile sızdığı parlamentoda vekil olmak için kendini paralayan bir isim, Yüce. 90’lı yıllarda Zaman Gazetesi’nin Meclis Bürosunda kısa bir süre çalışmış, Ankara temsilcisi olmak için kulis yapmıştı. Asıl amacı DYP’den milletvekili seçilebilmekti. Gazetede güçlü olduğu imajıyla partiye; partide etkili olduğu görüntüsüyle gazeteye sızmaya çabalıyordu. Gazete ona bu imkanı sunmayınca vekillik hayallerini ertelemek zorunda kalmıştı.
Diğer cemaatleri yedeğine alan AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, Risale-i Nur cemaatleri için bir manivelaya ihtiyaç duyduğunda iki gönüllü ortaya çıktı: Ahmet Akgündüz ve Said Yüce. Normal şartlarda Nur Hareketiyle Siyasal İslamcılar arasında çok temel ayrışma ve tartışmalar vardı. Siyasal islamcılar, karşı tarafı halkın bilinçlenmesi ve İslam devriminin gerçekleşmesinin önündeki büyük engel görüyordu. Amiyane tabirle ‘sünepe’ olarak niteliyor ve hakaret olarak sıkça kullanıyorlardı. Nurcular ise devlet yerine toplumla ve bireyle meşgul olmak gerektiğini düşünüyordu. Bediüzzaman, imanın anlatılmasını yeterli görüyor ve siyaseti balyoz olarak anlatıyordu. Balyozun insanları ürkütttüğünü dolayısıyla Siyasal İslam’ın toplumun dine yaklaşmasını engellediğini belirtiyordu. Takipçilerinin bazıları daha ileri giderek Siyasal İslamcıların bunun için üretilmiş bir tuzak olduğunu savunuyordu.
Erdoğan’ınki klasik İslamcı bakışıydı, ancak yakınlaşmaya ihtiyacı vardı. Öncelikle 17-25 Aralık’ta ortaya çıkan yolsuzluk görüntülerine bir kılıf bulup halkı ikna etmesi gerekiyordu. Siyasal İslam’ın Makyavelist kuklacısı Hayrettin Karaman (http://www.tr724.com/makyavelist-kuklaci/ ) Nurculara ulaşamıyordu. Hemen devreye ‘prof’ ünvanlı başka biri girdi: Ahmet Akgündüz.
Akgündüz’ün kişisel Facebook hesabında “…yolsuzluk yapanların olduğuna dair iddialar ve basiretli olmak” başlığıyla paylaştığı mesajda “Eski hükümetler, milletin malının yüzde 80’ini yiyorlar ve kalan yüzde 20 yol parasına bile yetmiyordu. Tayyip Beyin hükümetleri ve bürokratları ise, yüzde 20’ini yediler; ancak % 80’ini millete harcadılar.” Bugün artık çekinmeden tekrar edilen ‘hırsızsa da bizim hırsız’ yaklaşımının temeli bu çıkışlarla atıldı. Akgündüz, ‘bu günahkârların Tayyip Beyi kirletmediğini’ öne sürecek kadar ileri gitti.
Söz konusu argümanlar Erdoğan’ı mutlu etse de Nurcular arasında sınırlı oranda makes bulabilirdi; zira Akgündüz ‘abiler’den biri değildi. Erdoğan’ın abilere ulaşıp onların desteğini alması gerekiyordu. (Abiler, Bediüzzaman Said Nursi’yi görmüş ve bazıları ondan ders almış yaşlı cemaat üyeleri). Bu ihtiyaç için biçilmiş kaftan ise Said Yüce idi. Abiler heyetinin en baskın üyesi Said Özdemir’in yeğeniydi. Yüce vasıtasıyla Özdemir’in dolayısıyla abilerin yolu Erdoğan’la kesişmiş oldu. Özdemir’in oğlu Kemalettin de Erdoğan’ın yanındaydı. Ancak o diğer büyük ihtiyacında istihdam ediliyordu. Fethullah Gülen’in öncülüğündeki Hizmet Hareketi’nin yok etmek, AKP liderinin birinci önceliği idi. Zira yolsuzlukların ortaya çıkarılmasından onu sorumlu tutuyordu. Tezi çok basitti: ‘Bu kadar güçlü bir hükümetin suçlarını normal polisler görmez/görmeye cesaret edemez. Muhakkak başka bir motivasyon olmalıydı.’ Konumuz Kemalettin Özdemir olmadığından Yüce’den devam edelim.
