ABDÜLHAMİT BİLİCİ-TR724.COM
Türkiye’deki AKP iktidarı, demokrasi rotasından çıkarak Siyasal İslamcılık ile Faşizm karışımı tek adam rejimine dönüşmeye başlarken, bu tecrübeyi daha önceden yaşamış Sudanlı bir siyaset bilimi profesörü ile tanışmıştım. Profesör Hasan Mekki, ülkesindeki Siyasal İslamcı harekete bizzat katılmış, başarısı için çaba harcamış ancak iktidara geldikten sonraki uygulamalarını görünce derin hayal kırıklığı yaşayarak yolunu ayırmıştı. Yaşadığı o tecrübenin ışığında bu ideolojiyi birkaç cümlede özetliyordu: “Siyasal İslamcılık, bir muhalefet ideolojisidir ve muhalefette iken bolca hak, hukuk ve demokrasiden bahseder. İktidarı ele geçirince kendinden farklı düşünenlere ne yapacağına dair ne bir teorisi ne de bir hazırlığı vardır. Onlara sadece iki seçenek sunar: Ya biat edip kurtulursunuz ya da itiraz edip düşman, hain, terörist sayılır, bedelini ödersiniz.”
Sudan’ı 30 yıl boyunca işte bu ideoloji çizgisinde yöneten rejim, geçen ay geniş çaplı protestoların ardından yaşanan kansız bir askeri müdahaleyle sona erdi. Ancak muhalefeti “zillet ittifakı, hain, terörist” diye yaftalayan, dindar bile olsa kendilerine biat etmeyenleri hapislere tıkan, kazanamadığı İstanbul seçimini iptal eden Türkiye’deki mevcut iktidarın siyasi çizgisi Sudan’dan farklı mı?
Sadece Türkiye’de değil, ahlaktan bilime, hukuktan ekonomiye her alanda büyük bir kriz yaşayan geniş İslam coğrafyasına kurtuluş yolu olarak sunulan reçetelerden biri bu ideoloji. Üstelik ambalajında bol miktarda dini kutsallara yer verildiği için özellikle muhafazakâr dindar kesimlerin ilgisini çekip, gönlünü çelen bir yaklaşım. Dolayısıyla ciddiye alınıp soğukkanlı bir biçimde üzerine kafa yorulması gerekiyor.
Dini, siyaset malzemesi olarak kullanan, “Kur’an anayasamızdır” diyen, Kudüs’ün fethinden, İslam dünyasının kurtarılıp dünya liderliği hayallerinden, bir medeniyet kurmaktan söz eden bu ideolojiyi değerlendirmek için düne göre daha avantajlı durumdayız. Çünkü mesele artık dünyada cennet vadeden sloganlardan ibaret değil. İran’dan Sudan’a, Afganistan’dan Türkiye’ye birçok ülkede devrimle, darbeyle veya seçimle bu ideoloji iktidara gelmiş durumda. Elimizde artık sadece vaatler, sloganlar veya hayaller değil, politikalar, somut icraatlar ve artısıyla eksisiyle tartılıp değerlendirilecek sonuçlar var. İran örneğine belki Şiilik faktörü nedeniyle itiraz edilebilir. Siyasal İslamcıların, tüm güçlerine rağmen hâlâ Cumhuriyetin laik mirasını sıfırlayıp kendi projelerini tam olarak hayata geçiremedikleri gerekçesiyle Türkiye örneğine karşı çıkanlar da olabilir. Gerçi uygulandığı kadarıyla bile bu ideolojinin, demokrasiden hukuk ve ekonomiye, medya özgürlüğünden eğitim, din, ahlak ve insan haklarına ülkeyi ne hale getirdiği ortada. Türkiye’de hâlâ tam muktedir olamadıkları itirazını bir an için geçerli kabul edelim.
Peki, tam muktedir olup toplumu ve tüm kurumları kendi ideolojilerine göre düzenledikleri örneklerde o toplumun ve ülkenin durumu ne oluyor? İyiye mi gidiyor, yoksa kötüye mi? İktidar oldukları ülkeler adalet, özgürlük, ekonomi, eğitim gibi alanlarda dünyanın dikkatini çeken atılımlara mı imza atıyor, yoksa yönetimlerini ele geçirdikleri ülkeleri eskisinden de geriye mi götürüyorlar?
Siyasal İslamcılığın yönetim karnesini ve bir ülkeye yapabileceklerini görme açısından hiçbir mazeret ileri sürülemeyecek Sudan örneği bu açıdan hayati dersler içeriyor. Üstelik öyle 3-5 yıllık kısa bir iktidar dönemi değil, 1989’da başlayıp, 5 aydır süren sokak gösterilerinin ardından askerin devreye girmesi sonucu, Devlet Başkanı Ömer Beşir’in kısa süre önce koltuktan indirilip hapse gönderilmesine kadar geçen koca 30 yıl. Orada kurulan rejimin fikir babası kabul edilen Hasan Turabi’nin ideolojik; Ömer Beşir’in politik liderliğini yaptığı bu siyasi çizgi, Afrika’nın en büyük ülkesi Sudan’a hangi vaatlerle ve hangi yolla iktidara geldi, 30 yıl boyunca neler yaptı, iktidarı nasıl sona erdi ve arkasında nasıl bir miras bıraktı?
Bu sorulara cevap vermeden önce, Siyasal İslamcılığın dünya çapındaki önemli isimlerinden biri sayılan Hasan Turabi’nin portresine ve Sudan’ın son dönem siyasi tarihine biraz yakından bakmakta fayda var.
Mısır’da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketinden etkilenen Hasan Turabi, bir Sufi şeyhinin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Hartum’da başladığı hukuk eğitimini Londra’da sürdürdü ve Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’nde Anayasa hukuku doktorası yaparak tamamladı. Kaleme aldığı “Siyaset ve Hükümet” (Politics and Government) kitabında da görüleceği gibi İslam hukuku alanında bilgi sahibiydi.
1954’te Müslüman Kardeşler’in Sudan şubesini kurdu. Bu tarihten iki yıl sonra Sudan İngiltere’den bağımsızlığını kazandı ama kurulan hükümetler bir türlü başarılı olamayınca 1962’de kanlı bir iç savaş patladı. 1964’te eğitimini tamamlayıp ciddi çalkantılar içindeki yurda dönen Turabi, Hartum Üniversitesi’ne bağlı Hukuk Fakültesi’nin dekanı olarak göreve başladı. Bir yandan eğitimle uğraşırken diğer yandan gençleri General İbrahim liderliğindeki askeri rejime karşı eylemlere teşvik ediyordu. Tüm muhalif hareketlerin ve özellikle sendikaların bitmeyen tepkileri üzerine General İbrahim yönetimden çekildi ve 1969’da Albay Cafer Nimeyri’nin yapacağı darbeye kadar ülkede demokratik bir dönem yaşandı.
Bu süreçte Turabi, Sudan Siyasal İslamcılık akımının yıldızı olarak parlıyordu. Nimeyri askeri yönetimi, birçok siyasi figüre yaptığı gibi Turabi’yi de hapse attı ve Turabi 6 yılını orada geçirdi. Sonra 3 yıl Libya’da sürgün yaşadı. Bir süre sonra farklı bir siyaset izlemeye başlayan Nimeyri, 1978’de Turabi’yi yargıda en etkin konuma getirdi. Patronunun darbeyle iktidara gelmiş olması, onun bu görevi kabul etmesine engel olmadı. Getirildiği bu konumda Turabi, yasaların İslamileştirilmesi görevini üstlenecekti. Variller dolusu şarap ve viskinin Nil nehrine döküldüğü törenlere iki isim birlikte katılıyordu. Projeye itiraz edenler askeri yönetimin klasik baskıcı yöntemleriyle susturuluyordu. Bazıları muhalefetin bedelini hayatlarıyla ödüyordu. Kur’an’ın günümüzde nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki fikirleri yüzünden Turabi’nin onayıyla 76 yaşındaki Müslüman bir din âliminin idam edilmesi gibi.