Yüce, yolsuzlukların normalleştirilmesi psikolojik harekatında görev alırken, abilere kolay ulaşmasının yanında başka bir enstrumanı daha kullandı. Risaleler, Nurcuların en hassas damarıydı. Hizmet Hareketine yakın yayınevinin risaleleri günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmesine karşı büyük bir tepki uyandırıldı. İngilizceden Urduca’ya kadar pek çok dile çevrilmesini sevinçle karşılayanlar, anlaşılır Türkçeyi ihanet olarak sundu. Yayınevinin sadeleştirilmiş metin vurgusunu kapakta daha belirgin yapması gerekirdi eleştirileri haklıydı. Ancak daha öte eleştiriler iyi niyet taşımıyordu. Zira sadeleştirme karşıtı yayınevleri de her sayfanın altına bütün kelimelerin anlamını yazarak zımnen bu ihtiyacı kabullenmiş durumdaydı.
Risale yayıncılığı çok kârlı ve büyük bir pastaydı ve Yüce, Erdoğan’a yakınlığını kullanarak kontrolü ele geçirmeyi planlıyordu. Risalelerin basımı yaklaşık bir yıl engellendi; Diyanet İşleri’ni tekel haline getiren bir kanun çıkarıldı ve onaylanmış kitaplardan belirli adetlerde basım zorunluluğu konuldu. Yüce’nin aracılığı ile Erdoğan’a biatı kabul etmeyen Yeniasya gibi gruplar bu imtiyazdan mahrum bırakıldı. Yeniasya Grubu ise “Üstad’ın vasiyeti yerine getirildi” demek, nasıl bir aklın eseridir? Üstad hangi eserinde “Risaleler, Diyanet’in denetiminde ve tekelinde olsun” diyor?” Şeklinde isyan etti. Daha önemlisi Diyanet’in sansürünü yaklaşık 100 başlık altında ortaya çıkardılar.
Sansür uygulanan eserler genelde devlet ve diyanet eleştirisi yapılan bölümlerdi. Mesela şu iki bölümün kitaplardan çıkarılması manidardı. “Hükümetin iğfal olunmuş bazı rükünleri ve aldanmış mutaassıp hocalar Risale-i Nur aleyhinde hücum ettikleri halde yüzbinler ona talip. Diyanet Riyaseti ulemasının yeni icatlarının fetvalarına karşı on beş sene evvel yazdığım bir risaleyi reddetmeyip ilişmedikleri halde..” Tercüme için kıyamet koparanlar, bu açık sansürlere ses bile çıkarmadı. Sonunda Anayasa Mahkemesi hukuksuz düzenlemeyi iptal etti.
YÜCE’NİN ‘TERBİYELİ’ SİYASETİ!
Said Yüce’nin yolsuzluk soruşturmalarını eleştirirken Hizmet Hareketi’nin siyasallaştığı argümanını kullanıyordu. Erdoğan’ın açtığı yoldan o da gidiyor ve yolsuzlukları ortaya çıkaran polislerin cemaatçi olduğunu ve bu yolla siyasete müdahale ettiklerini öne sürüyordu. ‘Siyasallaşma’ başta kısaca anlattığım gibi Nur hareketleri içinde anahtar kelimelerden biriydi ve neredeyse büyük günahtı. Yandaş kanalları dolaşıp cemaatin siyasete bulaştığını ve bunun siyasetten Allah’a sığınan Bediüzzaman’ın öğretisine ihanet olduğunu anlatan Yüce, çok geçmeden AKP listelerinden milletvekili seçildi. Amasya ve Isparta milletvekili olarak iki dönem aktif biçimde ‘siyasete bulaştı’. Hatta adaylık yüzünden Akgündüz’le kavga bile ettiler.
Vekillik günlerinde sesi çok fazla çıkmayan Yüce, bir kaç polemik ve kavgayla iz bıraktı. İlginçtir, kavgalarında muhataplarını hep terbiyesizlikle suçladı ve edebe çağırdı. Psikoloji, bize bunun kendi eksiğini karşıya yansıtma olarak tanımlıyor. Ama bana daha çok kral dalkavukluğu gibi geldi. Mesela TBMM’de Boşanmaları Araştırma Komisyonu’na davet edilen sivil toplum örgütü Temsilcisi avukat Hülya Gülbahar’ı komisyondan kovma girişiminde bulundu. Gülbahar devletin kadın politikalarını eleştirince Yüce, “Gidin dışarıda konuşun, burası komisyon. Devlete böyle bir suçlama yapamazsınız. Siz burada muhalefet sözcüsü değilsiniz, konumunuzu bilerek konuşun yani. Öyle konuşmayın” dedi.
Yine bir komisyon toplantısında Çocuk Vakfı Kurucusu Mustafa Ruhi Şirin’le tartıştı. Şirin olayı kamuoyuna şu açıklamayla duyurmuştu: “Konuşmaya başladığım ilk dakikalardan itibaren, Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Sait Yüce konuşmama üç kez müdahale etti, hakaretlerde bulundu. Sonra elindeki mikrofonu üzerime fırlattı ve üzerime yürüdü.” Yüce ise üste çıkmaya çalışarak “Sayın Şirin, konuşmasının daha başında, Meclis’in manevi şahsiyetini, hükümeti ve milletvekillerini, komisyon üyelerini, kendisi dışında çocuk yayıncılığı yapan herkesi tahrikkar bir üslupla suçlamıştır.” Dedi.
BÜYÜK YALANLAR…
Yüce’nin bir özelliği de çok kolay yalan söyleyebilmesi. Yandaş medyadaki şu beyanatına inanamadım ve defalarca okudum. “17-25 Aralık’tan yedi gün sonra gazete ilanları ve açıklamayla FETÖ’yü açık bir şekilde kınadılar. O açıklamadan sonra, Bediüzzaman Hazretleri’nin yaşayan altı talebesinden merhum Mustafa Sungur, Abdülkadir Badıllı, Sait Özdemir, Abdullah Yeğin ve Salih Özcan, gelen tehditlere rağmen örgüt sempatizanı aile fertleri tarafından tedavi için götürüldükleri FETÖ’ye ait hastanelerde ya da başka sağlık kuruluşlarındaki Paralel Yapı’ya mensup doktorların kontrolü altındayken şüpheli şekilde kalp krizinden öldüler.”
Mustafa Sungur, 1 Aralık 2012’de 83 yaşında vefat ettiğinde yolsuzluk soruşturmasına daha bir yıl vardı. Abdülkadir Badıllı 26 Aralık 2014’te 78 yaşında bağırsak kanseri ve nefes yetmezliğinden; Salih Özcan 3 ağustos 2015’te 86 yaşında ve uzun süreli yoğun bakımdan sonra; Abdullah Yeğin, 7 temmuz 2016’da 94 yaşında kalp yetmezliğinden; Said Özdemir 27 Şubat 2016’da 89 yaşında zatürre ve böbrek yetmezliğinden vefat etti. Bilmiyorum fazla bir yoruma gerek var mı? Yüce’nin suçladığı ailelerin önünde iki yol bulunuyor: ya iftira davası açmalılar ya da merhumlara otopsi yapılması için başvurmalılar. Hayatlarının son deminde dirilerini sömürdüğü saygın insanları hiç olmazsa vefatlarından sonra rahat bıraksa.
Yüce, elinde çantayla ürün satanlar gibi yanında gezdirdiği ‘Fırıncı Abi’yle şimdi belediye başkanları turu atıyor. Talebelerine hizmete katkılarından dolayı ‘Nur postacısı’ gibi isimler takan Bediüzzaman yaşasa Yüce’yi talebe kabul eder miydi? Sanmıyorum; ama bir isim takması gerekse herhalde ‘işportacı’ derdi.