Toplumda başlayan huzursuzlukların büyük gösterilere dönüşmesi üzerine 1985’te Nimeyri yönetimi sona ererken Turabi, Ulusal İslami Cephe(NIF) adıyla yeni bir parti kurarak kayınbiraderi Sadık Mehdi’nin başkanlığını yaptığı koalisyon hükümetinde bakan oldu. Turabi’nin İslamcı görüşlerini paylaşan Tuğgeneral Ömer Beşir 1989’da yaptığı darbeyle Mehdi hükümetini devirince diğer siyasi figürler gibi Turabi’yi de hapse gönderdi. Ancak kısa süre içinde bunun, görüntüyü kurtarmak için atılmış taktik bir adım olduğu ortaya çıktı. Zira Turabi, darbeci Ömer Beşir’in kurduğu Ulusal Kongre Partisi’nin genel sekreteri ve Meclis Başkanı gibi çok önemli konumlara gelerek darbeyle başa gelen yönetimde gerçek söz sahibi haline gelecekti. Siyasal İslamcı ideolojinin belki de en önemli özelliklerinden biri olan söylem ile eylem arasındaki taban tabana zıtlık, burada kendini gösterecekti. Özgürlük, hak, hukuk gibi değerler, İslamcı hareketin bolca kullandığı parlak sloganlardı. Ama hareketin lideri Turabi, darbe yoluyla elde ettiği bu konumu, siyasi kariyerinde önemli bir aşama ve önceki dönemde başlayıp yarım kalan İslamlaştırma politikalarını daha güçlü bir şekilde hayata geçirmek için bir fırsat olarak görecekti.
Türkiye’de yaşanan 15 Temmuz olayına karşı AKP yöneticilerinin söylemlerine kulak veren biri, Siyasal İslamcıların demokrasiyi çok önemsediği ve darbeye kökten karşı oldukları fikrine kapılabilir. Oysa işte dünyadaki tüm siyasal İslamcıların fikir babalarından biri olan Hasan Turabi önderliğinde İslamcı hareket darbe yoluyla Sudan’da iktidarı ele geçiriyordu. Çünkü ideoloji için tek kutsal amaç, siyasi iktidarı ele geçirmekti. Bunun yolu sandıkla olabileceği gibi darbeyle de olabilirdi. O kadar ki, Turabi’nin fikri öncülüğünde, aynı zihniyete sahip Ömer Beşir eliyle 1989’da yapılan darbenin günü olan 30 Haziran, Sudan’da kurulan İslamcı rejim tarafından yıllarca bayram olarak kutlanacaktı.
Yönetimi ele geçiren İslamcıların hayalleri çok büyüktü. Turabi ve onun çizgisindeki isimlerin en çok kullandığı kavramlardan biri, medeniyet kavramıydı. Siyasi programlarını da “medeniyet projesi” olarak adlandırıyorlardı.
Modern dönemlerin ilk halifeliğini kurmayı hedefliyorlardı. Soğuk Savaş’ın sona erdiği o günlerde popüler olan Yeni Dünya Düzeni kavramına karşı sundukları proje, Sudan’la sınırlı değildi. Evet, Sudan’da başlayacaktı ama Müslüman ülkelerin çoğunlukta olduğu tüm ülkelere ve yeryüzünde Müslümanların azınlıkta olup ezildiği her yere yayılacaktı.
Bunu yapabilmek için Sudan’da güvenlik, siyaset, ekonomi, kültür her alanın onların kontrolünde olması gerekiyordu.
Bu amaçla attıkları ilk adımlardan biri, Sosyal Planlama Bakanlığı kurmak oldu. Anaokulundan üniversiteye kadar her seviyede öğrenciye okutulacak dersler ve bunların kitapları, bu yeni anlayışa göre sıfırdan hazırlanacak, yeni nesiller bu İslamcı fikirlerle yetiştirilecekti. Tüm medyanın, bu ideolojinin kontrolünde olması gerekiyordu ve öyle de oldu. Medyadaki aykırı sesler susturuldu. Kamudaki tüm çalışanları endoktrine etmek için katılımın zorunlu olduğu eğitim programları hazırlandı ve hemen uygulanmaya başladı. İdeoloji, bir süreliğine iktidara gelip ülkeyi yönetmenin ötesinde, siyaset yoluyla tüm toplumu ve devleti dönüştürmeyi hedeflediği için İslamcı hareket, parti ve devleti birbirinden ayırmak imkânsız hale geldi. Siyasi partiler, sendikalar yasaklandı. Meclis kapatıldı. Sudan’ın demokrasi mücadelesine önemli roller oynamış insan hakları dernekleri kapatıldı, temsilcileri hapsedildi, binalarına el konuldu. Onların yerine aynı isimlerle rejimin sözcülüğünü yapacak dernekler kuruldu. Siyasi liderler tek tek tutuklanırken, başlangıçta darbenin İslamcı çizgisini gizlemek için Turabi de hapse gönderildi. Anayasa askıya alındı. Ülke kararnamelerle yönetilmeye başlandı. Olağanüstü hal ilan edildi. Üniversiteler, akademisyenler, öğrenciler baskı altına alındı, dernekleri kapatıldı.
Ömer Beşir, 1989’daki bir konuşmasında, ordu dahil kamuda çalışan tüm “halk düşmanlarını, kiralık ajanları, vatan hainlerini” tasfiye edeceği sözü vermişti. Bu vaat gereğince yeni rejim, güvenlik ve istihbarat birimleri içinde farklı sesleri tasfiye etmek için geniş kapsamlı “önleyici güvenlik” kampanyası başlattı. Yargı, polis ve ordudaki tüm ‘düşmanlar’ ve ‘hainler’ ‘temizlendikten’ sonra onlardan boşalan yerlere, liyakatine bakılmaksızın Turabi’nin kurduğu NIF üyeleri getirildi.
Daha önce iki kez askeri rejimi devirme başarısında rolü olmuş ne kadar aktivist, sendikacı, aydın varsa hepsi hapse atıldı. Binlercesi ülkeyi terk etti. Muhalif bazı isimler, resmi hapishanelerin dışında, “hayalet evler” diye adlandırılan gizli mekânlara toplanarak işkenceden geçiriliyordu. 18 vilayetin 7’sinde olağanüstü hal süreklilik kazandı.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) 1991 yılında, yani darbeden hemen sonra Sudan’daki insan hakkı ihlallerini anlatan raporunda şu dramatik ama artık çok tanıdık gelen örneğe yer veriliyordu: “Şubat 1990’da tutuklanan bir öğretmen olan Abdel Moniem Salem, sağlık durumunun bozulmasına ve doktorların hastaneye kaldırılması gerektiği ikazlarına rağmen 6 yıl boyunca kötü koşullardaki Şalla (Shalla) cezaevinde tutuldu. Sonunda hastaneye kaldırıldığında durumu geri dönülemeyecek kadar kötüleşti ve 1991 yılının başında hayatını kaybetti.”
73 bin insana kamudan tasfiye
Darbeden hemen sonra 500 üst düzey komutan tasfiye edildi. 1989-2000 arasında farklı rütbelerden tasfiye edilen subayların sayısı 4 bini geçti. Kamudaki tasfiyeler sadece güvenlik alanıyla sınırlı kalmadı. Parti çizgisine muhalif oldukları düşünülen on binlerce doktor, öğretmen ve memur sadece istihbarat rapor ve fişlemelerine dayanılarak işten çıkarıldı. 1989-99 arası kamudan tasfiye edilenlerin toplam sayısı 73 binden fazlaydı.
Dış borç uçtu, ekonomi çöktü
Ekonomiyi de ihmal etmediler. Kamu şirketleri özelleştirilip partinin yandaşlarına, hısım, akrabalara yok fiyatına satıldı. Geleneksel olarak başarılı şirketlere, yandaşları ortak almaları için baskı yapıldı, aksi halde el konulmak ve ülke dışına sürülmekle tehdit edildiler. İhaleler yandaşlara verilmeye başlandı. Şirketler ihale almak istiyorsa belli vakıflara bağış yapmak zorundaydı. Yandaş şirketler, ihaleler ve vergi muafiyetleriyle desteklendi. Başta petrol olmak üzere ülkenin sınırlı gelirlerini, kazanılması güç savaşlara ve tarafı oldukları vesayet savaşlarında kullandıkları cihatçı gruplara akıtıyorlardı. Ekonomik mantıkla değil, siyasi reklam ve yandaşları beslemek için bol reklamlı altyapı projeleri yapıyor, bunlar için Çin’den büyük borçlar alıyorlardı.
Uygulanan bu politikalar ekonomiyi düzeltmedi aksine iflas noktasına getirdi. İktidara geldikleri 1989’a göre dış borç yüzde 300 arttı. 1989’da 1 dolar 4.4 SDG iken iktidarları sayesinde 45 SDG oldu. BM İnsani Gelişmişlik İndeksi, İslamcı yönetimin 30 yıllık performansının en açık karnesiydi. Bu endekste Sudan 187 ülke içinde 171. sırada. Dünya Basın Özgürlüğü sıralamasında 180 içinde sondan 6’ıncı konumda. Yolsuzluk açısından ülkeleri karşılaştıran Uluslararası Yolsuzluk İndeksi’nde 180 ülke içinde 172’inci sırada. Adında ne kadar İslam geçse de bu tablonun İslam’ın öngördüğü değerlerle hiç alakası var mı?
İslamcı rejimin, ülkenin kapılarını Üsame bin Ladin’den Ebu Nidal ve Çakal gibi isimlere, Afganistan’daki savaşa katılmış binlerce kişiye açması, onlar için kimlik ve seyahat belgeleri düzenlemesi Sudan’ın uluslararası toplumda kara listelere girmesine yol açtı. Sudan bu politikalar yüzünden 1993’te terörü destekleyen ülkeler listesine girdi. 1997’de yaptırımlara maruz kaldı.
Ülke bölündü
İslamcı rejim, kucağında bulduğu Güney Sudan krizine yeni bir yaklaşım geliştirmek yerine, bunu rejimlerini sağlamlaştırmak için bir fırsat olarak gördü. Bir yandan bu sorunun çözümü için farklı yollar önerenleri hain diyerek tasfiye ederken, diğer yandan güçlerinin zirvesinde oldukları 1990’ların ortasında cihad fikriyle yetiştirdikleri gençleri, ideolojik eğitimlerini tamamlamak için akın akın Güney Sudan’daki savaşa gönderiyorlardı.
Ülkenin petrol zengini güneyindeki bu çatışma, onlara göre emperyalizm ve siyonizmin şeytani saldırısıydı ve inşa etmeye çalıştıkları İslam medeniyeti projesinin önündeki en büyük engeldi. Bu zihniyetle yaklaşılan sorun, 20 bin gencin ölüm tarlalarında hayatını kaybetmesi ve Güney Sudan’ın bağımsızlık elde etmesi ile gibi korkunç bir felaketle sonuçlandı. Küresel bir İslam halifeliği hayali kuran İslamcı rejimin yönetimi altında Sudan resmen bölünmüş oldu. Bu bölünme sonunda Sudan petrol gelirinin yüzde 75’ini kaybetmiş oldu.
Hem Güney Sudan hem Darfur’daki iç çatışmalar İslamcı yönetim altında uluslararası hale geldi. Güney Sudan iç savaşını nihayet barışla bitirmenin itibarından yararlanma imkânı doğmuşken, Darfur’da yükselen itirazları kanla bastırmayı tercih etti.
Rejimin başlangıçtaki insan hakkı ihlalleri, burada savaş suçlarına dönüştü. BM verilerine göre Darfur’da 300 bin insan hayatını kaybetti. Kendisine bağlı ordu ve paramiliter grupların yaptıkları katliamlar nedeniyle Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi Ömer Beşir hakkında “savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırımı” suçlamalarıyla iki tutuklama kararı çıkarttı. Rejim muhalifleri sindirirken kimi partileri, tarikatleri, kabileleri kendi saflarına katmayı başardı.
Ancak küresel çapta iddiaları olan medeniyet projesi Sudan’da öyle bir çürüme ve yıkıma yol açtı ki, projenin başlangıçtaki mimarları bile muhalif saflara geçti. Kurulan rejimin fikir babası Turabi, Devlet Başkanı Beşir ile ters düşünce hayatının son yıllarını ev hapsinde geçirmek zorunda kaldı. Darbeyle başa gelen Ömer Beşir’in iktidarı da geçim sıkıntısı gerekçesiyle nedeniyle başlayan protestoların büyümesi sonucu yine askerin müdahalesiyle son buldu ve kendisi de hapse atıldı. İşte Sudan’daki 30 yıllık Siyasal İslamcılık macerasının özeti bu. Halihazırda bu ideolojiye sahip kişiler tarafından yönetilenler, Sudan’a bakarak kendilerini bekleyen geleceği daha net görebilir.
Siyasal İslamcılığı bir iktidar alternatifi olarak önlerinde bulan, hatta bir şans verip denemeyi düşünen Müslüman toplumlar da önce Sudan örneğini inceleyip sonra karar verirlerse hem kendileri hem ülkeleri için büyük iyilik etmiş olurlar. İyi niyetle ve dini bir hamiyetle bu ideolojiye gönül verenler de keşke bu örneğe bakarak, ümmeti, hatta dünyayı kurtarma hayaliyle yola çıkıp, ele geçirdiği Müslüman ülkeleri yaşanmaz hale getiren bu patolojik düşünceyle yüzleşebilseler.